Safevi Devleti, 1501 yılında kurulmuş, 1736 yılına dek varlığını devam ettirerek Azerbeycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde hüküm sürmüş olan Şii inanışa sahip bir Türk Devletidir.
Safevi Devleti’nin merkezin teşkil eden İran Coğrafyası M.ö. 500’lü yıllardan itibaren Pers/Fars (İran) kökenli halkların yurdu durumundaydı. Bu coğrafya 8. ve 9. Yüzyıllarda yükselen Arap-İslam Devleti hâkimiyeti altına girmiş, 10. Yüzyılda ise Türklerin yoğun göçlerine ve akınlarına maruz kalmıştı. Önce Araplaşan sonra ise Türkleşen bu coğrafya 13. Yüzyılda Moğol akınlarına maruz kalmış, Moğol İstilalarının yıkıcı etkileri ile yoğun kozmopolit bir yapıya bürünmüş ve kaçınılmaz olarak demografik açıdan bir keşmekeşe sahne olmuştu. 13. Yüzyıldan itibaren demografik olarak Türk, Arap ve Fars etnonimine sahip hale gelen İran Coğrafyası, 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar Safevi Devletinin idaresi altında yönetilmiştir. Bu coğrafya 18. Yüzyılın sonlarından itibaren yeniden Perslerin hâkimiyeti altına girmiş olsa da günümüzde İran bölgesinde yaşayan toplumların %30’u kesin olarak Safevi kökenli Türkmenlerden oluşmaktadır.
Büyük Selçuklu Devleti döneminde Türkleşen İran Coğrafyasındaki tarihi Türk mirasını Safevi Devleti devralmış, 235 yıllık hâkimiyeti döneminde bölgede derin izler bırakan Safevi Devleti, günümüz İran ve Azerbeycan Türklerinin kökenini teşkil etmiştir.
Safevi Devletinin Kuruluşu
Safevi Devletinin kökenini teşkil eden Safeviye Tarikati, 14. Yüzyılın başlarında kurulmuş ve 16. Yüzyılda bölgede önemli bir siyasi aktör haline gelmişti. Esasen bir Sufi Tarikati olan Safevi Tarikati, zamanla Bâtıni hareketlerin tesirine girerek Şii inancını benimsemiş ve Şii tarikatlar içerisinde önemli bir yer edinmişti. Safevi Devletinin kurucusu olan Şah İsmail de bu tarikatın şeyh ailesine mensup bir saltanat varisiydi.
Safeviye Tarikatı, her ne kadar itikadi bir teşekkül olsa da siyasi roller üstlenerek bölgesel hâkimiyetler kurmak amacıyla savaşlara girişiyor, kimi zaman bölgesel otoritelerin ordularında görev alıyor kimi zaman ise bağımsız olarak savaşlara girişerek fetihler gerçekleştiriyordu. Şah İsmail’de bu siyasi tezahürler içerisinde aktif rol oynayarak zamanla yükselmiş, kendisine bağlı tarikat mensubu halklardan teşekkül edilmiş ordusu ile İran ve çevresinde söz sahibi bir güç durumuna gelmişti.
Şah İsmail, henüz 14 yaşındayken elde ettiği siyasi güç ile birlikte bölgede yaşayan Türkmen toplumlarının itibarini kazanmaya başlamıştı. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti, Büyük Selçuklu Devleti sonrası ikinci göç dalgası ile birlikte Anadolu’ya göç eden göçebe Türkmenler ile sorunlar yaşamaktaydı. Zira Sünnilik inancına sıkı sıkıya bağlı olan Osmanlı Devleti, Bâtınilik hareketlerinden etkilenen ve Tengricilik inancının tesirinden kurtulamamış olan göçebe Türkmenler üzerinde baskı kuruyor, hatta onları yasa dışı ilan ederek önemli bir sorunun temellerini atıyordu. Osmanlı Devletine küskün olan bu göçebe Türkmenler, Şah İsmail’in himaye edici tavrı ile Şah İsmail’in etrafında toplanıyorlardı.
Hem Safeviye Tarikatına mensup aşiretler hem de göçebe Türkmenlerden aldığı destek ile giderek güçlenen Şah İsmail, 1501 yılında Akkoyunlular’ın himayesinde olan Tebriz’e girerek bölgeyi hâkimiyeti altına aldı ve hali hazırda elinde bulunan siyasi güç ile bağımsızlığını ilan ederek Safevi Devletinin temellerini attı (1501).
Şah İsmail Dönemi (1501 – 1524)
Şah İsmail, aslında Akkoyunlular’ın anne tarafından torunu durumundaydı. Zira Annesi, dönemin Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıydı. Tebriz’i ise dayısının oğlu olan (Uzun Hasan’ın torunu) Elvend Mirza’dan almış ve Safevi Devletinin temellerini atmıştı. Tebriz’i almasından 7 yıl sonra ise Akkoyunlular devletini yıkarak tarih sahnesinden sildi.
Şah İsmail’in Türkmenleri himayesi altına alması bölgedeki siyasi dengeleri önemli ölçüde etkiledi. Üstelik hâkimiyeti altındaki İran, Azerbaycan ve Irak coğrafyalarında Türkler kadar Araplar ve Farslarda yaşamaktaydı. Buna rağmen devlet teşkilatlanmasındaki idari makamlarda yalnızca Türkmenler vazifelendirilmekteydi. Böylelikle Osmanlı Devleti tarafından dışlanan ve onuru kırılan göçebe Türk Toplumlarının Şah İsmail’e bağlılığı pekişmekteydi.
Tebriz’in alınmasından sonra kendisini Azerbaycan Şahı ilan eden Şah İsmail, Sasani Devleti üzerinde hak iddia ederek İran içlerine doğru ilerlemeye başladı. On yıl süren yoğun seferler neticesinde 1503 yılında Hamedan, 1504’de Şiraz ve Kirman, 1507’de Necef ve Kerbela, 1508’de Van, 1509’da Bağdat, 1510’da Horasan ve Herat şehirlerini hâkimiyeti altına aldı ve Devletinin Sınırlarını fevkalade bir süratle genişletti. Şah İsmail, İran bölgesindeki hâkimiyetini kesinleştirmişti ancak Horasan ve Herat’ı Özbek Şehbani Hanlığından almıştı. Özbek Şehbani Hanlığı, Horasan ve Herat şehirlerindeki mağlubiyeti kabullenmemişler, her ne kadar başarılı olamasalar da Maveraünnehir’e çekilerek onlarca yıl sürecek olan savaşlarla Safevi Devleti ile mücadele içerisine girişmişlerdir. Özbek mücadeleleri, Şah İsmail dönemi boyunca süre gelen ve çözülemeyen bir sorun olarak devam etmiştir.
Şah İsmail’in kurduğu ve Asya’nın en büyük devletlerinden biri haline gelen Safevi Devleti, Azerbeycan ve Doğu Anadolu hattına kadar genişleyen sınırları ile devrin en büyük Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ile sınır konmuşu haline gelmişti. Göçebe Türkmenlerin Bâtınilik hareketlerinden etkilenmesi nedeniyle Osmanlı Devletince dışlanması ve Şah İsmail’in bu Türk Toplumlarını himaye etmesi büyük bir sorunu beraberinde getirdi. Şah İsmail’in Osmanlı Tarafından dışlanan ve asi ilan edilen Türkmenleri himaye etmesi Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında husumetlere yol açtı. Anadolu’daki Türk Birliğini sağlamaya çalışan Osmanlı Devleti, asi ilan ettiği ve dışladığı Bâtıni (Alevi, Şii) Türkmenlerin Şah İsmail’in tarafında yer alması nedeniyle harici sorunlarla karşı karşıya kaldı. Osmanlı topraklarında yaşayan ancak Şah İsmail’e tabi olmayı arzu eden Türkmenler, Şah İsmail’in teşebbüsleriyle isyan hazırlığına giriştiler.
Osmanlı Tebaası olan Bâtıni (Alevi, Şii) Türkmenler, Safevi Saltanat ailesine mensup ve Şah İsmail ile akraba olan Hasan Baba’nın önderliğindeki Alevi Tekkelerine itibar göstermeye başlamışlardı. Safevi Devleti tebaası olan Alevi Türkmenlerle de yakın ilişkiler içerisinde bulunan bu tekke, Osmanlı Tebaası olan dışlanmış Bâtıni Göçebe Türkmenlerin katılımlarıyla Anadolu’da önemli bir nüfuza sahip hale geldi. Tarihe Şahkulu İsyanı olarak geçecek vakayı hazırlayan bu süreçte Osmanlı Tebaası Bâtıni Türkmenler, Şah İsmail’in desteği ve teşebbüsleriyle örgütlenerek Osmanlı Devletine karşı ayrılıkçı faaliyetler yürütmeye başladılar.
Hasan Baba’nın vefatında sonra yerine oğlu Şahkulu Baba geçmiş, babasından devraldığı Alevi Tekkesinin nüfuzunu daha da genişleterek diğer Alevi Tekkelerini de kendisine tabi hale getirmişti. Şah İsmail, Anadolu’daki Türkmenleriörgütlemek amacıyla Şahkulu’nu Anadolu’daki halefi olarak ilan etti. Şahkulu Baba’da bu ferasetle kendisine bağlı olan Alevi Türkmenleri örgütleyerek Osmanlı Devletine isyan edip Şah İsmail’e biat etmeleri çağrısında bulunarak Şahkulu ayaklanmalarını başlattı.
Şahkulu İsyanı (1511)
Şahkulu Baba, Anadolu’da yaşayan Alevi Türkmenlerin dini ve sosyal liderliğini üstlendikten sonra Şah İsmail lehine faaliyetler yürüterek gerek kendi tekkesine bağlı olan tebaasını gerekse diğer Alevi Cemaatleri Safevi Devletine ve Şah İsmail’e biat etmeye davet etmeye başladı. Bu durum, Anadolu’daki Türk Birliğinin sağlamaya çalışan Osmanlının devlet politikalarına zarar veriyordu. Şahkulu, bu söylemlerini eyleme dökerek büyük bir isyan hazırlığı içerisine girişti. Saltanat makamında şehzadelerin hâkimiyet mücadelesine girişmesi sebebiyle zayıflamasından istifade ederek kendisine bağlı tebaaya kılıç kuşandırarak büyük bir isyan başlattı. Emri altına aldığı kuvvetlerle birlikte Manisa Sancağına giderek saltanat mücadelelerine karışan Şehzade Korkut’un hazinesine saldırdı ve şehzadenin hazinesini ele geçirdi. Şahkulu, ilk isyanında başarılı olunca daha da itibar görerek güçlendi ve isyan hareketine katılan Alevi Türkmenlerin sayısı arttı.
Şahkulu, emrindeki asilerin sayısı artınca kendisini Şah İsmail’in halifesi ilan ederek çok daha büyük isyanlara ve katliamlara girişti. Manisa’dan sonra Antalya’ya girdi ve Antalya Kadı’sını öldürdü. Ardından Kızılcakaya, Korkuteli, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu beldelerine girdi. Bu bölgelerin Kadı’ları öldürerek yerel halk üzerinde katliamlar gerçekleştirdi. Giriştiği isyan hareketiyle Kütahya’ya kadar ulaşan Şahkulu, isyanın bastırılması için üzerine gönderilen Osmanlı Kuvvetlerini de mağlup edince isyan daha da pervasızlaştı. Kütahya’yı kuşatarak Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmet Paşa’yı öldürdü (22 Nisan 1511).
Şahkulu, Kütahya kuşatmasında muvaffak olamasa da Kütahya’dan çekilip Bursa’ya doğru yola çıktı. Osmanlı, İsyanı bastırmak için Subaşı Hasan Ağa komutasında ikinci bir kuvvet daha sevk etmişti. Şahkulu, bu kuvvetlere karşıda galip gelince isyanı bastırmak için doğrudan Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa görevlendirildi. Şahkulu, bu esnada Hadım Ali Paşa’dan önce ulaşan Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa’yla mücadeleye girişti ve üçüncü Osmanlı Kuvvetlerine karşı da galip gelerek yoluna devam etti. Şahkulu İsyanı ancak Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa’nın müdahalesiyle durdurulabildi. Hadım Ali Paşa, isyanı bastırmak için görevlendirilen Şehzade Ahmet’in güçleriyle birleşerek Şahkulu güçlerini Altıntaş mevkiinde dağlık bir alanda kuşattı. Ancak Şehzade Ahmet, İsyanı bastırmak yerine kendisine verilen Yeni Çerilerden, giriştiği saltanat mücadelesinde destek vermelerini ve kendisine biat etmelerini istedi. Emrindeki Yeni Çerilerin bu teklifi kabul etmemeleri üzerine İsyanı bastırma vazifesini reddederek kendi sancağına çekildi. Şehzade Ahmet’in kuşatmada destek vermemesi üzerine Hadım Ali Paşa’nın kuşatmasından kaçmayı başaran Şahkulu ve isyancıları İran’a doğru kaçmaya başladılar.
Hadım Ali Paşa, kaçan Şahkulu isyancılarını takip ederek Sivas yakınlarındaki Çubukova mevkiinde yetişti. İsyancılar burada Osmanlı Kuvvetlerine güç yetiremeyip mağlup oldular. İsyanın başını çeken Şahkulu bu mücadelede öldürülünce de kargaşaya kapılıp dağıldılar. Ancak Hadım Ali Paşa’da savaş meydanında aldığı ok darbesiyle öldürülünce Osmanlı Kuvvetleri kaçan isyancıları takip edemediler. Osmanlı Kuvvetleri geri çekilince isyancılarda İran’a kaçtılar.
Şahkulu Baba’nın başını çektiği Bâtıni (Alevi) isyancıları Osmanlı Devletinin merkezi ve bölgesel idarelerine büyük zararlar verip halk üzerine uyguladığı zulümlerle büyük bir sorun oluşturmuş, nihayet isyan bastırılabilmişti. Ancak bu isyan Bâtıni hareketin isyanlarının başını çekti. Devam eden yıllarda Şah İsmail ve Safevi yanlısı Alevi Türkmenler Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetler yürütmeye başlamışlardı. Şahkulu İsyanı, Anadolu Alevilerini isyana teşvik etmiş olması hasebiyle bastırılmış olsa da çözülememiş bir sorun olarak uzun yıllar önemini korudu.
Çaldıran Savaşı (23 Ağustos 1514)
Yavuz Sultan Selim, Şahkulu isyanının sorumlularını cezalandırmak ve Osmanlı Devleti için büyük bir tehdit unsuru haline gelen Şah İsmail’e bertaraf etmek için çıktığı İran Seferini beş ay gibi uzun bir sürede tamamlayarak Çaldıran Savaşı’nın yaşandığı Çaldıran Ovasına ulaştı (23 Ağustos 1514).
Yavuz Sultan Selim, uzun süren seferi sırasında Şah İsmail ile mektuplaşmış, bu yazışmalar hem meydan okuma, hem tehdit hem tenkit içermekteydi. Bu yazışmaların en dikkat çeken detayı ise Yavuz Sultan Selim’in İran/Fars topraklarında hüküm süren Şah İsmail’e yazdığı mektuplarda Farsça, İran/Fars Hükümdarı Şah İsmail’in ise Türkçe kullanmış olmasıydı. Zira Fars edebiyatının hâkim olduğu Osmanlı Sarayına kıyasla Fars Topraklarına hükmeden Şah İsmail ve Safevi Devletinde Türklük ve Türk Kültürü ön plandaydı.
Yavuz Sultan Selim, sefere başlarken gönderdiği ilk mektupta Şah İsmail’in “İslamiyet’e aykırı hareketlerini tenkit etmiş, yaptığı mezalimlerden bahsederek katlinin vacip olduğunu ifade ederek kılıcından evvel İslamiyet’i kabul etmesi lazım geldiğini” yazmıştı. Şah ismail ise harbe hazır olduğunu ifade ederek “Er isen meydana gelesin, bizde intizardan kurtuluruz” diyerek cevap vermiştir.
Sefer süresince elçiler aracılığıyla yapılan karşılıklı yazışmalar bir süre kesilip Şah İsmail’in cevabı gecikince Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e bir mektup daha göndererek “Davete icabet edip uzun yollar geçerek memleketine geldik. Fakat sen meydanda yoksun. Padişahların hâkimiyetindeki memleket onların nikâhlı karısı gibidir. Yiğit olan ona başkasının elini dokundurmaz. Hâlbuki bunca gündür memleketinde yürüyorum hala senden haber yok. Bundan sonra görünmezsen erkeklik sana haramdır. Miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giyip serdarlık ve şahlıktan vazgeçesin” diyerek mektupla beraber hırka, şal ve çarşaf göndermiştir.
Şah İsmail, Osmanlı Ordusunu çetin yollarda yorup savaş meydanına öyle çıkartmaya niyetlenmişti. Beklediği gibide oldu. Osmanlı Ordusu, aylarca süren sefer yolunda büyük zorluklar yaşamış, Yeni Çeriler huzursuzlanmış hatta Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in çadırına ok atacak kadar fütursuzlaşmışlardı. Şah İsmail nihayet savaş meydanına indi ve Çaldıran Ovasında Osmanlı ordusunu karşılamak üzere hazırlandı.
Osmanlı Ordusu, Çaldıran Ovasına ova sırtından indi. Osmanlı Ordusunun merkezinde Yavuz Sultan Selim ve Kapıkulu Askerleri bulunuyordu. Sağ cenahta Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa, sol cenahta ise Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa bulunuyordu. Ordunun en önünde ise Azap askerleri konuşlanmıştı. Şah İsmail’in ordusu ise sağ cenahta en büyük kumandanları olan Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali, sol cenahta Diyarbakır Beylerbeyi Ustacluoğlu Mehmet Han bulunuyor, Şah İsmail ve muhafızları ordunun en gerisinde ihtiyatta duruyorlardı. İki tarafın kuvvetleri de sayıca eşit durumdaydılar. Osmanlı ve Safevi ordularının takribi güçleri 80-100 Bin kişiydi. Bu denk güçlerin galibiyeti ancak savaş stratejileri ve askerlerin yetenekleri ile belirlenebilirdi.
Osmanlı ordusunun en muntazam birliği Yeni Çerilerdi. Buna karşın Safevi Ordusunun yarısından fazlası mükemmel niteliklerdeki süvarilerden oluşuyordu. Üstelik 2500 km’lik yolu kat eden yorgun Osmanlı Ordusuna karşın hızlı süvarilerden oluşan Safevi Ordusu stratejik olarak daha avantajlı durumdaydı. Şah İsmail’in savaş stratejisi Osmanlı Ordusunun yorgun düşmesi ve Süvarilerin taarruzlarına karşı koyamayacak duruma gelmesi üzerine planlanmıştı. Osmanlı Ordusu ise gönüllü genç Azap askerlerinin hızlı hareket ederek düşmanın savaş düzenini bozarak Yeni Çerilerin üstün savaş yetenekleriyle düşmanı bertaraf etmesi üzerine kurgulanmıştı.
Çaldıran Savaşı fevkalade bir şiddetle başladı. Safevi Ordusunun Sağ cenahı Osmanlı Ordusunun sol cenahını bozguna uğrattı. Topların zamanında ateşlenememesi ve Azap askerlerinin topların vurduğu yollardan içeri girememesi nedeniyle Safevilerin sağ cenahı Osmanlı ordusunun sol kanadına üstün geldi. Beylerbeyi Hasan Paşa ölünce Osmanlı Ordusunun sol kanadına düzensizlikler baş göstermeye başlamıştı. Sol cenahın zafiyetini Hadım Sinan Paşa’nın yerinde hamleleri tamamladı. Zamanında ateşlenen hafif toplar ile Safevi Ordusunun sol cenaha büyük zayiatlar verdirdi ve Safevi Ordusunun sol cenah kumandanı Ustacoğlu Mehmet bu taarruzla öldürüldü. Her iki ordunun da sol cenahları ağır zayiatlar vermiş, kumandanları öldürülmüş, sağ cenahları ise muvaffak olarak üstün gelmişti.
Bu eşitlik Yeni Çerilerin başarılı tüfek atışlarıyla Osmanlının lehine döndü. Safevi Ordusunun muvaffak olan sağ cenahını isabetli tüfek atışlarıyla bozguna uğratan Yeni Çeriler Şah İsmail’i de kolundan yaralamışlardı. Yeni Çerilerin tüfek atışlarıyla bozguna uğrattıkları Safevi Ordusu, Şah İsmail’inde yaralanması hasebiyle geri çekilmeye başladı. Şah İsmail’in esir düşmesi söz konusu iken Şah gibi giyinen bir seyis ortaya atılarak Şah İsmail benim diyince esir alındı. Şah İsmail’de hem ordusunu hem de sefer hazinesini arkasında bırakarak Tebriz’e kaçtı. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşından hemen sonra Tebriz’e doğru ilerledi. Osmanlı Ordusunun Tebriz’e yaklaştığını haber alan Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim’in gazabından kaçmak için İran içlerine kaçmak zorunda kaldı. Yavuz Sultan Selim, Tebriz’de 10 gün kadar kalarak burada yaşayan pek çok sanat erbabı, tüccar ve edebiyatçıyı İstanbul’a davet ederek seferini tamamladı ve İstanbul’a geri döndü.
Safevi Devletinin Zayıflaması (1514 – 1524)
Şah İsmail, Çaldıran yenilgisinden sonra Tebriz’e çekilmiş, Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e girmesi üzerine buradan kaçarak belli bir yere yerleşmeden İran’ın içlerinde muhtelif şehirlerde konaklamıştı. Yavuz Sultan Selim savaşı kazanmasına rağmen Tebriz’i almadan geri döndü. Osmanlı tehdidinin Tebriz ve İran coğrafyası üzerinden çekilmesi ile birlikte yeniden saltanat makamına geçti ancak Çaldıran hezimeti Şah İsmail’in ruhsal çöküntü içerisine girmesine sebep oldu.
Aynı zamanda Şair ve Edebiyatçı olan Şah İsmail, Çaldıran mağlubiyetinden sonra devlet işlerine ehemmiyet vermeyerek şiir ve edebiyat ile ilgilenmeye başladı. Devletin idaresini ise vezirlerine, valilere ve emirlere bıraktı. Esasen Safeviye tarikatının idaresinde olan Safevi Devleti, Şah İsmail’in pasif kalmasına rağmen yıkılmadı. Zira Saltanat Tarikatı olan Safeviye ailesi ve tarikata mensup Şii Türkmenler ile Bâtınilik hareketine katılan göçmen Anadolu Türkmenlerinin desteği ile ayakta durabiliyordu.
Safeviye tarikatı daha çok itikadi bir alt yapı ile idare ediliyordu. Şah İsmail döneminde Anadolu Türkmenlerine verilen destek ile devlet teşkilatlanmasında Türkmenlere öncelik vermekteydi. Şah İsmail’in devletin yönetimindeki inisiyatifinin zayıflaması üzerine Bâtıni Türkmenlerin Safevi Devleti içerisindeki tartışmasız üstünlüklerine gölge düşürdü. Bunun yanında dışlanan Göçmen Türkmenler, Bâtınilikten Aleviliğe doğru kaymaya başlamış, Safevi tarikatının himayesinde olmalarının tesiriyle kendilerini tümüyle Alevi olarak ifade eder hale gelmişlerdi. Oysa Safevi Devleti, Şah İsmail’in inisiyatifi kaybetmesi üzerine Türkmenlere verdiği öncelikten vazgeçerek Fars ve Araplara da devlet teşkilatlanması içerisinde vazifeler vermeye başlamışlardı.
Şah İsmail’in devlet idaresindeki münasebetlerinin zayıflaması ile birlikte inisiyatifi elinde bulunduran Safeviye tarikatının devlet idaresinde itikadi yönlerin ağır basması neticesinde vezirlik gibi Şahlıktan sonraki en önemli mertebeye peş peşe Fars kökenli devlet adamlarının atanmaları Türkmenlerin tepkilerine yol açtı. Esasında Çaldıran Savaşından önce de vezirlik görevinde Fars devlet adamları bulunuyordu. Ancak bu durum Çaldıran savaşı sonrasında daha da derinleşti ve devlet idaresinde Arap ve Fars kökenlilerin sayıları artmaya başladı. Türkmenler, önceleri bu durumu kabullenmediler ve büyük sorunlara yol açacak faaliyetler içerisine giriştiler. Tıpkı Osmanlı Devletine tabi olan Alevi Türkmenlerin Şahkulu isyanıyla devlete meydan okuduğu gibi bu kez Safevi Devletine karşı isyan hareketi içerisine girişerek Fars kökenli vezirleri öldürdüler. On beş yıl boyunca devam eden bu isyanlar neticesinde 4 vezir doğrudan, 1 vezir ise dolaylı yollardan Türkmenler tarafından öldürüldü.
Şah İsmail, tüm bu olan bitene seyirci kalmaktaydı. Zira kendisi devlet işlerinden uzak duruyor, bu vazifeyi Safeviye tarikatının görüşleri doğrultusunda atanan Vezir, Emir ve Valilere bırakıyordu. Safeviye tarikatı ise etnik ayrılıkçılık güderek Şii akımının öncülüğünü yapan Fars ve Arap kökenli toplumlardan yetişen devlet adamlarına öncelik veriyordu. Osmanlı Devleti tarafından dışlanarak Safevi Devletine biat eden Türkmenler bu kez Safevi Devleti tarafından ikinci sınıf muamelesi görüyordu.
Bâtıni Türkmenlerin Safevi Devletince dışlanmalarına karşı gösterdikleri tepki onlarca yıl boyunca devam etti. Ancak Safevi Devletinin Arap ve Farsları ön plana çıkartması devletin tebaası olan toplumlarında asimile olmasına yol açtı. Önceleri yalnızca Bâtıni olan Göçebe Türkmenler zamanla Şia mezhebinin itikatlarını benimseyerek Şii olmuş, sonrasında ise edebi ve kültürel yönden asimilasyona uğrayarak Farslaşmaya başlamışlardı. Bu dönemden sonra Türkmenler varlıklarını korumaya çalışmışlarsa da bir Türk Devleti olarak kurulmuş olan Safevi Devleti giderek Farslaşmaya ve Fars Devleti haline gelmeye başlamıştır.
Şah İsmail’in kudreti ile bir Türk Devleti olarak kurulmuş olan Safevi Devleti, Çaldıran mağlubiyetiyle birlikte zayıflamış, Devletin mühim mevkilerinin Farsların eline geçmesiyle giderek Farslaşmaya başlamıştı. Bu süreç Şah İsmail’in döneminde başladı ve ölümünden sonra da yükselerek devam etti. Şah İsmail, 1524 yılında Erdebil’de hastalanarak bir iç kanama sonucu çok genç yaşta (37) vefat etti. Şah İsmail’in ölümü üzerine yerine oğlu Tahmasp geçti.
1. Tahmasp Dönemi (1524 – 1576)
Şah İsmail döneminde kurulan ve güçlenen Safevi Devleti, Çaldıran Savaşı sonrasında zayıflamaya başlayınca Sınır Komşusu olan Osmanlı Devleti Safevi Devleti üzerinde baskıcı bir siyaset izlemeye başlamıştı. İran Coğrafyasını kontrol altında tutmak isteyen Osmanlı, Safevilerin iç işleriyle ilgili konularda dışarıdan müdahil oluyor, Vali ve bölgesel idarecilerin atanmalarında inisiyatif kullanabiliyorlardı. 1. Tahmasp, babasının ölümü üzerine tahta çıktığında henüz 10 yaşındaydı. Osmanlı Devletinin baskılarına maruz kalan Safevi Devlet teşkilatlanmasının bir gereği olarak saltanat makamındaki değişiminin Osmanlı Hükümdarlığına bildirilmesi gerekmekteydi. Tahmasp, bu kuralı çiğneyerek saltanata geçtiğini resmi yollarla Osmanlı Hükümdarlığına bildirmemişti.
Osmanlı Devleti’nin Safevi Devleti üzerinde kurduğu baskılar Şah İsmail döneminde kabul görmüş ve itaatkâr bir tutum izlenmeye başlanmıştı. Ancak Tahmasp, henüz on yaşında olmasına rağmen tahta geçtiğini Osmanlı Devletine bildirmeyerek ilk itaatsizliğini yapmış oldu. Devam eden yıllarda yaşı ilerleyip devlet idaresinde daha çok söz sahibi olmaya başlayınca Osmanlı Devletine karşı mücadeleci bir tavır takınmaya başladı.
Tahmasp, çok genç yaşta saltanat makamına geçtiği için devlet işleri daha çok vezirlerin ve emirlerin idaresinde idame ediliyordu. Tahmasp’ın devlet işlerinde tam anlamıyla söz sahibi olması 4 yıl kadar sonra mümkün olabildi (1528). Tahmasp, 14 yaşına bastığında artık hükümdarlık vazifesini üstlenmiş, tüm inisiyatifi eline almıştı. Bu tarihlerde Horasan bölgesinde uzun yıllardır devam eden Özbek mücadeleleri yeniden alevlenmekteydi. Safevi Devletinin 1511 yılında yıktığı Özbek Hanlığı’nın ardılları Horasan’daki otoritelerini yeniden kurabilmek için uzun yıllardır Safevi Devleti ile mücadele ediyorlardı. 1528 yılında giderek daha büyük bir tehdit halini alan Özbeklere karşı ordusunun başına geçen Tahmasp, Özbekleri mağlup ederek Horasan’daki otoritesini muhafaza etti.
Devletin idaresini eline almış olan Tahmasp, 1529 yılında Bağdat üzerine hareket etti. Zira Bağdat valisi Musullu Zülfikar Bey, hem kendisinin hem de Bağdat ahalisinin Sünni olması hasebiyle Osmanlı yanlısı bir siyaset izliyor, Bağdat’ı Osmanlı Devletine tabi kılmak için çaba sarf ediyordu. Bu durumdan haberdar olan Tahmasp, 1529’da Bağdat’a yürüyerek Bağdat valisi Zülfikar ile mücadeleye girişti ve bu mücadeleyi kazanıp Bağdat valiliğine Şii kökenli olan ve kendisine bağlı olan Valiler atayarak Bağdat’taki otoritesini sağlamlaştırdı. Tahmasp’ın sonraki hedefi Azerbaycan ve Doğu Anadolu bölgesiydi. Şah İsmail döneminde Safevi Devletine bağlı olan bu bölgeler artık Osmanlı Devleti’nin gölgesi altında varlığını devam ettirebiliyordu. Osmanlı Devleti yüzünü batıya dönmüş, Balkanlarda mücadele etmekteydi ve doğu sınırlarını ihmal etmekteydi. Bu durumdan istifade etmek isteyen Tahmasp, babası Şah İsmail döneminde olduğu gibi Alevi Türkmenleri yanına çekmeye, Sünni olan ve Safevi Devletinin hâkimiyetini kabul etmeyen Anadolu Beylikleri üzerinde baskı kurmaya başladı. Bu baskılar neticesinde Bitlis ve Van beylikleri zorla da olsa Safevi Devletine bağlandılar. Ancak bu zoraki bağlılık uzun sürmedi.
Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Safevi Devletinin giriştiği düşmanca faaliyetler üzerine Sadrazam İbrahim Paşa’yı (Pargalı İbrahim) vazifelendirerek Azerbaycan seferine gönderdi (1533). Tahmasp’ın zorla kendisine bağladığı Sünni beylikler üzerinde kurduğu baskılar nedeniyle halk Osmanlı Devletinin himayesini bekler duruma gelmişti. Sadrazam İbrahim Paşa, 1. Azerbaycan seferi olarak tarihe geçen bu seferde önce Bitlis’i sonra Van’ı aldı ve 3 yıl Tebriz’e doğru yola çıktı. Osmanlı ordusuna karşı koyamayan Tahmasp, Tebriz’i de savunamadı ve kısa süre içerisinde Tebriz’de Osmanlı Ordusu tarafından fethedildi. Sadrazam İbrahim Paşa’nın komutasındaki Osmanlı Ordusu Tebriz’e ulaştığında Kanuni Sultan Süleyman Han’da Tebriz’e doğru yola çıkmıştı. Tebriz’de birleşen Osmanlı Orduları buradan güneye inerek önce Musul sonra Bağdat’a girerek bu bölgeleri hâkimiyetleri altına aldılar.
Safevi Devleti en önemli şehirlerini bir bir kaybediyordu. Önce Van, sonra Bitlis, daha sonra ise en önemli kentler olan Tebriz ve Bağdat Osmanlı Devleti tarafından fethedilmişti. Bu mağlubiyetler Safevi Devletinin yıkılması anlamına geliyordu. Şah İsmail, kaybettiği topraklarda yeniden hüküm sürebilmek için önce Tebriz’e sonra Van’a girerek bu kentleri yeniden hâkimiyeti altına aldı (1534). Osmanlı Ordusu, Bağdat’a büyük önem veriyordu. Bu sebeple Bağdat’tan çıkmamışlardı. Ancak Tahmasp Tebriz ve Van’ı geri almayı başarmıştı. Bağdat’ta bulunan Osmanlı Ordusu Tebriz’e tekrar girmiş olsa da uzun zamandır burada olan Osmanlı Ordusu yorulmuş ve zayıflamıştı. Tebriz’i tekrar fethedemeyen Osmanlı Ordusu 1536’da İstanbul’a döndü ancak Tahmasp Bağdat’ı tekrar alamadı.
Safevi Devleti, Osmanlı seferleriyle zor durumda kalınca ülkenin doğu sınırlarındaki Özbek tehdidi yeniden ortaya çıktı. Özbeklerin tekrar Horasan’a girmesi üzerine Tahmasp Horasan seferine çıkarak 2 yıl süren bir mücadele sonucunda Özbekleri Horasan’dan çıkartmayı başardı (1538).
Tahmasp, Osmanlı Seferleriyle zayıflayan devletine güç kazandırmak için yeni fetih hareketlerine girişti. 1540’da Gürcistan üzerine yürüdü. Kafkaslardaki hâkimiyetini kuzeye doğru genişletmek isteyen Tahmasp, Gürcistan seferi ile hem hâkimiyetini pekiştirdi hem de elde ettiği ganimetlerle Devlet hazinesini zenginleştirdi. Gürcistan fethinden kısa süre sonra Tahmasp’ın kardeşi Elkas Mirza Tahmasp’a karşı mücadeleci bir tavır izlemeye başladı. Saltanat makamını ele geçirmek isteyen Elkas Mirza, Safevi Devleti içerisinde umduğu güce erişemeyince Osmanlı Devletinin himayesi ve desteğini almak amacıyla İstanbul’a gitti (1547). Osmanlı Devleti tarafından himaye edilen ve Safevi Devletine karşı kullanılan Elkas Mirza, emrine verilen Osmanlı Ordusu ile birlikte Van’a doğru yola çıkarak 29 Mart 1548’de Van’ı kuşatma altına aldı. Elkas Mirza’nın ardından yola çıkmış olan Ulama Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Van’ı aldı, buradan da Tebriz’e doğru yola çıktı. Ulama Paşa’nın ordusunun ardından ise Kanuni Sultan Süleyman’ın komuta ettiği Osmanlı Ordusu ile birlikte Tebriz’e girdiler ve Tebriz kısa süre içerisinde düştü.
Van, Bitlis ve Tebriz’i kaybeden Tahmasp, 1534 seferlerinde olduğu gibi Osmanlı Ordusu’na karşı savunma yapmak yerine Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’a dönmesi üzerine karşı taarruza geçerek Anadolu içlerine doğru sefere girişerek Erzincan’a kadar ilerledi. Ancak bu seferin amacı fetih değil intikam ve yağmaydı. Tahmasp, yürüttüğü yağma ve talan faaliyetlerinden sonra Karabağ’a çekildi. Tahmasp’ın yağma faaliyetleri Erzincan’la sınırlı kalmadı. Karabağ üzerinden yaptığı taarruzlarla Osmanlı Beyliklerinin idaresinde olan bölgelerini de yağmalaması Kanuni Sultan Süleyman’ın şiddetle karşılık vermesine neden oldu. Nahcıvan seferine çıkan Osmanlı Ordusu, Safevi Devletine öldürücü darbeyi vurmak için yola çıkmış, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’da bizzat ordusunun başına geçmişti. Önce Musul’u sonra Kars’ı fetheden Kanuni, Nahçıvan’a doğru ilerliyordu. Tahmasp, Kanuni’nin bu kez kendisi ile savaşmadan geri dönmeyeceğini anlayınca mektuplaşarak barış istemek zorunda kaldı. Kanuni Sultan Süleyman, bu barış isteğini kabul edince Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında ilk kez imzalanan barış anlaşması ile seferi yarım bırakarak geri döndü (1555). İmzalanan barış anlaşmasıyla Bağdat ile birlikte Irak’ın büyük bölümü, Azerbaycan’ın batısı, Fırat ile Dicle nehirleri arasında kalan bölge ve Tebriz Osmanlı Devletine bırakıldı.
Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında ilk kez bir barış anlaşması imzalanmıştı. Ancak bu barış uzun sürmedi. Anadolu coğrafyası üzerindeki yayılma emelinden vazgeçmeyen, üstelik Tebriz’i de Osmanlılara bırakmak zorunda kalan Tahmasp, Şehzade Bayezid’in giriştiği isyan faaliyetine doğrudan destek vererek hasmane bir tutum izlemeye başlayınca doğu sınırlarında yeni bir cephe açmak istemeyen Kanuni Sultan Süleyman, barışın tahsisi için Kars’ı Safevi Devletine verdi. Ancak bu politik ilhak Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu siyasi çalkantılar nedeniyle gerçekleşmeyerek tekrar Osmanlı tarafından geri alındı (1559).
Şah İsmail döneminde kurulan ve kısa sürede büyük bir devlet haline gelen Safevi Devleti, yine Şah İsmail döneminde zayıflamıştı. Bu süreç Şah İsmail’in oğlu Tahmasp döneminde de tekerrür etti. Tahmasp, devraldığı devleti kısa süre içerisinde güçlü bir devlet haline getirmiş, Osmanlı Devletinin boyunduruğundan kurtararak sınırlarını genişletmişti ancak Cihan Devleti Osmanlı’lara karşı üstün gelemeyeceğini anlaması ile mücadeleden vazgeçerek dostane bir tutum izlemeye başladı. Amasya anlaşması ile kurulan ve Şehzade Bayezid isyanıyla gölgede kalan barış ilişkileri, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra (1566) gelişerek Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında dostane bir siyaset izlenmeye başlandı.
Tahmasp, 2. Selim ve 3. Murat dönemlerinde de Osmanlı Devleti ile mücadele etmekten kaçınarak dostane ilişkiler güttü. Zira Safevi Devleti eskisi kadar güçlü değildi. Üstelik Tebriz, Şam ve Van gibi en önemli Safevi Şehirleri artık Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. Varlığını Doğu Azerbaycan, Kuzey İran ve Horasan hattında devam ettirmeye çalışan Tahmasp, kaçınılmaz olarak devletin küçülmesine engel olamayarak Osmanlı Devletinin gücünü kabullenmek zorunda kalmıştır.
Tahmasp, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra iç karışıklıklar ile uğraşmak zorunda kalmış, Horasan bölgesindeki Özbek taarruzlarıyla uğraşmış ve devlet içerisindeki teşkilatlanmalarda Farsların ön plana çıkmasına engel olamamış, tüm bu menfi tezahürlere rağmen ülkesini ayakta tutmaya çabalamıştı. 1576 yılında öldüğünde ise Safevi Devleti saltanat mücadelelerine sahne olacak, zaten zayıflamış ve küçülmüş olan Safevi Devleti, cihan devleti olmaktan uzaklaşarak küçük ve tarihine nispeten zayıf bir devlet haline gelecektir.
2. İsmail Dönemi (1576 – 1577)
Tahmasp’ın ölümü üzerine yerine büyük oğlu Muhammed Hüdabende taht varisi durumundaydı. Ancak Hüdabende görme sorunları yaşıyordu ve yarı kördü. Bu nedenle yerine kardeşi İsmail geçti. İsmail, Osmanlılar ile mücadele döneminde büyük başarılara imza atmış, bu başarılarının mükâfatı olarak 1556 yılında Horasan’a vali olarak atanmıştı. İsmail, babasının sağlığında saltanat makamını ele geçirme niyetindeydi. Babasını öldürüp yerine geçmeyi düşünen ve bu düşüncesini güvendiği birkaç kişiyle paylaşan İsmail’in niyeti güvendiği kişiler tarafından Tahmasp’a ulaştırılınca Tahmasp, oğlu İsmail’i hapse atarak 20 yıl boyunca mahkûm etmişti. İsmail, Tahmasp’ın vefatı üzerine saltanat adayı olması hasebiyle hapisten çıkartıldı. Ancak kardeşi Haydar Mirza da kendisi gibi bir saltanat adayıydı ve saltanat makamına geçecek kişi Safeviye tarikatının önde gelenleri tarafından belirlenecekti.
İsmail, Türkmen bir anneden dünya ya gelmişti. Kardeşi Haydar Mirza’nın annesi ise bir Gürcü idi. Bu noktada ayrılığa düşen Safeviler henüz karar verememişlerdi. Bu süreçte taraftarları Haydar Mirza’yı bir merasimle tahta geçirmeye teşebbüs ettiler. Buna karşı çıkan İsmail taraftarları ile aralarında yaşanan mücadeleler neticesinde Haydar Mirza öldürüldü ve İsmail saltanat makamına geçebildi. Ancak İsmail, tahta geçtikten kısa bir süre sonra Sünni olduğunu açıkladı. Bu durum Safevi din önderleri ve Kızılbaş Alevi inancını benimseyen zümreler tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Buna rağmen Saltanat makamının verdiği güçle kendisine karşı gelenleri bastıran İsmail, 24 Kasım 1577 yılında kız kardeşi Perihan Hanım’ın da yardımı ile zehirlenerek öldürüldü.
Muhammed Hüdabende Dönemi (1577 – 1587)
2. İsmail’in zehirlenerek öldürülmesi neticesinde Tahmasp’ın büyük oğlu Muhammed Hüdabende tahta geçirildi. Hüdabende döneminde Safevi Devleti içerisinde mühim sorunlar meydana gelmeye başladı. Saltanat mücadeleleriyle sarsılan devlet otoritesi, yarı kör olan Hüdabende’nin itibarına gölge düşürmüştü. Devlet içerisinde yaşayan Türkmenler ile Farslar arasında yaşanan mücadeleler de sorunların büyümesine neden oldu. Orduda meydana gelen Fars-Türkmen çatışmaları saraya kadar uzanmış, saltanat makamında bile kendisini göstermeye başlamıştı. Üstelik uzun yıllardır mücadele ettikleri ve Horasan’dan uzaklaştırdıkları Özbekler, Safevi Devletinin mukavemetinin zayıflaması ile önce Horasan’ı zapt ettiler, ardından ise İran içlerine kadar ilerleyerek kimi bölgelerde söz sahibi duruma geldiler.
Safevi Devletinin yaşadığı iç karışıklıklar Osmanlı Devleti ile girişilen müspet ilişkilere de gölge düşürdü. Zira Ruslarla mücadele eden Osmanlı Devleti, doğu sınırlarını genişletmeyi amaçlıyordu. Safevi Devletinin saltanat mücadeleleri içerisine girmesi ve zayıflaması Osmanlı’nın Azerbaycan ve Kafkaslar üzerindeki stratejilerini kolaylaştırmaktaydı. Bu durum Hüdabende’nin saltanatına gölge düşürüyordu ve yaşanan iç karışıklıklar Safevi sarayında bir takım siyasi komploların ve gizli faaliyetlerin yürütülmesi ile içinden çıkılamaz bir hale geliyordu.
Safevi Devleti, toplum nezdinde Türkmen-Fars mücadelelerine sahne oluyor, Saray nezdinde ise saltanat heveslilerinin siyasi oyunlarıyla kaynıyordu. Bu menfi tezahür neticesinde bir saray darbesi gerçekleşti ve Hüdabende tahttan indirildi (1587). Hüdabende’nin tahttan indirilmesi sonrasında saltanat makamı 14 ay kadar boş kaldı. Bu süre zarfında taraflar siyasi olarak birbirleri ile mücadele etmiş, nihayet Ekim 1588’de Muhammed Hüdabende’nin oğlu Abbas Safevi Devletinin Şah’ı ilan edilebilmişti.
1. Abbas Dönemi (1588 – 1629)
1. Abbas, saray entrikaları sonucunda babası Muhammed Hüdabende’nin yerine saltanat makamına geçebilmişti. Şah Abbas, 42 yıllık uzun hâkimiyet döneminde Safevi Devletini içinde bulunduğu zor duruma rağmen ayakta tutabilmiş, elde ettiği başarılarla devletin yıkılmasına engel olmuştur.
Şah Abbas’ın ilk faaliyeti, Horasan’ı aşıp İran içlerine kadar ilerleyen Özbek tehdidini bertaraf etmeye çalışmak oldu. Kalabalık ve güçlü Özbek güçleri Safevi Devletine karşı mücadele ederken birlik olmuşlardı ancak Horasan’ı ele geçirdikten sonra kendi içlerinde yaşadıkları anlaşmazlıklar sebebiyle birlikte hareket edemiyorlardı. Buna rağmen kalabalık kitlelerle büyük bir güç olan Özbeklere karşı mücadele etmek için devletin batı hudutlarını güvence altına almak gerekiyordu. Şah Abbas, bu strateji doğrultusunda 1590 yılında Osmanlı Devleti ile bir anlaşma yaparak Doğu Azerbaycan ve Kafkaslardaki topraklarını Osmanlı Devletine terk etti. Safevi Devleti kuzey sınırlarını kaybetmişti ancak Osmanlı Devleti tarafından gelecek olası tehditlere karşı kendisini güvence altına almış oldu.
Şah Abbas’ın Özbeklerle mücadeleleri yeteri kadar başarılı olamadı. Zira Safevi ordusu, düzensiz ve yarı sivil bir orduydu. Büyük mücadeleler için düzenli bir ordu kurmak gerekiyordu. Abbas, hem düzenli bir ordu kurmaya çalıştı hem de Özbekler ile mücadele etmeye devam etti. Ancak Düzenli ordunun kurulması mevcut ordunun zayıflamasına yol açıyordu. Zira mevcut ordu düzeninde yağmadan pay alan aşiret askerleri, yerlerini Düzenli birliklere bırakmak istemiyorlardı. Üstelik Düzenli ordu, savaş olmadığında bile ciddi bir maliyet unsuru oluyor, bu maliyeti karşılamak için devlet hazinesi yetersiz kalıyordu. Şah Abbas’ın düzenli ordu kurma girişimleri 20 yıl sürdü. Nihayet düzenli ve güçlü bir orduya sahip hale gelen Abbas, 1598 yılında Horasan’a girerek Özbekleri büyük bir bozguna uğratıp Horasandan çıkartmayı başardı.
Horasan’ı Özbeklerden alan Şah Abbas için ikinci hedef Osmanlı Devletiydi. Özbeklerle mücadele etmek için Osmanlı Devletine terk ettiği Doğu Azerbaycan hattını geri almak üzere önce Osmanlılar ile yazışarak eski topraklarını geri istemiş, bu toprakları siyasi olarak geri almayı denemiştir. Ancak Osmanlı Devletinin bu anlaşmaya razı olmayınca düzenli ve güçlü ordusuyla birlikte Azerbaycan seferine çıkarak eski topraklarını Osmanlı Devletinden geri aldı ve Doğu Azerbaycan hattının hâkimiyetine yeniden kavuşmuş oldu (1602).
Şah Abbas’ın düzenli ordusu Safevi Devletinin çehre değiştirmesine yol açtı. Zira toplanıp dağılan Safevi ordusunun en etkili gücü Alevi Türkmenlerden oluşmaktaydı. Oysa düzenli ordunun tanziminde Türkmenler değil Fars ve Arap tebaaları ile Osmanlı’dan esinlenilerek çoğunlukla esir olarak alınıp İslami kural ve usullere göre yetiştirilen, Saltanat makamına sadık Gürcü, Ermeni ve Çerkez kölelerden oluşmaktaydı. Bu durum Safevi Devletinin kurucu unsuru olan Türkmenlerin, zaten Farslaşmaya başlayan Safevi Devleti içerisindeki rolünü de geri plana itti. Öyle ki Kölemen askerler, zamanla vilayetlere vali olarak atanmaya başlamış, devletin asli unsuru olan Türkmenler azınlık durumuna düşmüşlerdi.
Düzenli orduya geçilmesi ile birlikte çehre değiştiren Safevi Devleti, bu değişimin bir parçası olarak başkentini İsfahan’a taşıdı. Giderek Farslaşan ve kendisini İran Devleti olarak ifade etmeyen başlayan Safevi Devleti, Fars kültürel akımına öncelik vererek İsfahan’da pek çok kültürel yapı, meydan ve türbeler inşa ettirerek hem sosyal hem de kültürel mevcudiyetini Fars kültürüne devşirdi. Bu tarihlerde İsfahan’da şehircilik yükseldi, saltanat makamı ve saltanata bağlı tüm kurumlar kesin olarak Şii’leşti. 17. Yüzyılda Basra körfezi üzerinde nüfuz kazanmak için çaba sarf eden Portekizler ve İngilizler ile ticaret anlaşmaları yapılarak İsfahan eşrafının ticaret ile uğraşarak zenginleşmesi sağlandı.
Bir Türk Devleti olarak kurulmuş olan Safevi Devleti, Şah Abbas döneminde tam anlamıyla Farslaşarak Türkmenler azınlık haline getirildi. Bu tarihten sonra İran tarihine mal olan Safevi Devleti, toplumsal olarak zenginleşmiş ancak siyasi olarak zayıflayarak politik açıdan küçülmüştür. Bu siyasi zayıflama, ilerleyen yıllarda Safevi Devletini yıkılma sürecine sürükleyecektir.
Şah Abbas, 42 yıllık uzun hâkimiyet döneminden sonra, ilerleyen yaşı hasebiyle 1629’da vefat etti ve yerine oğlu Safi Mirza geldi.
Safevi Devletinin Farslaşması ve Türkmenlerin Azınlık Durumuna Düşmesi
Safevi Devleti içerisinde Türkmenlerin rolü siyasi ve toplumsal omurgayı teşkil etmekteydi. Zira hem Safeviye Tarikatı Türkmen kökenli bir zümreydi hem de devletin kurucusu Şah İsmail anneden ve babadan özbeöz Türkmendi. Dönemin en büyük Türk Devleti olan Osmanlı bile Fars kültüründen fevkalade etkilenmişken Farsların yoğunlukla yaşadığı İran coğrafyasında kurduğu Safevi Devleti, Türk diline ve Türk Kültürüne çok daha yakın durmaktaydı. Hatta aynı zamanda şair olan Şah İsmail, şiirlerinde Türkçeyi kullanmaya önem vermiş, saltanatı döneminde Uygur alfabesini kullanmaya başlayarak Türklüğünü her fırsatta ön plana çıkartmıştı.
Safevi Devleti için Türkmenler fevkalade öneme sahipti. Zira Selçuklu dönemindeki yoğun Türk göçleri Anadolu’ya kaymış, Anadolu’ya gidemeyen Türkmenler bu bölgede yerleşerek Safevi Devletinin temellerini teşkil etmişlerdi. Devletin kurucusu Şah İsmail, Anadolu Selçuklu Devleti sonrası Anadolu’ya göç eden ve Bâtıni hareketlerden etkilenmiş olmaları nedeniyle itikadi sebeplerden ötürü Osmanlı Devleti tarafından sahiplenilmeyen kalabalık Türkmen topluluklarını sahiplenerek gücüne güç katmış, Bâtınilikten etkilenmiş olan bu toplumlara Şii inancını nüfuz ettirerek kendi tebaası haline getirmişti.
Bâtıni Türkmenler, daha çok Osmanlı Devletinin baskıları nedeniyle Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti tebaası olan Sünni Türk Boyları gibi yerleşik hayata henüz geçememişler, göçebe olarak yaşayarak Bozkır kültürünü devam ettirmişlerdi. Bu sebeple at sırtında konar-göçer hareket eden bu Türkmen topluluklar askeri açıdan büyük bir avantaj sağlıyordu. Hem tebaasını güçlendirmek hem de askeri açıdan göçebe Türkmenlerden istifade etmek isteyen Şah İsmail, devletin önemli mercilerine Türkmen beylerini atamış, ordusunda Türkmenlere görev vererek Fars ve Arapların devlet nizamı içerisinde yükselmesine mani olmuştu.
Elbette Safevi Devleti bünyesinde yalnızca Türkmenler bulunmuyordu. Büyük Selçuklu Devleti döneminde Orta Asya’dan kalabalık göçlerle İran-Irak hattına yerleşen Türk kitleleri Büyük Selçuklu Devletinin yıkılması ile yoğunlukla Anadolu’ya göç etmiş, ancak bu göç dalgalarına katılmayanlar Büyük Selçuklu Devleti topraklarında kalmayı yeğlemişlerdi. Tıpkı Türk toplumları gibi Farslar ve Araplarda Sasaniler, Samaniler ve Abbasiler dönemlerinde ortaya çıkan türlü siyasi keşmekeşlere maruz kalan bu çetin coğrafyada ardıllarını bırakmışlardı.
Safevi Devleti döneminde nüfusun demografik yapısını incelediğimizde Azerbaycan hattında yoğunluğun Türkmenlerden oluştuğunu görebiliyoruz. Doğu İran hattı ise Farslar ve çoğunlukla Özbeklerden oluşan Türk boyları ve göçebe Türkmenlerden oluşmaktaydı. Irak ile Acem bölgelerinde ise Türkmenler, Araplar ve Farslar yaklaşık olarak birbirlerine yakın yoğunluklarda yaşamaktalardı. Görülmektedir ki Safevi Devletinin kurulduğu yıllarda tebaanın takriben yarısı Türkmenlerden, diğer yarısı ise Fars ve Araplardan oluşmaktaydı. Bu nüfus dengesi Şah 1. İsmail’in ölümü ile birlikte yavaş yavaş Farsların lehine doğru gelişmeye başladı. Şah 2. İsmail döneminde hız kazanarak Şah Abbas döneminde Farslar asli unsur olarak görülmeye, Türkmenler ise azınlık durumuna düşmeye başladılar.
Şüphesiz ki Safevi Devletinin Farslaşmasının ve Osmanlı Devleti tarafından dışlanan Batıni göçebe Türkmenlerin ümit ile Safevi Devletine bağlanmaları sonrası sükutu hayale uğramalarının yegane sebebi Şii inancı olmuştur. Zira Safevi Devleti Safeviye Tarikatı bünyesinden çıkmış, Şii inancını benimseyen Türk kökenli Safeviye Tarikatı, zamanla Şii inancı benimseyen ve sahiplenen Farslar tarafından tahakküm altına girmiş, bu tahakküm Safevi Devletinin temel politikalarına yansımıştır.
Şah Abbas döneminden sonra Türk kimliği ortadan kalkarak önce İranlılık ön plana çıkmış, Farsların devlet nezdindeki tahakkümü kesinleştikten sonra ise İran Tarihine mâl olur hale gelmiştir. Unutmamak gerekir ki bugün İran devleti içerisinde yaşayan Türkmenler İran nüfusunun %30’undan fazlasını teşkil etmektedirler. Bugünün İran Devleti içerisindeki Türk nüfusunun kökeni de Safevi Devletine dayanmaktadır.
Safevi Devletinin Yıkılışı
Şah 1. Abbas döneminde hızlanan Farslaşma akımı, İngiltere ve Portekiz’in Basra körfezi üzerindeki emelleri ile bölgeye girmesi ve Safevi Devleti ile giriştikleri ticari münasebetler ile Safevi Devletinin ekonomik olarak zenginleşmesine rağmen siyasi olarak zayıflaması Safevi Devletinin sonunu hazırlayan süreci başlatmış oldu.
Şah Abbas’ın vefatında sonra yerine geçen oğlu Safi Mirza (1629 – 1642), babası gibi İngilizlerin bölgedeki oyunlarına alet olunca Safevi Devletin bekasını tehlikeye sürükleyen politikalar gelişerek devletin istikbali felakete doğru sürüklenmeye başladı. Bunun yanında Türklükten uzaklaşmış olan Safevi Devleti, Osmanlı ile devam eden barış halini ortadan kaldırıp savaş ilan edince Safevi Devleti büyük bir darbe daha aldı. Safevi Devleti için büyük öneme sahip olan Van Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. Şah Safi, Van’ı topraklarına katmak için bir sefer düzenleyince Osmanlı Devleti’nin tepkisi şiddetli oldu. Van’ı kuşatan Safevi ordularını kovmakla yetinmeyerek Bağdat ve Orta Irak sahasını da fethederek hâkimiyeti altına aldı ve Safevi Devleti Van’ı almak yerine Orta Irak bölgesini de Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı (1636 - 1642).
Şah 1. Safi’den sonra yerine oğlu 2. Abbas geçmişti (1642 – 1666). 2. Abbas dönemi iç çekişmeler, Özbek akınları, iç isyanlar ve mezhep çalışmalarıyla mücadele ile geçti. Bu süre zarfında Osmanlı Devletinin Suriye, Irak ve Azerbaycan üzerindeki ilerlemelerini durduramayan Abbas, yönetimi süresince varlık gösteremeyerek yerini oğlu Süleyman’a bırakmış (1666 – 1694), Şah Süleyman döneminde de varlık gösteremeyen Safevi Devleti bölgedeki siyasi otoritesini kaybetme durumuna gelmişti.
Şah Süleyman’ın vefatından sonra yerine oğlu Şah 1. Hüseyin geçti (1694 – 1722). Şah Hüseyin, babasından kalan devleti yüceltmek bir tarafa devlet işleriyle ilgilenmeyip hazineyi kişisel harcamaları ve sefahatiyle tüketti. Şah Hüseyin döneminde Safevi Devleti din adamları olan Mollaların yönetimine bırakıldı. Şah’ın devlet idaresindeki basiretsizliği ile yönetimde söz sahibi hale gelen mollalar, Safevi Devletini teokratik bir düzenle yönetmeye başladılar. Ortaya çıkan otorite boşluğu iç isyanları beraberinde getirdi. Sonradan Safevi tebaası olan Afgan kökenli kabileler birleşerek isyan hareketine giriştiler ve isyan hareketinin önderi olan Mahmud’u Afganistan’da tahta geçirilerek Safevi topraklarında bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Afganların isyan hareketi zamanla daha da genişleyerek İran içlerine kadar ulaştı. 1722 yılında İsfahan’ı kuşatarak Şah Hüseyin’i tahttan indirdiler. Böylelikle Safevi Devleti fiilen yıkılmış ve yönetilemez duruma gelmiş oldu. Afganlar İsfahan’ı kuşatarak Şah Hüseyin’i tahttan indirmişlerdi ancak burayı hâkimiyetleri altına almak yerine yağmalayarak geri döndüler. Şah Hüseyin’den sonra yerine 2. Tahmasp geçti (1722 – 1732) ancak 10 yıllık saltanat dönemi içerisinde iç isyanlarla baş edemeyip Afgan istilacıların taarruzlarına karşı koyamadı.
Safevi Devleti, Şahların basiretsizlik ve başarısızlıklarına rağmen yıkılmak üzereyken aslen Afşar türkü olan Safevi Ordu kumandanı Nadir Şah’ın devlet yönetimini inisiyatifi altına almasıyla son demlerini yaşamaya başladı. Devrin en büyük kumandanlarından ve askeri dehalarından biri olan Nadir Şah, hükümdar vekili olarak devletin idaresini eline aldıktan kısa bir süre sonra Safevi Devletini tasfiye edip kendi Şah’lığını ilan ederek Safevi Devletine son verdi (1736).