Kanuni Sultan Süleyman, 27 Nisan 1494 tarihinde Trabzon’da dünyaya geldi. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi ise Hafsa Sultan’dır. Çocukluğunu Trabzon’da geçiren Süleyman, burada iyi bir eğitim aldı. Küçük yaşta devlet yönetimine ilgi göstermeye başlamış, medrese dersleriyle birlikte askerî eğitim de görmüştür. Şehzadeliği sırasında Kırım, Kefe ve Manisa sancakbeyliklerinde görev yaparak hem idari hem de askeri tecrübe kazanmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in 22 Eylül 1520’de Çorlu yakınlarında vefat etmesi üzerine, Osmanlı tahtı Süleyman’a geçti. Henüz 26 yaşında padişah olduğunda, Osmanlı tahtına genç ve enerjik bir hükümdar oturmuş oldu. Tahta çıkışı, devlet içinde ciddi bir karışıklığa yol açmadı çünkü Yavuz Sultan Selim, tahtı sağlam bir zeminde bırakmıştı. Bununla birlikte yeni padişahın nasıl bir siyaset izleyeceği, Avrupa’da ve doğuda dikkatle takip ediliyordu.
Süleyman, tahta geçtiğinde ilk iş olarak adalet ve merhametle anılmayı tercih etti. Babası Yavuz Sultan Selim sert ve disiplinli bir hükümdar olarak tanınmıştı. Süleyman ise tahta çıkar çıkmaz İstanbul’da mahkumların bir kısmını affetti, borç yüzünden hapiste olanların serbest bırakılmasını sağladı. Bu tutum, onun halk arasında kısa sürede sevilmesine vesile oldu. Halk, yeni padişahın merhametli ve adaletli olacağına dair umutlandı.
Tahta çıkışının ardından devlet adamlarıyla yakın ilişki kurmaya özen gösterdi. Özellikle sadrazam Pîrî Mehmed Paşa’nın deneyiminden yararlanarak ilk yıllarını sağlam bir idari temel üzerinde kurdu. Yabancı devletler ise onun genç yaşını ve deneyimsizliğini bir fırsat olarak görüp Osmanlı topraklarına saldırmayı düşündüler. Ancak Kanuni, kısa sürede bu beklentilerin boş olduğunu kanıtlayacak büyük seferlere girişti.
Onun tahta çıkışı, Osmanlı tarihinde uzun ve görkemli bir saltanatın başlangıcı oldu. Daha ilk yıllarda Macaristan üzerine sefere çıkarak Avrupa devletlerine meydan okudu, doğuda Safevîlerle mücadeleye girişti ve denizlerde Osmanlı donanmasını güçlendirdi. Bu nedenle, Kanuni’nin tahta çıkışı yalnızca Osmanlı halkı için değil, dönemin bütün devletleri için yeni bir dönemin habercisi olarak algılandı.
Kanuni Sultan Süleyman, 1520 yılında tahta çıktığında Osmanlı Devleti zaten güçlü bir imparatorluktu. Ancak onun döneminde Osmanlı yalnızca genişlemekle kalmadı, aynı zamanda Avrupa, Asya ve Afrika’da siyasî dengeleri değiştiren bir güç haline geldi. Kanuni’nin saltanatında toplam 13 büyük sefer vardır. Bu seferler sayesinde Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada en geniş sınırlarına ulaştı.
Belgrad Seferi (18 Mayıs 1521 – 29 Ağustos 1521)
Belgrad Seferi, Osmanlı Padişahı I. Süleyman’ın (Kanuni) tahta çıkışından kısa süre sonra düzenlediği ilk büyük askerî harekâttır. Belgrad, Osmanlı ile Macar Krallığı arasında stratejik bir sınır kalesiydi. Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktada bulunması sebebiyle Balkan içlerine ve Macar Ovası’na açılan kapının kilidi konumundaydı. Osmanlı açısından Belgrad’ın alınması, batı yönünde ilerleyişi kolaylaştırmak ve Habsburglarla mücadelede üstünlük sağlamak anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu fetih, genç padişahın gücünü göstermesi bakımından da simgesel öneme sahipti.
Osmanlı ordusu 1521 yılı baharında sefer hazırlıklarını tamamladı. Padişahın çevresinde iki farklı görüş vardı: Kimileri önce küçük kalelerin ele geçirilmesini, ardından Belgrad’a yönelinmesini savunurken, Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa doğrudan Belgrad’ın alınmasını öneriyordu. Hain Ahmed Paşa’nın fikriyle önce Šabac Kalesi alındı. Ardından Sava Nehri üzerine köprü kurulmak istendi, fakat nehir taşkınları sebebiyle zorluklar yaşandı. Zemun’un ele geçirilmesiyle Belgrad kuşatması için uygun bir üs elde edildi.
Kuşatma resmen 25 Haziran’da başladı. Osmanlı ordusu topçu ateşi, yoğun bombardıman ve duvarların altını oyan tünellerle savunmayı zayıflatmaya çalıştı. Savunucuların sayısı oldukça azdı; bazı kaynaklarda 700 kişi kadar oldukları yazılır. Buna rağmen zaman zaman kaleden çıkarak Osmanlı bataryalarına baskın yaptılar. Ağustos başında Osmanlı ordusu üç cepheden genel hücum başlattı ve dış kale ele geçirildi. İç kalenin direnişi daha uzun sürdü. 27 Ağustos’ta Nebojša Kulesi altındaki tünelin patlatılmasıyla surların bir kısmı çöktü ve savunma kırıldı. Kale komutanı Balázs Oláh teslim olduysa da kısa süre sonra öldürüldü. 29 Ağustos 1521’de Belgrad kesin olarak Osmanlıların eline geçti.
Osmanlı kuvvetlerinin sayısı konusunda kaynaklar farklıdır. Geleneksel kroniklerde 100.000’e yakın asker olduğu aktarılır, modern tarihçiler ise daha düşük sayılar verir. Komutanlar arasında Sultan Süleyman’ın yanı sıra Pîrî Mehmed Paşa, Ahmed Paşa, Mustafa Paşa ve Gazi Husrev Bey bulunuyordu. Savunmayı ise Balázs Oláh ve yerel komutanlar üstlendi.
Fetihle birlikte Osmanlı Balkanlarda büyük bir avantaj elde etti. Belgrad, batıya açılan bir üs haline geldi. Bu gelişme, birkaç yıl sonra 1526’daki Mohaç Meydan Muharebesi’ne giden yolu açtı. Macar Krallığı’nın gücü zayıfladı, Habsburgların bölgedeki etkisi arttı. Osmanlılar Belgrad’a kendi idari düzenlerini kurdu, halkın bir kısmını İstanbul’a göç ettirdi.
Belgrad Seferi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk büyük zaferi olarak Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Hem Osmanlı’nın batıya ilerleyişini kolaylaştırmış hem de Kanuni’nin “cihan padişahı” kimliğini pekiştiren ilk büyük askeri başarı olarak kayda geçmiştir.
Rodos Seferi (16 Haziran 1522 – 25 Aralık 1522)
Rodos Seferi, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıktıktan sonra gerçekleştirdiği ikinci büyük seferdir. Bu seferin hedefi, Doğu Akdeniz’de stratejik öneme sahip Rodos Adası’nın Osmanlı topraklarına katılmasıydı. Rodos, Haçlı dünyasının ileri karakolu durumundaki Hospitalier (Rodos Şövalyeleri) tarafından kontrol ediliyordu. Ada, Ege Denizi’nin doğusunu ve özellikle Osmanlı’nın doğu ticaret yollarını tehdit eden korsan faaliyetlerinin merkezi hâline gelmişti. Osmanlı açısından Rodos’un alınması, deniz güvenliği ve Akdeniz hâkimiyeti için hayatiydi.
Osmanlı ordusu 16 Haziran 1522’de İstanbul’dan hareket etti. Seferde kara ve deniz kuvvetleri birlikte görev aldı. Donanma yaklaşık 400 gemiden oluşuyordu ve kara ordusunun sayısı farklı kaynaklara göre 60.000 ila 100.000 arasındaydı. Kuşatma hazırlıkları, topçu bataryaları ve lağım tünelleriyle desteklendi. Adanın en sağlam savunma noktası olan Rodos Kalesi’ne karşı yoğun topçu ateşi başlatıldı.
Rodos’un savunmasını yaklaşık 600 şövalye ile 5.000-6.000 civarında yerel Rum halkı ve paralı asker üstlenmişti. Başlarında Hospitalierlerin Büyük Üstadı Philippe Villiers de L’Isle-Adam bulunuyordu. Şövalyeler, kale surlarını güçlendirmiş, hendekler kazmış ve modern topçu saldırılarına karşı hazırlık yapmışlardı. Osmanlı saldırıları aylarca sürdü. Özellikle surların altına kazılan tüneller ve bu tünellerin patlatılmasıyla surların çökertilmesi kuşatmanın en etkili yöntemlerinden biri oldu. Ancak savunucular da karşı tüneller kazarak bu girişimlerin bir kısmını engellemeyi başardılar.
Kuşatma altı ay sürdü. Osmanlı ordusu sürekli topçu ateşi ve hücumlarla kaleyi zorladı. Savunucular açlık, hastalık ve yorgunlukla giderek zayıfladı. Sonunda Aralık 1522’de teslim şartları görüşülmeye başlandı. 20 Aralık’ta yapılan anlaşmaya göre, şövalyeler ve isteyen ada halkı mallarıyla birlikte adadan ayrılabilecek, kalanlara dinî özgürlük tanınacaktı. 25 Aralık 1522’de Rodos resmen Osmanlı topraklarına katıldı. Şövalyeler Malta’ya giderek yeni merkezlerini kurdular ve bundan sonra “Malta Şövalyeleri” olarak anıldılar.
Rodos’un fethi Osmanlı açısından çok önemli sonuçlar doğurdu. Öncelikle Doğu Akdeniz’de Osmanlı egemenliği sağlamlaşmış, Osmanlı deniz ticareti üzerindeki korsan tehdidi büyük ölçüde ortadan kalkmış oldu. Ayrıca Kanuni’nin Batı Akdeniz’e ve Avrupa içlerine yönelik seferlerinde güvenli bir deniz hattı elde edildi. Fetihle birlikte Rodos adası bir eyalet merkezi hâline getirildi, adada yaşayan Rum halkının büyük kısmı Osmanlı yönetimi altında hayatını sürdürmeye devam etti.
Bu fetih, Kanuni’nin askerî ve siyasi prestijini daha da artırdı. 1521’de Belgrad’ın, 1522’de Rodos’un alınmasıyla Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar ve Akdeniz’de aynı anda güçlü bir hâkimiyet kurdu. Rodos Seferi, Osmanlı’nın deniz gücünü de kanıtlayan büyük bir askerî harekât olarak tarihe geçti.
Mohaç Meydan Muharebesi (29 Ağustos 1526)
Mohaç Meydan Muharebesi, 29 Ağustos 1526’da Osmanlı İmparatorluğu ile Macar Krallığı arasında yapılmış ve Osmanlı tarihinin en büyük zaferlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bu savaş, Kanuni Sultan Süleyman’ın batıya yönelik seferlerinin en önemlilerinden biridir ve Avrupa’daki güç dengelerini köklü biçimde değiştirmiştir.
Belgrad’ın 1521’de, Rodos’un ise 1522’de Osmanlı hâkimiyetine girmesinin ardından Osmanlı Devleti Balkanlar ve Doğu Akdeniz’de üstünlüğünü sağlamlaştırmıştı. Bu aşamadan sonra Kanuni’nin hedefi Orta Avrupa’ya açılan kapı olan Macaristan oldu. Macar Krallığı o dönemde iç karışıklıklar, zayıf merkezi otorite ve soylular arasındaki çekişmeler sebebiyle Osmanlı karşısında güçsüz durumdaydı. Ayrıca Habsburglarla yakınlaşmaları Osmanlı açısından bir tehdit olarak görülüyordu.
Kanuni Sultan Süleyman, 23 Nisan 1526’da İstanbul’dan büyük bir orduyla sefere çıktı. Osmanlı ordusunun sayısı kaynaklara göre 60.000 ila 100.000 arasında değişmekteydi. Orduda yeniçeriler, sipahiler, tımarlı sipahiler, topçular ve güçlü bir topçu parkı vardı. Donanma da lojistik destek sağlıyordu. Macar ordusu ise Kral II. Lajos’un komutasında yaklaşık 25.000 – 30.000 kişiden oluşuyordu. Macar kuvvetlerinin büyük kısmı ağır zırhlı süvarilerden meydana gelmişti.
Savaş, Macaristan’ın güneyinde, Mohaç Ovası’nda gerçekleşti. Osmanlı ordusu geniş ovada klasik “kanatlara yerleştirilmiş hafif süvari, merkezde yeniçeriler ve toplar” düzenini aldı. Osmanlı taktiği, düşmanı merkeze çekip yıpratmak ve ardından kanatlardan çevirerek yok etmek üzerine kuruluydu. Macar ordusu ise hızlı bir saldırıyla Osmanlı merkezini dağıtmayı planladı.
29 Ağustos günü Macar süvarileri şiddetle Osmanlı merkezine hücum etti. Ancak Osmanlı topları ve yeniçerilerin tüfek ateşi saldırıyı durdurdu. Ardından Osmanlı kanatları ileri atıldı ve Macar ordusu çembere alındı. Kısa sürede Macar kuvvetleri büyük bir bozguna uğradı. Kral II. Lajos, savaş alanından kaçmaya çalışırken bataklıkta atıyla birlikte boğularak öldü.
Savaş yaklaşık iki saat gibi kısa bir sürede Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Macar ordusunun büyük kısmı yok edildi, soyluların ve kilise adamlarının çoğu savaşta hayatını kaybetti. Bu yenilgiyle Macaristan bağımsız bir krallık olmaktan çıktı. Ülke toprakları kısa süre içinde Osmanlı ve Habsburglar arasında bölüşüldü. Orta Macaristan Osmanlı yönetimine geçti, batı ve kuzey bölgeler Habsburglara kaldı, doğuda ise Erdel Prensliği ortaya çıktı.
Mohaç Meydan Muharebesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Avrupa’daki hâkimiyetini başlatan dönüm noktası oldu. Bu zaferle Osmanlı, Avrupa siyasetinde en güçlü aktör hâline geldi. Ayrıca savaş, Osmanlı askerî teşkilatının disiplinini, topçu ve tüfek kullanımındaki üstünlüğünü açıkça ortaya koydu. Avrupa tarihinde ise “Mohaç Felaketi” olarak anıldı ve Macaristan’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi, bölgenin kaderini üç yüzyıl boyunca değiştirdi.
I. Viyana Kuşatması (27 Eylül 1529 – 14 Ekim 1529)
I. Viyana Kuşatması, Kanuni Sultan Süleyman’ın batıya yönelik seferlerinin en önemlilerinden biridir. Osmanlıların 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde Macar Krallığı’nı mağlup etmesinden sonra Macar tahtı üzerinde iki aday ortaya çıkmıştı: Osmanlı’nın desteklediği János Szapolyai ve Habsburg Hanedanı’ndan Arşidük Ferdinand. Bu ikili mücadele Osmanlı ile Habsburgları karşı karşıya getirdi. Süleyman, hem kendi nüfuzunu pekiştirmek hem de Avrupa’ya gözdağı vermek amacıyla 1529’da Viyana üzerine yürüdü.
Osmanlı ordusu 10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan hareket etti. Ordunun sayısı farklı kaynaklarda 100.000 ile 120.000 arasında verilir. Yanında yaklaşık 300 top ve güçlü süvari birlikleri bulunuyordu. Tuna Nehri üzerinden Osmanlı donanması da lojistik destek sağladı. Yol boyunca Budin dâhil birçok kale Osmanlıların eline geçti. Ordunun ilerleyişi sırasında yağışlar ve bataklıklar yüzünden büyük zorluklar yaşandı; bu durum kuşatma için gerekli ağır topların Viyana önlerine zamanında ulaşmasını engelledi.
27 Eylül 1529’da Osmanlı ordusu Viyana önlerine geldi. Şehir surlarla çevriliydi ve Ferdinand’ın emriyle kalenin savunması güçlendirilmişti. Yaklaşık 20.000 civarında Habsburg askeri ve paralı asker savunmayı üstlenmişti. Osmanlı ordusu, kuşatma boyunca toplarla surları dövmeye çalıştı, tüneller kazdı ve hücumlar düzenledi. Ancak kalın surların dayanıklılığı, yağmurlar sebebiyle topçu ateşinin yeterince etkili olamaması ve savunucuların direnişi Osmanlıların ilerlemesini engelledi.
Osmanlılar birkaç kez genel hücum denediler, fakat başarıya ulaşamadılar. Uzayan kuşatma sırasında havaların soğuması, erzak sıkıntısı ve orduda başlayan huzursuzluk kuşatmanın kaldırılmasına yol açtı. 14 Ekim 1529’da Kanuni Sultan Süleyman kuşatmayı kaldırarak ordusunu geri çekti.
I. Viyana Kuşatması Osmanlı açısından başarısızlıkla sonuçlansa da Avrupa’da büyük bir yankı uyandırdı. Osmanlıların Viyana kapılarına kadar gelmesi, Avrupa devletlerini Habsburglar etrafında birleşmeye teşvik etti. Bu kuşatma aynı zamanda Osmanlıların batıya ilerleyişinin sınırlarını da göstermiş oldu. Buna rağmen Osmanlı, Orta Avrupa’daki üstünlüğünü korumayı sürdürdü ve Viyana, ilerleyen yüzyıllarda da Osmanlı-Habsburg rekabetinin sembolü haline geldi.
Alman Seferi (25 Nisan 1532 – 22 Eylül 1532)
1526’daki Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar Krallığı Osmanlı hâkimiyetine girmiş, Osmanlı destekli János Szapolyai Macar kralı ilan edilmişti. Ancak Habsburg Hanedanı’ndan Ferdinand da Macar tahtında hak iddia ediyor ve Avusturya topraklarından saldırılar düzenliyordu. 1529’da Viyana kuşatması yapılmış, fakat sonuç alınamamıştı. 1532’de Süleyman, Ferdinand’ın direnişini kırmak ve Osmanlı’nın Orta Avrupa’daki üstünlüğünü göstermek için büyük bir sefer düzenlemeye karar verdi.
Osmanlı ordusu 25 Nisan 1532’de İstanbul’dan hareket etti. Kaynaklarda ordunun 100.000’den fazla asker ve 300’den fazla top ile sefere çıktığı belirtilir. Donanma da Ege ve Adriyatik üzerinden destek sağlıyordu. Osmanlı ordusunun hedefi başlangıçta yine Viyana olarak görünse de, sefer sırasında farklı bir gelişme yaşandı. Habsburglar, Osmanlı ordusunun önünü kesmek için hazırlıklar yapmıştı. Ferdinand’ın kardeşi, Kutsal Roma-Germen İmparatoru V. Karl (Şarlken) de Almanya içlerinden destek çağrıları yapıyordu. Ancak Avusturya ordusu Osmanlı ile açık alanda karşı karşıya gelmekten çekindi.
Seferin en önemli olayı, Güns (Kőszeg) Kuşatması oldu. Osmanlı ordusu 5 Ağustos’ta Avusturya’nın Kőszeg kasabasını kuşattı. Kalenin komutanı Nikola Jurišić, çok az sayıdaki askeriyle haftalarca direndi. Osmanlı ordusu şiddetli saldırılarla kaleyi düşürmeye çalıştı, ancak kale alınamadı. Bazı kaynaklarda kalenin sembolik bir teslim anlaşmasıyla Osmanlılara bırakıldığı, bazı kaynaklarda ise Osmanlıların kuşatmayı kaldırdığı belirtilir. Her durumda bu küçük kale, Osmanlı ordusunun ilerlemesini ciddi şekilde geciktirdi.
Bu gecikme nedeniyle Kanuni, Eylül ayına gelindiğinde Viyana’ya yürüme planından vazgeçti. Zorlu hava koşulları, erzak sıkıntısı ve Avusturya ordusunun geri çekilmeyip savunmaya hazırlanması Osmanlıları geri dönmeye zorladı. 22 Eylül 1532’de Osmanlı ordusu İstanbul’a dönüş yoluna geçti.
Alman Seferi doğrudan bir Osmanlı zaferiyle sonuçlanmadı, fakat Osmanlı gücünün büyüklüğünü ve Avrupa’da yarattığı etkiyi ortaya koydu. Açık meydan muharebesi yaşanmadı; Habsburg ordusu Osmanlı karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Bunun sonucunda 1533’te Osmanlı ile Habsburglar arasında bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Ferdinand, Osmanlı üstünlüğünü kabul ediyor, Macaristan üzerinde Osmanlı’nın hâkimiyetini tanıyor ve Osmanlı’ya yıllık vergi vermeyi kabul ediyordu.
Alman Seferi, Osmanlı-Habsburg mücadelesinin bir dönüm noktasıdır. Viyana’nın alınamaması Osmanlı’nın batıya ilerleyişini sınırlarken, buna rağmen Osmanlı’nın Avrupa’daki siyasi ve askerî nüfuzunu pekiştirdi. Aynı zamanda, Osmanlı diplomasisi ile askerî gücünün birlikte kullanıldığı önemli bir örnek olarak tarihe geçti.
Irakeyn Seferi (12 Mayıs 1534 – 4 Aralık 1534)
“Irakeyn” kelimesi “iki Irak” anlamına gelir ve seferin adını aldığı bölgeler Irak-ı Acem (Batı İran toprakları) ile Irak-ı Arap (Bağdat ve çevresi) bölgeleridir. Bu sefer, Osmanlı-Safevî mücadelesinin en kritik dönüm noktalarından biridir.
Seferin temel nedeni, Osmanlı ile Safevîler arasındaki siyasi ve mezhep temelli rekabetti. Safevî hükümdarı I. Tahmasb, Osmanlı sınırlarına saldırılar düzenliyor, Anadolu’daki Şii nüfusla bağlantılar kurarak Osmanlı otoritesini sarsmaya çalışıyordu. Ayrıca Osmanlı, doğu ticaret yollarını ve özellikle Bağdat üzerinden geçen güzergâhı güvence altına almak istiyordu. Bu şartlar Kanuni’yi doğuya büyük bir sefer düzenlemeye yöneltti.
Kanuni Sultan Süleyman 12 Mayıs 1534’te İstanbul’dan yola çıktı. Osmanlı ordusunun büyüklüğü hakkında farklı rakamlar verilmekle birlikte 100.000’den fazla asker ve güçlü bir topçu birliğiyle hareket edildiği kabul edilir. Osmanlı ordusu önce Anadolu içlerinden geçerek Tebriz’e yöneldi. Tebriz, Safevîlerin başkenti olmasına rağmen Osmanlı ordusu yaklaşınca Şah Tahmasb şehri terk etti. Böylece Osmanlılar ciddi bir direnişle karşılaşmadan Tebriz’e girdiler. Ancak Tahmasb, Osmanlı ordusunu doğrudan meydan savaşına çekmekten kaçındı ve geri çekilerek “yakıp yıkma” taktiği uyguladı; tarım alanlarını ve kaynakları tahrip ederek Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmak istedi.
Kanuni, bu strateji karşısında doğrudan ilerlemeyi tercih etti ve ordusunu güney yönünde Irak-ı Arap bölgesine sürdü. Osmanlı ordusu 4 Aralık 1534’te Bağdat’a girdi. Halk Osmanlı hâkimiyetini kabul etti ve şehir kansız şekilde Osmanlı topraklarına katıldı. Kanuni, burada büyük bir coşkuyla karşılandı. Osmanlılar Bağdat’ta Hz. Ali’nin Kerbela’daki türbesi ile İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kabrini ziyaret ederek Sünnî dünyada büyük bir saygınlık kazandı.
Sefer sonucunda Irak-ı Arap (Bağdat ve çevresi) Osmanlı topraklarına katıldı. Böylece Osmanlılar, Basra Körfezi’ne kadar inerek stratejik bir üstünlük elde ettiler. Doğu ticaret yolları Osmanlı kontrolüne geçti, Osmanlı-Safevî sınırı daha da belirginleşti. Irak-ı Acem bölgesinde ise kesin bir hâkimiyet sağlanmadı; Safevîler bu bölgede varlıklarını sürdürdüler.
Irakeyn Seferi, Osmanlı-Safevî mücadelesinde Osmanlıların üstünlüğünü ortaya koydu. Bağdat’ın alınması Osmanlı açısından hem siyasi hem de dini bakımdan büyük önem taşıyordu. Sefer, 1555 Amasya Antlaşması’na giden sürecin de başlangıcı oldu. Bu antlaşmayla Osmanlı-Safevî sınırları kalıcı hâle geldi.
Sonuç olarak Irakeyn Seferi, Osmanlı’nın doğuda ulaştığı en büyük başarılarından biridir. Bu sefer ile Osmanlı İmparatorluğu, hem Orta Doğu’da hâkimiyetini genişletmiş hem de İslam dünyasında siyasi ve dini liderliğini pekiştirmiştir.
Preveze Deniz Zaferi (27 Eylül 1538)
Savaşın arka planında Osmanlıların Akdeniz’de artan etkinliği ve Habsburgların liderliğinde oluşturulan Haçlı ittifakı vardı. Osmanlı korsanları ve kaptanları özellikle Barbaros Hayreddin Paşa’nın öncülüğünde Akdeniz’de büyük başarılar kazanmış, Cezayir kıyılarında Osmanlı hâkimiyeti kurulmuştu. Bu durum, İspanya, Venedik ve Papalık başta olmak üzere Katolik dünyasında ciddi endişe yarattı. Papa III. Paulus’un çağrısıyla Osmanlılara karşı büyük bir Haçlı donanması oluşturuldu.
Haçlı donanması Andrea Doria’nın komutasındaydı ve yaklaşık 600 gemiden oluşuyordu. Osmanlı donanmasının başında ise Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa vardı. Osmanlı filosu 120 kadırga civarındaydı, yani sayı bakımından rakiplerinin çok altındaydı. Ancak Osmanlı donanmasının manevra kabiliyeti yüksek, deneyimli leventlerle donatılmış ve savaş tecrübesi çok yüksekti.
Savaş, Preveze kıyıları önünde başladı. Andrea Doria, Osmanlı donanmasını açık denizde kuşatmaya çalıştı, fakat Barbaros Hayreddin Paşa kıyıların avantajını kullanarak donanmasını ustaca mevzilendirdi. Osmanlı kadırgaları, kürek gücüyle rüzgâra bağlı olan Haçlı gemilerinden çok daha hızlı hareket edebiliyordu. Bu sayede Osmanlılar, düşman gemilerinin kanatlarına yüklenerek onları dağıttı. Osmanlı topları ve çıkarma hücumlarıyla birçok Haçlı gemisi batırıldı veya ele geçirildi.
Savaşın sonunda Osmanlı donanması büyük bir zafer kazandı. Haçlı donanması ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Bu zaferle birlikte Osmanlıların Akdeniz’deki üstünlüğü kesinleşti. Venedik Osmanlılarla barış yapmak zorunda kaldı ve 1540 yılında imzalanan antlaşmayla Osmanlı egemenliğini tanıdı.
Preveze Zaferi’nin en önemli sonucu, Akdeniz’in uzun yıllar boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalmasıdır. Osmanlı donanması bu tarihten sonra “Akdeniz’in hakimi” olarak anılmaya başlandı. Ayrıca Barbaros Hayreddin Paşa’nın denizcilik dehası Osmanlı tarihine geçti ve bu zafer, Türk denizcilik tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Preveze Deniz Zaferi, Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerdeki gücünü en açık şekilde ortaya koymuş, Avrupa’daki Osmanlı korkusunu artırmış ve Akdeniz’in bir “Türk gölü” hâline gelmesini sağlamıştır.
Macaristan Seferi (23 Nisan 1541 – 29 Ağustos 1541)
Mohaç Meydan Muharebesi’nden sonra Osmanlı desteğiyle János Szapolyai Macar kralı ilan edilmiş, fakat Habsburg Hanedanı’ndan Ferdinand da taht üzerinde hak iddia etmişti. Bu ikilik, Osmanlı-Habsburg rekabetini sürekli alevlendirdi. 1540’ta Szapolyai ölünce ardında küçük yaşta oğlu II. János’u bıraktı. Annesi Isabella ve Osmanlı yanlısı Macar soyluları çocuğu kral ilan ettiler. Ancak Ferdinand bu durumu fırsat bilerek Macaristan’ın tamamını ele geçirmek amacıyla harekete geçti.
Kanuni Sultan Süleyman, Szapolyai’nin vasiyetine uygun olarak küçük János’un krallığını korumak ve Habsburglara gözdağı vermek amacıyla 1541 baharında İstanbul’dan sefere çıktı. Osmanlı ordusu 23 Nisan’da yola çıktı, Balkanları geçerek yaz aylarında Budin’e ulaştı. Bu sırada Habsburg kuvvetleri Budin’i kuşatmış durumdaydı. Osmanlı ordusunun yaklaşmakta olduğunu öğrenen Habsburglar, 21 Ağustos 1541’de şehri ele geçirmeye yönelik bir genel hücum düzenlediler. Ancak bu saldırı Osmanlı kuvvetleri ve Macar savunucular tarafından püskürtüldü.
Kanuni Sultan Süleyman 29 Ağustos 1541’de Budin’e girdi. O sırada küçük yaştaki Macar kralı János Sigismund’un tahtta kalmasının zorluğu ve Macaristan’daki karışıklıklar göz önünde bulundurularak stratejik bir karar alındı: Budin, doğrudan Osmanlı yönetimine bağlandı. Böylece Orta Macaristan Osmanlı eyaleti haline geldi ve Budin Beylerbeyliği kuruldu. Küçük János ise annesiyle birlikte Erdel’e (Transilvanya) gönderildi ve orada Osmanlı himayesinde hüküm sürmesine izin verildi.
Macaristan Seferi’nin sonuçları çok önemliydi. Orta Macaristan’ın Osmanlı toprağına katılması, Osmanlı-Habsburg mücadelesinde dengeyi Osmanlı lehine çevirdi. Budin’in Osmanlı eyaleti yapılmasıyla Osmanlılar Orta Avrupa’da kalıcı hâkimiyet kurdu. Erdel, Osmanlı himayesinde özerk bir prenslik olarak kaldı. Macaristan’ın batı ve kuzey bölgeleri ise Habsburgların kontrolünde bulunmaya devam etti. Böylece Macar toprakları üçlü bir bölünmeye uğradı: Orta Macaristan Osmanlı’ya, batı ve kuzey bölgeler Habsburglara, doğu bölgesi ise Osmanlı himayesindeki Erdel Prensliği’ne bağlı hale geldi.
Macaristan Seferi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Avrupa siyasetinde kalıcı bir güç olduğunu kanıtladı. Bu gelişme aynı zamanda Osmanlı-Habsburg rekabetinin yüzyıllar boyu sürecek yeni bir evresini başlattı. Budin’in alınması, Osmanlı tarihinin en kritik stratejik kazanımlarından biri olarak değerlendirilmektedir.
İran Seferi (9 Nisan 1548 – 1549)
1548-1549 İran Seferi, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın doğuda Safevîler üzerine düzenlediği ikinci büyük seferdir. Osmanlı tarihinde “İkinci İran Seferi” olarak da anılır. Bu seferin amacı, Osmanlı-Safevî sınırındaki karışıklıkları sona erdirmek, Safevîlerin Osmanlı hâkimiyetindeki topraklara saldırılarını durdurmak ve Anadolu’daki Şiî propagandasını etkisiz hale getirmekti.
Kanuni Sultan Süleyman, 9 Nisan 1548’de İstanbul’dan sefere çıktı. Osmanlı ordusu Anadolu üzerinden ilerleyerek Erzurum, Erzincan ve Bayburt üzerinden Doğu’ya yöneldi. Sefer sırasında Osmanlı kuvvetleri iki ana koldan hareket etti. Sadrazam Rüstem Paşa’nın komutasındaki bir grup Erzurum üzerinden Tebriz’e ilerledi. Diğer bir Osmanlı kuvveti ise Van Gölü çevresine yöneldi. Seferin önemli hedeflerinden biri Safevîlerin elinde bulunan Van Kalesi’ydi.
Tebriz, Osmanlı ordusu yaklaştığında Safevîler tarafından boşaltılmıştı. Şah I. Tahmasb, tıpkı 1534 Irakeyn Seferi’nde olduğu gibi, Osmanlı ordusuyla doğrudan meydan savaşına girmekten kaçındı. Safevîler, “yakıp yıkma” taktiği uygulayarak ekinleri ve ikmal yollarını tahrip ettiler. Bu sayede Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmaya çalıştılar. Osmanlılar Tebriz’e girerek bir süre şehirde kaldılar, fakat erzak sıkıntısı yüzünden ordunun uzun süre burada kalması mümkün olmadı.
Seferin en önemli başarısı, 1548 yazında Van Kalesi’nin Osmanlı topraklarına katılması oldu. Bu kale, Osmanlıların doğuda stratejik bir üs elde etmesini sağladı. Ayrıca Nahçıvan ve çevresindeki bazı kaleler de Osmanlı hâkimiyetine geçti. Ancak Safevîlerin savaş stratejisi nedeniyle kesin bir meydan savaşı gerçekleşmedi ve büyük bir sonuç alınamadı. Osmanlı ordusu kış yaklaşınca Anadolu’ya geri döndü.
1548-1549 İran Seferi’nin genel sonucu, Osmanlıların doğuda stratejik noktaları ele geçirerek üstünlük sağlaması oldu. Van Kalesi’nin alınması, Osmanlıların bu bölgedeki varlığını kalıcı hâle getirdi. Ancak Safevîler doğrudan yenilgiye uğratılamadığı için Osmanlı-Safevî mücadelesi devam etti. Bu durum, 1555 yılında imzalanacak olan Amasya Antlaşması’na kadar süren uzun bir çekişmenin parçasıydı.
Bu sefer, Osmanlı-Safevî ilişkilerinde denge sağlayan bir adım oldu. Osmanlılar doğuda kalıcı üsler elde ettiler ve Safevîler üzerindeki askerî baskılarını artırdılar. Ancak sefer, Anadolu’daki lojistik sorunlar ve Safevîlerin uyguladığı yıpratma taktikleri yüzünden kesin bir zaferle sonuçlanmadı. Yine de Osmanlı tarihinin doğu siyasetinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
Trablusgarp Seferi (15 Temmuz 1551 – 15 Ağustos 1551)
Trablusgarp Seferi, 15 Temmuz – 15 Ağustos 1551 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından düzenlenmiş ve Kuzey Afrika’daki Osmanlı hâkimiyetini pekiştiren önemli bir askerî harekâttır. Bu seferin hedefi, o dönemde Malta Şövalyeleri’nin elinde bulunan Trablusgarp’ı Osmanlı topraklarına katmak ve Akdeniz’deki Osmanlı hâkimiyetini genişletmekti.
Seferin arka planında Osmanlıların Akdeniz siyasetinde elde ettiği başarılar vardı. 1538’deki Preveze Deniz Zaferi ile Osmanlılar Doğu Akdeniz’de üstünlük kazanmış, Barbaros Hayreddin Paşa’nın faaliyetleriyle Kuzey Afrika kıyılarında güçlü bir varlık kurmuşlardı. Ancak Trablusgarp hâlen Malta Şövalyeleri’nin kontrolündeydi ve Osmanlı deniz ticareti ile Cezayir kıyılarını tehdit ediyordu. Kanuni Sultan Süleyman, bu kaleyi almak için harekete geçti.
Sefer Barbaros Hayreddin Paşa’nın ünlü denizcilerinden Turgut Reis’in önderliğinde yürütüldü. Osmanlı donanması, 15 Temmuz 1551’de Trablusgarp önlerine ulaştı. Yaklaşık 100 gemiden oluşan Osmanlı filosuna Sinan Paşa komuta ediyordu. Kuşatma karadan ve denizden eşzamanlı olarak başlatıldı. Malta Şövalyeleri, yerel halktan ve Avrupalı paralı askerlerden aldığı destekle kaleyi savunmaya çalıştı, ancak sayıca çok azdılar.
Osmanlı topçusu kaleyi yoğun bombardımana tuttu ve kısa sürede surlarda gedikler açıldı. Turgut Reis’in yönettiği çıkarma harekâtlarıyla kaleye saldırılar düzenlendi. Bir ay süren kuşatma sonunda, 15 Ağustos 1551’de Trablusgarp Osmanlıların eline geçti. Malta Şövalyeleri kaleyi terk etmek zorunda kaldı. Bu zaferden sonra Turgut Reis, Trablusgarp Beylerbeyi olarak görevlendirildi ve bölgeyi Osmanlı adına yönetti.
Seferin sonuçları oldukça önemliydi. Öncelikle Osmanlılar, Kuzey Afrika’daki hâkimiyet alanlarını genişletti ve Trablusgarp’ı kalıcı olarak imparatorluk topraklarına kattı. Bu fetihle birlikte Osmanlı egemenliği Cezayir’den Trablus’a kadar kesintisiz hale geldi. Ayrıca Trablusgarp, Osmanlı donanmasının Batı Akdeniz’deki faaliyetleri için stratejik bir üs oldu.
Trablusgarp Seferi, Osmanlı deniz gücünün zirvede olduğu dönemde gerçekleştirilen ve Akdeniz’de Osmanlı üstünlüğünü pekiştiren bir harekât olarak tarihe geçti. Bu sefer sayesinde Osmanlı, Malta Şövalyeleri’nin elindeki en önemli ileri karakollardan birini almış ve Akdeniz’deki siyasi dengelerde belirleyici bir rol üstlenmiştir.
Nahçıvan Seferi (29 Nisan 1554 – 1555)
Trablusgarp Seferi, 15 Temmuz – 15 Ağustos 1551 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından düzenlenmiş ve Kuzey Afrika’daki Osmanlı hâkimiyetini pekiştiren önemli bir askerî harekâttır. Bu seferin hedefi, o dönemde Malta Şövalyeleri’nin elinde bulunan Trablusgarp’ı Osmanlı topraklarına katmak ve Akdeniz’deki Osmanlı hâkimiyetini genişletmekti.
Seferin arka planında Osmanlıların Akdeniz siyasetinde elde ettiği başarılar vardı. 1538’deki Preveze Deniz Zaferi ile Osmanlılar Doğu Akdeniz’de üstünlük kazanmış, Barbaros Hayreddin Paşa’nın faaliyetleriyle Kuzey Afrika kıyılarında güçlü bir varlık kurmuşlardı. Ancak Trablusgarp hâlen Malta Şövalyeleri’nin kontrolündeydi ve Osmanlı deniz ticareti ile Cezayir kıyılarını tehdit ediyordu. Kanuni Sultan Süleyman, bu kaleyi almak için harekete geçti.
Sefer Barbaros Hayreddin Paşa’nın ünlü denizcilerinden Turgut Reis’in önderliğinde yürütüldü. Osmanlı donanması, 15 Temmuz 1551’de Trablusgarp önlerine ulaştı. Yaklaşık 100 gemiden oluşan Osmanlı filosuna Sinan Paşa komuta ediyordu. Kuşatma karadan ve denizden eşzamanlı olarak başlatıldı. Malta Şövalyeleri, yerel halktan ve Avrupalı paralı askerlerden aldığı destekle kaleyi savunmaya çalıştı, ancak sayıca çok azdılar.
Osmanlı topçusu kaleyi yoğun bombardımana tuttu ve kısa sürede surlarda gedikler açıldı. Turgut Reis’in yönettiği çıkarma harekâtlarıyla kaleye saldırılar düzenlendi. Bir ay süren kuşatma sonunda, 15 Ağustos 1551’de Trablusgarp Osmanlıların eline geçti. Malta Şövalyeleri kaleyi terk etmek zorunda kaldı. Bu zaferden sonra Turgut Reis, Trablusgarp Beylerbeyi olarak görevlendirildi ve bölgeyi Osmanlı adına yönetti.
Seferin sonuçları oldukça önemliydi. Öncelikle Osmanlılar, Kuzey Afrika’daki hâkimiyet alanlarını genişletti ve Trablusgarp’ı kalıcı olarak imparatorluk topraklarına kattı. Bu fetihle birlikte Osmanlı egemenliği Cezayir’den Trablus’a kadar kesintisiz hale geldi. Ayrıca Trablusgarp, Osmanlı donanmasının Batı Akdeniz’deki faaliyetleri için stratejik bir üs oldu.
Trablusgarp Seferi, Osmanlı deniz gücünün zirvede olduğu dönemde gerçekleştirilen ve Akdeniz’de Osmanlı üstünlüğünü pekiştiren bir harekât olarak tarihe geçti. Bu sefer sayesinde Osmanlı, Malta Şövalyeleri’nin elindeki en önemli ileri karakollardan birini almış ve Akdeniz’deki siyasi dengelerde belirleyici bir rol üstlenmiştir.
Zigetvar Seferi (1 Mayıs 1566 – 7 Eylül 1566)
Kanuni Sultan Süleyman, yaşlanmış ve sağlık sorunları artmış olmasına rağmen Osmanlı-Habsburg mücadelesinde kesin üstünlüğü göstermek için sefere çıkmaya karar verdi. Habsburglar, Osmanlı himayesindeki Erdel Prensliği üzerinde baskı kuruyor, sınır boylarında karışıklıklar çıkarıyorlardı. Bu nedenle Osmanlı ordusu 1 Mayıs 1566’da İstanbul’dan hareket etti. Ordunun sayısı yaklaşık 100.000 kişi, yanında 300’e yakın top bulunuyordu.
Seferin hedefi başlangıçta Viyana üzerine yürümek gibi görünse de, stratejik bir kale olan Zigetvar’ın alınması öncelikli hale geldi. Zigetvar Kalesi, Hırvat asıllı ünlü kumandan Miklós Zrínyi tarafından savunuluyordu. Kale, bataklıklarla çevrili, güçlü surları olan ve küçük ama dayanıklı bir garnizona sahipti.
Osmanlı ordusu 6 Ağustos 1566’da Zigetvar önlerine geldi. Kuşatma büyük bir kararlılıkla başlatıldı. Osmanlı topları kaleyi sürekli dövdü, surlarda büyük gedikler açıldı. Ancak savunucular dirençliydi ve her saldırıyı geri püskürttüler. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. 6 Eylül 1566’da Osmanlı ordusu kaleye genel hücum düzenledi. Bu sırada kale savunucuları büyük kayıplar vererek geri çekildiler. Miklós Zrínyi, teslim olmayı reddetti; elinde kılıcıyla Osmanlı askerlerinin üzerine atıldı ve savaşarak öldü. 7 Eylül’de kale tamamen Osmanlıların eline geçti.
Seferin en dramatik olayı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümüydü. Padişah, Zigetvar kuşatması sırasında ağır hastaydı ve 7 Eylül 1566’da, kalenin alınmasından hemen önce vefat etti. Bu durum ordunun moralini bozmasın diye Kanuni’nin ölümü gizlendi; cenazesi gizlice muhafaza edildi. Osmanlı tahtına II. Selim geçti.
Zigetvar Seferi’nin sonuçları stratejik açıdan önemliydi. Kale Osmanlı topraklarına katıldı ve Habsburglar’a karşı Osmanlı üstünlüğü bir kez daha gösterildi. Ancak Kanuni’nin ölümü, Osmanlı tarihinde bir dönemin sonu anlamına geliyordu. Kanuni ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak ve genişleme dönemi kapanmış, daha durağan ve savunmacı bir döneme girilmişti.
Zigetvar Seferi, hem Osmanlı askeri gücünün son büyük gösterilerinden biri, hem de Kanuni Sultan Süleyman’ın “cihan padişahı” kimliğiyle çıktığı son sefer olarak tarih kitaplarında yerini almıştır. Avrupa’da bu sefer büyük bir yankı uyandırmış, Osmanlı korkusunu artırmış ve Zigetvar Kalesi’nin savunucuları efsaneleşmiştir.
Kanuni Dönemi Hukuk Sistemi
Kanuni Sultan Süleyman, yalnızca büyük bir asker ve devlet adamı değil, aynı zamanda hukuk düzeniyle de Osmanlı tarihine damgasını vurmuş bir hükümdardır. Ona “Kanuni” unvanını kazandıran şey, Osmanlı hukuk sistemine getirdiği düzenlemeler, şer‘î hukuk ile örfî hukuku dengelemesi ve imparatorluğun farklı toplumsal kesimlerinde adalet arayışına verdiği önemdir.
Osmanlı’da temel olarak iki hukuk kaynağı vardı: şer‘î hukuk ve örfî hukuk. Şer‘î hukuk, İslam hukukuna dayanan, kadılar tarafından uygulanan kurallardı. Örfî hukuk ise devletin ihtiyaçlarına göre sultanın iradesiyle çıkarılan düzenlemelerden oluşuyordu. Kanuni, bu iki alan arasında denge kurarak devletin sürekliliğini sağladı. Onun döneminde hazırlanan kanunnameler, sadece Müslüman tebaanın değil, gayrimüslimlerin de haklarını gözetiyordu. Böylece Osmanlı topraklarında yaşayan farklı inanç grupları, kendi iç hukuklarını uygulama imkânı bulurken devletle olan ilişkilerde adil bir sistemle karşılaşıyordu.
Kanuni’nin en önemli katkılarından biri, örfî hukukun sistematik hale getirilmesidir. Daha önceki padişahlar döneminde de örfî kanunlar çıkarılmıştı, ancak bunlar dağınık ve bütüncül olmayan düzenlemelerdi. Kanuni, bu kanunları toplattı, yeniden düzenledi ve belirli bir bütünlük içinde uygulamaya koydu. Böylece Osmanlı hukuk sistemine bir istikrar kazandırdı. Tarım, vergi, toprak yönetimi, tımar sistemi, askerî görevler ve toplumsal düzen konularında ayrıntılı hükümler getirdi. Halktan alınacak vergilerin sınırları, köylünün yükümlülükleri, sipahilerin hak ve görevleri açıkça yazıya döküldü.
Hukuk düzenlemelerinin bir başka yönü, padişahın yetkilerinin sınırlandırılması olmuştur. Kanuni, kendisini şer‘î hukukun üzerinde görmedi; tam tersine şeyhülislâmın fetvaları doğrultusunda hareket etti. Bu yaklaşım, Osmanlı devletinde hukukun üstünlüğü ilkesinin güçlenmesine katkı sağladı. Örneğin ünlü şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvaları, Kanuni’nin kanunnameleriyle birlikte Osmanlı hukukunun temelini oluşturdu. Bu ikili, şer‘î ve örfî hukuku öyle bir şekilde kaynaştırdı ki sonraki yüzyıllarda Osmanlı adalet sisteminin omurgasını teşkil etti.
Kanuni’nin hukuk anlayışı yalnızca yazılı kanunlarla sınırlı değildi. Adaletin toplumun her kesimine ulaşmasına büyük önem verdi. Sarayında “Divan-ı Hümâyun” toplantılarına bizzat katılır, halktan gelen şikâyetleri dinlerdi. Efsanelere göre zaman zaman kılık değiştirerek halkın arasına karışır ve şehrin adalet anlayışını kendi gözleriyle denetlerdi. Halkın gözünde onun adaletli bir padişah olması, meşruiyetini pekiştiriyordu.
Kanuni döneminde oluşturulan hukuk sistemi, imparatorluğun geniş topraklarında düzen ve istikrarı sağladı. Balkanlardan Arabistan’a, Anadolu’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada aynı hukuk dili konuşulmaya başlandı. Bu durum, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorlukta iç karışıklıkların azalmasına ve devlet otoritesinin güçlenmesine katkıda bulundu.
Kanuni’nin ölümünden sonra da kanunnameleri uzun süre yürürlükte kaldı. 17. ve 18. yüzyıllarda bile devlet adamları yeni düzenlemeler yaparken Kanuni dönemine atıfta bulunuyorlardı. Bu yüzden tarihçiler, onun yalnızca büyük bir fatih değil, aynı zamanda adaletin timsali olarak hatırlandığını belirtirler. Batı’da “Muhteşem” sıfatıyla tanınırken, Osmanlı halkı arasında “Kanuni” diye anılması bu mirasın en açık göstergesidir.
Hürrem Sultan ve Saray Politikaları
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatı yalnızca fetihlerle değil, aynı zamanda saray içi gelişmelerle de şekillenmiştir. Bu noktada en dikkat çekici figür hiç şüphesiz Hürrem Sultan’dır. Asıl adı Roksalana olan Hürrem, Lehistan kökenli bir köle iken saraya girmiş, zekâsı, güzelliği ve politik kabiliyeti sayesinde kısa sürede padişahın sevgisini kazanmıştır. Osmanlı tarihinde haseki konumuna yükselip padişah ile nikâh kıyan ilk kadın olması, onun farklılığını ortaya koyar.
Hürrem Sultan’ın Kanuni üzerindeki etkisi, yalnızca kişisel değil siyasî boyutlarıyla da önemlidir. Padişah ile evlenmesi, sarayda alışılmış harem düzenini kökten değiştirdi. Ondan önce padişahların kadınları genellikle nikâhsız olur, cariyelik düzeni içinde yaşardı. Hürrem Sultan’ın evlilik statüsü, harem kadınlarının Osmanlı siyasetinde daha etkin bir rol oynamasının yolunu açtı. Bu süreç, tarihçiler tarafından “Kadınlar Saltanatı” olarak adlandırılacak dönemin başlangıcıdır.
Hürrem Sultan, saray entrikalarında da önemli bir aktördü. Özellikle Şehzade Mustafa meselesinde onun parmağı olduğu iddiaları, tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Mustafa, halk ve ordu tarafından sevilen, tahtın güçlü adayı olan bir şehzadeydi. Ancak Hürrem Sultan’ın kendi oğullarını, özellikle de II. Selim’i tahta çıkarmak istediği söylenir. Bu nedenle Sadrazam Rüstem Paşa ile iş birliği yaparak Mustafa’ya karşı Kanuni’nin güvenini sarsacak entrikalar çevirdiği rivayet edilmiştir. Bu iddiaların tamamı kesinlik taşımamakla birlikte, Mustafa’nın idamında Hürrem’in etkisi olduğu yolundaki görüş yaygındır.
Hürrem Sultan’ın Osmanlı dış politikasına da dolaylı etkisi olmuştur. Kanuni’ye yazdığı mektuplar, onun devlet işlerine duyduğu ilgiyi göstermektedir. Mektuplarında seferlerin gidişatıyla ilgilenmiş, padişahı dua ve nasihatlerle desteklemiştir. Ayrıca hayır kurumları yaptırması, onun yalnızca saray içi politikalarla değil toplum hayatıyla da ilgilendiğini kanıtlar. İstanbul’da Haseki Hürrem Sultan Külliyesi’ni yaptırarak hayırsever kimliğini ortaya koymuştur. Bu külliye, cami, medrese, imaret ve hastaneden oluşarak geniş halk kitlelerine hizmet etmiştir.
Saray politikaları açısından Hürrem Sultan’ın en büyük başarısı, Kanuni’nin güvenini ve sevgisini sürekli muhafaza etmesiydi. Osmanlı tarihinde çok sayıda cariye padişahların gönlünü kazanmış, fakat böylesine kalıcı bir nüfuza sahip olamamıştır. Hürrem, Kanuni’nin gözünde sadece bir eş değil, aynı zamanda akıl danıştığı bir dosttu. Bu yakınlık, onu saray entrikalarının merkezine oturttu.
Hürrem Sultan’ın etkisiyle birlikte saray politikaları daha kişisel ilişkiler üzerinden şekillenmeye başladı. Bu, devlet yönetiminde yeni bir dönemin işaretiydi. Özellikle sadrazam atamalarında ve şehzade meselelerinde onun söz sahibi olduğu görülür. Bu gelişmeler, Osmanlı tarihçilerinin bir kısmı tarafından olumsuz değerlendirilse de modern tarihçiler, Hürrem’in zekâsı ve diplomatik kabiliyetleri sayesinde Osmanlı sarayının daha güçlü bir siyasi merkez haline geldiğini vurgularlar.
Sonuç olarak Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde eşi benzeri olmayan bir konuma sahiptir. Onun varlığı, sarayın yalnızca padişahın iradesine dayalı bir yer olmaktan çıkıp kadınların da etkili olduğu bir siyasî alan haline gelmesine yol açtı. Bu durum, Osmanlı tarihinin sonraki yüzyıllarını da derinden etkileyecek olan “Kadınlar Saltanatı”nın kapısını araladı. Kanuni’nin fetihlerle dolu saltanatında Hürrem Sultan’ın gölgesi, saray ve hanedan politikalarında her zaman hissedildi.
Şehzade Ölümleri
Kanuni Sultan Süleyman’ın uzun saltanatı, Osmanlı hanedan tarihinde en çalkantılı dönemlerden birine sahne olmuştur. Padişahın oğulları arasında yaşanan rekabet, saray entrikaları ve taht kavgaları, hem Osmanlı devlet düzenini hem de Kanuni’nin şahsî hayatını derinden sarsmıştır. Bu olaylar “şehzade trajedileri” olarak adlandırılır ve Osmanlı tarihinin en dramatik sayfalarından birini oluşturur.
Şehzade Mustafa, Kanuni’nin büyük oğlu ve en parlak veliaht adayıydı. Cesareti, karizması ve askerî yetenekleriyle hem yeniçeriler hem de halk arasında büyük bir sevgi kazanmıştı. Anadolu’daki sancakbeyliği sırasında adaletli tutumuyla da dikkat çekmişti. Ancak Hürrem Sultan’ın ve damadı Sadrazam Rüstem Paşa’nın etkisiyle Kanuni’nin gözünde güvenilirliği sarsıldı. Rivayetlere göre Mustafa’nın babasına karşı isyan hazırlığında olduğu söylentileri yayıldı. 1553 yılında Nahçıvan Seferi sırasında Kanuni, Konya Ereğlisi’nde otağını kurmuştu. Buraya çağrılan Mustafa, padişahın huzuruna çıktığında cellatlar tarafından boğularak öldürüldü. Bu olay, Osmanlı tarihinde büyük bir yankı uyandırdı. Halk ve ordu, Mustafa’nın haksız yere öldürüldüğüne inanarak derin bir üzüntü yaşadı. Kanuni ise bu kararından dolayı hayatının sonuna kadar vicdan azabı çektiği rivayet edilir.
Bir diğer trajedi, Kanuni’nin oğulları Bayezid ve Selim arasında yaşandı. Hürrem Sultan’ın ölümünden sonra taht mücadelesi daha da şiddetlendi. Şehzade Selim, içki ve eğlence düşkünlüğüyle bilinirken, Bayezid cesareti ve dirayetiyle öne çıkıyordu. Kanuni’nin desteğini kazanmak için iki kardeş arasında rekabet kızıştı. 1559 yılında Konya yakınlarında yapılan savaşta Bayezid, Selim karşısında yenildi. Ardından İran’a sığınmak zorunda kaldı. Safevî şahı başlangıçta Bayezid’e kucak açsa da Osmanlı baskısıyla onu teslim etti. 1561’de Bayezid ve oğulları Osmanlı cellatları tarafından idam edildi.
Bu trajediler, Osmanlı hanedan sisteminin sert gerçeklerini gözler önüne serer. Osmanlı’da kardeş katli, devletin bekası için meşru görülmüştü. Ancak Kanuni dönemindeki şehzade ölümleri, hem halk arasında hem de devletin moralinde derin yaralar açtı. Özellikle Şehzade Mustafa’nın idamı, Kanuni’nin saltanatındaki en tartışmalı karar olarak tarihe geçti.
Sonuçta taht, II. Selim’e kaldı. Ancak Selim’in karakteri, Kanuni’nin büyük oğulları Mustafa ve Bayezid kadar güçlü değildi. Bu nedenle tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama sürecine giden yolun Kanuni sonrası dönemde başladığını ve bunda şehzade trajedilerinin büyük rol oynadığını belirtirler.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Ölümü
Kanuni Sultan Süleyman, Osmanlı tahtında 46 yıl gibi çok uzun bir süre kaldı ve bu, Osmanlı tarihinde en uzun süreli padişahlık süresiydi. Onun saltanatının son yıllarında Osmanlı artık zirvedeydi; topraklar üç kıtaya yayılmış, Osmanlı hem karada hem denizde süper güç konumuna ulaşmıştı. Ancak bu ihtişamlı saltanat, dramatik bir şekilde, Kanuni’nin 72 yaşında çıktığı Zigetvar Seferi ile son buldu.
1566 yılında Avusturya’ya bağlı Zigetvar kalesi, Osmanlı için stratejik bir hedef haline gelmişti. Kanuni, yaşlı olmasına ve hastalıklarla mücadele etmesine rağmen sefere katılmakta ısrar etti. Bu, onun devletin başında dimdik durduğunu göstermek ve Avrupa’ya Osmanlı kudretini bir kez daha hatırlatmak istediğini kanıtlıyordu. 1 Mayıs 1566’da İstanbul’dan hareket eden ordu, uzun bir yolculuğun ardından 7 Eylül’de Zigetvar kalesi önlerine ulaştı.
Kanuni, sefer sırasında giderek ağırlaşan bir hastalığa yakalandı. Tarihçiler onun gut, romatizma ve belki de kalp rahatsızlığı nedeniyle büyük acılar çektiğini aktarırlar. Buna rağmen otağından çıkıyor, orduya moral vermeye çalışıyordu. Fakat kuşatma sırasında hastalığı kritik bir aşamaya geldi. 6 Eylül 1566 gecesi, Osmanlı padişahı hayata gözlerini yumdu. Ölüm anında 72 yaşındaydı ve yarım yüzyıla yakın bir süre Osmanlı tahtını taşımıştı.
Kanuni’nin ölümü, ordunun moralini bozabilecek ve kuşatmanın başarısız olmasına yol açabilecek bir gelişmeydi. Bu nedenle sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, padişahın ölümünü askerlerden gizledi. Ölüm haberi açıklanmadı, otağda ışıklar yakılmaya devam edildi. Hatta rivayete göre padişahın yemekleri her gün otağa götürüldü ve Kanuni hayattaymış gibi bir atmosfer yaratıldı. Bu sırada Osmanlı ordusu kuşatmayı sürdürdü. 7 Eylül 1566’da Zigetvar kalesi Osmanlı’nın eline geçti. Zaferden sonra Kanuni’nin ölümü resmî olarak duyuruldu.
Padişahın cenazesi gizlice İstanbul’a getirildi ve Süleymaniye Camii’nin yanındaki türbeye defnedildi. Onun ölümünden sonra tahta oğlu II. Selim geçti. Ancak II. Selim, babası kadar güçlü ve karizmatik bir hükümdar değildi. Bu nedenle Kanuni’nin ölümü yalnızca bir padişahın değil, aynı zamanda Osmanlı’nın altın çağının da sonunu simgeliyordu.
Kanuni’nin ölümü Avrupa’da da büyük yankı uyandırdı. Dönemin Hristiyan kronikleri, “Türklerin en büyük padişahı öldü” diyerek olayı kaydetti. Osmanlı için ise bu ölüm, yarım yüzyıllık ihtişamlı bir dönemin kapanışıydı.