Osmanlı'nın Avrupa topraklarında ilerleyişiyle yüksek ve kutsal iktidarını kaybeden batı, Türklere karşı hayranlık ve korku ile iç içe geçmiş bir ütopya haline gelmişti. Türkerle daha önce de karşılaşmışlardı. Onlara göre Türkler, tıpkı öncüleri Hunlar, Avarlar ve Kıpçaklar gibi istilacı barbarlardı. Türklere mağlup olmalarıysa bir başarısızlık değil, yaptıkları hatalar nedeniyle tanrı tarafından cezalandırılmalarından ibaretti. Ancak tüm bu genel kabuller, İstanbul'un fethiyle geçerliliğini yitirdi. Yunanca, Latince, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilen Sultan Mehmed, gelen elçileri tercümansız dinliyor, anlıyor, hatta cevap veriyordu. Matematik, asronomi, coğrafya, felsefe ve tarih bilgisi ise batının az sayıdaki bilim insanlarından daha ilerideydi. Böyle birine barbar diyebilmek nasıl mümkün olabilir?
Sultan Mehmed, yalnızca batının zihnindeki "Barbar Türk" kavramını yıkmadı. Artık Türkler güç, saygınlık ve hayranlık nesnesi haline gelmişti. Ne barbar diyebildiler ne de yükselen Osmanlı medeniyetini kabul edebildiler. Geçmişten gelen kabuller ve kabullenilmek zorunda kalınan gerçekler arasında kalarak Türkleri anlamaya ve yeniden tanımlamaya çalıştılar.
Orta Çağ Avrupasında bilim, felsefe ya da ifade özgürlüğünden söz edemesek de, siyasetin ket vurmadığı tek ses şairlerden yükseliyordu. Batının "Hümanistler" olarak tanımladığı bu zümre, Anadolu'daki halk ozanları gibi umarsızca yazıyor ve söyleyebiliyordu. Henüz mezhep çatışmalarıyla tanışmayan batı, halen kutsal kiliselerin tahakkümü altındaydı. Halk ne düşünürse düşünsün, kiliseler Türkleri barbar düşmanlar olarak tanımlıyordu. Ancak Hümanistler, batının sosyal dokusunu şekillendiren Türk etkisini söylemekten çekinmediler.
Hem korku hem hayranlıkla bakılan Türkleri yeniden anlamaya çalışan Hümanistler, içinde bulundukları kültür paradoksunu hafızalarındaki imgelerle yeniden kurguladılar. Bu kurgusal gerçekliğe göre Türkler, yalnızca "tanrının kırbacı" değil, aynı zamanda tarihi bir intikamın aktörleriydi. Her toplum gibi batı da varoluşlarının kökenini destansı bir savaşla başlatır. Bu efsanevi savaş Truva'da gerçekleşmiştir; Akhilleus (Aşil), Hector'u öldürerek Truva krallığını yıkar ve büyük batı medeniyetinin temellerini atar. Bu savaşın yaşandığı topraklar artık Türklerin elindedir. Batının milliyetçi romantizmine göre dönemin gerçekliği yeniden kurgulanır; böylece Türkler, Truva'da yendikleri Hector'un torunları olurlar. İşin garip tarafı Türkler de bu algıyı benimser. Osmanlı tarihçisi Hammer'e göre Fatih Sultan Mehmed, Gelibolu'da bulunduğu bir vakit şöyle demiştir.
"İşte Yunanlıların ve Makedonyalıların yakıp yıktığı o Truva'nın intikamını ben aldım."
Türklerin Truvalıların varisleri olduğu varsayımının ilk ortaya atıldığı yıllar, İstanbul'un fethinden hemen sonrasına tekabül eder. İtalyan hümanist "G.M. Filelfo", binlerce beyitlik Amyris adlı eserinde Fatih Sultan Mehmed'i Aeneas'a benzeterek Osmanlı'nın köklerini Troya'ya olarak sunar. İstanbul'un fethini ise doğal ve tarihsel bir tecelli olarak ifade eder (1471). Bu eser büyük ses getirir. Öyle ki kilise, Hristiyanlık teolojisine aykırı olduğu gereçkesiyle Türk propagandası olarak gördüğü bu esere öfkeyle tepki vermiştir. Ancak İtalya'da hissedilen Türk etkisi daha da yükselecektir. Bir diğer hümanist Bessarion, Türkleri barbar olarak nitelese de Osmanlı'nın entelektüel merakına yenilmiştir. Yine 16. yüzyılda yaşayan hümanist tüccar Anconalı Ciriaco, Türkleri antik dünyanın doğal mirasçıları olarak nitelemiştir.
İlk kez 16. yüzyıl batı metinlerinde karşımıza çıkan "Troyalı Otman" (Ottomanus Troianus) ifadesi, Osmanlı Devletinin adını da belirleyecektir. İstanbul'un fethine kadar kaynaklarda doğrudan "Türkler" olarak ifade edilirken, milliyetçi bir romantizminin etkisiyle Ottoman Empire olarak anılagelecektir.
İlginçtir ki; kaynaklarda "Otman" ifadesini görenler, bu durumu çok yanlış anlayacaklar, Osman Gazi'nin adının aslında Otman/Odman olduğunu öne süreceklerdir.







