Tarihsel olarak çarpıtılmış tarihi bir vaka üzerinde duracağız bu kez. Türklerin Müslüman oluşu ve Talkan - Cürcan katliamları.
Önce meselenin tarihsel süreci hakkında kısa bir özet geçelim. Tarihe Talkan-Cürcan katliamları olarak geçen vaka 710 yılında yaşandı. Hz. Muhammed vefat etmiş, ardından 4 halife dönemi sona ermiş ve Muaviye 661'de Arapların başına geçerek Emevi dönemini başlatmıştı (661). Bu tarihlerde Ortaasya'da durum; Yıkılan Ak Hun Devletinin bakiyeleri Seyhun-Ceyhun ırmakları arasında Toharistan Yabguluğunu kurmuşlardı. 1. Göktürk Devleti yıkıldığında Göktürk hakimiyeti altındaki bölgeler Çin'e bağlanmış ve küçük beylikler halinde Yabguluklar şeklinde yönetiliyordu. 2. Göktürk Devleti kurulalı henüz 15 yıl olmuştu ve henüz Toharistan bölgesine nüfuz edecek kadar güçlenebilmiş değildi.
Bu atmosferde görünen resim; katliamların yaşandığı 6. Emevi halifesi olan Velid döneminde (710) Toharistan bölgesi yoğun şekilde Türklerin yaşadığı ancak güçlü bir devlet idaresinde yönetilemeyen bir beylik (Yabguluk) durumundadır. Katliamın baş aktörü olan Kuteybe, bu dönemde Horasan valisidir. Zira Farslar mağlup edilmiş, İran toprakları Emevilerin hakimiyeti altına girmiştir. Haliyle Horasan da bu dönemde bir Fars şehriydi. Kuteybe, aldığı talimat ile fetih hareketlerine girişerek batıya, Belh kentine doğru harekete geçti.
Aslında bu noktaya kadar herşey tarihin olağan seyrinde devam ediyordu. Bir Devlet, yönetim boşluğu olan önemli bir coğrafyayı hakimiyeti altına almaya çalışıyor. Ancak gelişen süreç olağan dışı bir vaka halini alacaktır.
Kuteybe'nin ilk hedefi Beykent'ti. 2 ay süren yoğun mücadeleler sonucunda Beykent ele geçirildi, ardından gün boyu yağma yapılarak silah tutabilen tüm erkekler öldürüldü, kadınlar ve çocuklar esir alındı. Aslında bu durumu dönemin teamülleri içerisinde olağan karşılayabiliriz. Çağın savaş hukuku buna müsaade ediyor. Savaşıyor ve direniş görüyorsanız, yani şehri savaşarak elde ediyorsanız tüm erkekleri öldürebilir, tüm kadın ve çocukları esir alabilirsiniz. Aynı teamülü Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde de görebiliyoruz. Ancak Talkan ve Cürcan'da yaşananların vahşilik ve katliam olarak anılmasının nedeni çok farklı.
Arap orduları Beykent'e girdiklerinde muhteşem bir zenginlikle karşılaşmışlardı. İbnü'l Esir'den nakledildiği üzere; Ak Hunlar döneminden beri Altın işçiliği konusunda uzman Türklerin evlerindeki altın eşyalar, kalabalık Türk nüfusu ve muhtemelen Beyaz Tenli Türk Kadınları Arapları fazlasıyla etkilemişti. Bu fetih hareketi Kuteybe için çok karlı olmuştu. Sonrasında ki katliamların esas nedenlerinden biri buydu.
Talkan katliamını anlamak için Arapların savaş hukukunu, daha doğrusu hukuksuzluğunu, çok daha doğrusu; Arap olmayanlara karşı yaklaşımlarını anlamak gerekir. Bunu anlamak için de bir örnek faydalı olacaktır. Talkan-Cürcan katliamları öncesinde yaşanan bir mücadeleyi örnek verebiliriz. Beykent saldırısı öncesinde yaşanan bu vaka da; Araplar Buhara'ya saldırmıştı. Buhara hakimi Kabaç Hatun'du. Evet, ülkenin idaresi bir Türk Kadınındaydı. Kabaç Hatun, Arap komutan Sa'îd'in saldırısına karşı koyamayınca haraç vermeyi teklif etti.
Sa'îd anlaşmayı kabul etti. Ancak eli boş dönmemek için Semerkand'a saldırmak istiyordu. Bu saldırı esnasında Kabaç Hatun'un kendisine tuzak kurmaması için, içinde Kabaç Hatun'un kardeşininde olduğu 30 Bin kişilik esiri Semerkand seferinden dönene kadar yanında tutacağını söyledi. Ancak Semerkand seferinden sonra sözünü tutmadı ve esirleri Kabaç Hatun'a vermeyerek Medine'ye getirdi ve köle yaptı.
Şu tespiti yapmak yerinde olacaktır; Emevi dönemi Arapları, ne islam hukukan ne de dönemin teamüllerine ve savaş hukukuna riayet etmiyorlardı. Talkan-Cürcan katliamlarını da bu bakış açısıyla yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Gelelim Talkan katliamına. Vakadan bir süre önce Soğd Beyi Neyzek Tarhan, Kuteybe ile işbirliği yapmış ve pek çok Türk şehrinin Arapların eline geçmesine göz yummuş, hatta yardımcı bile olmuştu. Ancak Arapların Türk beylerinin birlik olmamasından isitfade ederek Türk kentlerini birer birer ele geçirmesi üzerine diğer Türk Beylerine mektup yazarak Kuteybe'nin amaçlarını anlatan mektuplar gönderdi. Bu mektuplardan biri de Talkan beyi Sehrek'e ulaştı ve Sehrek'in olumlu yanıtı Talkan katliamına giden süreci başlattı.
Neyzek Tarhan, Kuteybe ile sulh yapmak üzere huzuruna gittiğinde Kuteybe kendisinin ve mahiyetindeki yüzlerce esiri katletti. Bu alelade bir infaz değildi. Kuteybe önce Tarhan'ın oğullarını onun önünde öldürdü, ardından esirlerinin tümünü katletti. Tüm katliamlar Tarhan'a seyrettirildi ve en son onun boynunu bizzat kendisi vurdu.
Yine anlayacağımız üzere sulh görüşmesi için gelmiş olan birini, üstelik tüm mahiyetiyle birlikte, üstelik izleterek öldürmek ne islam akaidine, ne dönemin savaş hukukuna, ne de temel insan ahlakına tümüyle aykırı, sıradışı bir eylem olmuştur ve pekalâ vahşice bir katliamdır.
Nihayetinde Neyzek'in irtibat kurduğu Talhan Beyi Sehrek'den haberdar olur. Belh'te hazırlıklarını tamamlayıp Talkan şehrine doğru yola çıktığında Sehrek geri çekilerek şehri terkeder. Haliyle şehir sahipsiz ve savunmasız kalmıştır. Kuteybe Talhan'a mukavemet görmeden girmiştir, ancak islam akideleri ve teamüller yine hiçe sayılır. Kuteybe, "İbret Olsun" diyerek kendisine mukavemet göstermeyen ahaliyi vahşice katleder. Öldürdükleri erkeklerin cesetlerini astığı ağaçlar kilometrelerce uzanır. İbnü'l Esir'in naklettiği üzere katledilen insanların sayısı en az 40 Bin'dir. Katledilenlerin dışında geride kalan çocukları ve kadınları da esir alarak geri döner.
Her ne kadar katliamın adı Talkan-Cürcan katliamı olarak bilinse de Cürcan'da ki katliam Talkan'da ki vahşetin yanında sönük kalır. Ama Kuteybe'nin savaş meydanları haricinde katlettiği Türklerin sayısı 100 Bin civarındadır. Üstelik bu rakama esir çocuklar ve cariyeler de dahil değildir.
Süreci bu minvalde değerlendirecek olursak;
Kuteybe vahşi bir komutan, Halife Velid vahşi bir hükümdar, Araplar ise ganimet, yağma ve esir için islam, ahlak ve savaş kurallarını hiçe sayan barbar bir kavim olarak tarihe kaydedilmişlerdir.
Peki Türkler'in Müslüman Oluşu
Türkler'in islama adaptasyonu ve kabulünün Talkan-Cürcan katliamlarıyla bir ilgisi yoktur. Zira Türkler'in islamı kabulü bu vakadan en az 200 yıl sonra mümkün olabilmiştir. Satuk Buğra Han (924-955) döneminde, üstelik Araplar'ın zayıf düştüğü, Arap İslam Devleti'nin tarih sahnesinden silinmek üzere olduğu bir dönemde, yine üstelik Araplar vasıtasıyla değil İslam'ı kabul etmiş olan Sasaniler (Farslar) vesilesiyle İslam ile tanışmış ve toplum nezdinde kabul görmeye başlamıştı. Bu etkileşim de savaş ya da esaret yoluyla değil, veliaht Satuk Buğra Han'ın çocukluk yaşlarında birliket yetiştiği Sasani veliahtı Nasr ile arkadaşlığı vesilesiyle gerçekleşmişti.
Talkan-Cürvan vakası Türklerin Müslüman olmasına vesile olmadığı gibi, bilakis Türkleri İslam'dan uzaklaştırmıştı. Haliyle İslam'ı Arap istilalarıyla tanıyan Türkler için bu kötü bir tecrübe olmuştu. Sosyolojik olarak ele alırsak kötü hatıraların silinmesi için en az 2 asır geçmesi, Arapların Ortaasya'da ki nüfuzlarının da ortadan kalkmış olması gerekiyordu diyebiliriz.
Diğer taraftan, Türklerin Araplarla tarihlerinin hiçbir döneminde anlaşamadığınında altını çizmek gerekir. Zira bugünün İran coğrafyasında kurulan ve yükselen Selçuklu Devleti döneminde Araplarla kurulan ilk temas Tuğrul Bey döneminde, Fatîmilerin Abbasi Halifesi Kâim-Biemrillah'ın Tuğrul Bey'den yardım istemesi üzerine gerçekleşmişti. Türkler, Arapların himmet ve himayeye muhtaç olduğu dönemde Abbasi Halifesi'nin emniyetini sağlamış, Halife de Tuğrul Bey'i İslam'ın sancaktarı ilan etmiştir Ancak bu vaka, iyi ilişkilerin gelişmeye başladığı anlamı taşımıyor. Araplar, giderek nüfuzlarını kaybettikleri İran Coğrafyasında tutunmaya çalışırlarken Türkler Arap Emirlerle mücadele ederek İran Coğrafyasını, bir anlamda Araplardan temizlemişlerdi. Temizlemişlerdi ifadesinin altını çizmek gerekiyor; Araplar'ın İran Coğrafyasında tutunmaya çalışma sebepleri inançla ilgili değil bölgedeki emperyalist hedeflerinden vazgeçmek istememeleri dolayısıyladır. Ayrıca bir anekdot daha paylaşalım; Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Gazi'nin dedesi Süleyman Şah, İran coğrafyasında Araplara karşı kazandığı zaferler neticesinde güçlenmiş, alelade bir komutan iken, kahramanlıkları neticesinde binlerce Türkün kendisine biat etmesiyle kendi beyliğini kurmuştur.
Arap Irkçılığı
Tüm bu vakalar neticesinde meseleyi sosyolojik açıdan değerlendirmek ve bir tespite bağlamak durumundayız. Şunu çok açık şekilde ifade etmek gerekir ki; Arap İslamcılığı döneminde ortaya çıkan siyasi, itikadi, mezhepsel v.b. sorunlar, başlı başına Arap Irkçılığından kaynaklanmaktadır. Aslında bu kültürel hastalığın irini Yahudi Milliyetçiliğine kadar uzanır. Kendilerini üstün, insanların efendisi ve kutsanmış kabul eden Yahudi İnancında, kendilerinden olmayanları köle ve hizmetkar gören bir anlayış söz konusuydu. Aynı coğrafyayı paylaşan Araplar da bu güçlü Yahudi akımından etkilenmişler, belki de özenmişler ve bir anlamda "aşağılık kompleksi" ile böylesi sapkın bir anlayışla toplumsal bir sendrom yaşamışlardır.
Bu haleti ruhiyeyi İslam öncesi Arap kültüründe görebiliyoruz. İbn-i Hişam'ın naklettiği üzere; Arap kabilelerinin kendilerini diğer kabilelerden üstün gördüğünü, bu üstünlük anlayışının kabileler arası savaşların temel nedeni olduğu açık şekilde görebiliyoruz. İslam'ın nûzulü ile kırılan bu kabile ırkçılığı, topyekün bir millet ırkçılığı haline dönüşmüştür. Zira 4 halife dönemi sonrasında Şam Merkezli Emevi hükümdarlığı yalnızca Arapları öncelliyor, Arap olmayanlara "Mevâli" tanımını münasip görüyorlardı. Mevâli ifadesi aslında Mevlâ kökünden gelir; dost, arkadaş, yardımcı anlamına tekabül eder. Ancak bu bizim tasavvur ettiğimiz anlamda bir dostluğu ifade etmez. Zira Arap toplumu, kapılarına bağladıkları köpeklere de, kendilerine hizmet etmekle yükümlü olan kölelere de Mevlâ ifadeisni münasip görmüşlerdir. Yani Arap olmayan müslümanlar, aslında müslümanlara hizmet eden dost kölelerdi. Bu anlayış Emevi döneminde oldukça kabul görmüş bir anlayıştı, hatta Emevi hakimiyetinin sona ermesine, Abbasi ihtilalinin gerçekleşmesine yol açmıştı.
Şam merkezli Emevi Hükümdarlığı, Mevâli olarak gördüğü ve köle/hizmetkar addettiği Arap olmayanlara karşı İslam'ın akidelerini ve mağrufunu hiçe saymaktan geri kalmadılar. Elbette bu aksiyonun ortaya çıkartacağı bir reaksiyonda olacaktı. Arap Irkçılığı anlayışı, Arap olmayan müslümanların zihin birliğine; Şûubiliğin ortaya çıkmasına yol açtı. Şûubilik Arap Irkçılığını reddediyor, İslam'ın açık şekilde tüm insanlığa hitap ettiğini doğrudan Kur-an ile ortaya koyuyor, hatta Arapların şiirden başka bir meziyetleri olmayan, geri, gayrimedeni, düşük kültürlü, ahlak yoksunu bir millet olduğunu iddia ediyorlardı.
Tüm bu anlam bütünlüğünden hareketle; Talkan-Cürcan katliamlarının bir Arap Irkçılığı hareketi olduğunu açık şekilde ifade edebiliriz. Araplar, Türkleri İslam'a davet etmek gibi bir gâza ruhu ile hareket etmemişler, bilakis zengin Türk şehirlerini yağma, ganimet ve cariye kaynağı olarak görerek İslam aktini, çağın savaş hukukunu ve temel ahlaki teamülleri yok saymış, vahşi bir üslupla hareket ederek belki de Türklerin İslam'a intibaklarını en az 2 asır engellemişlerdir.