Anadolu’nun Türkleşmesi pek de öyle fekalade bir iş değildi. Nitekim Anadolu, Orta Çağ’da bir tarım coğrafyası olmaktan çok uzaktı. Haliyle kalabalık kitleleri besleyecek tabiat kaynaklarından mahrumdu. Konya Ovasında sanayi yöntemlerle yetiştirilen Hububat ve Güney bölgelerindeki meyve yetiştiriciliği de milat öncesi dönem için bir önem arz etmiyordu.
Doğu Anadolu’yu görmezden gelirsek, Anadolu’da muhkem bir İmparatorluk ya da siyasi otorite ile karşılaşmayız. Daha çok kuzey ve batı sahillerinde görülen Yunan Ticaret kolonileri dışında Anadolu’da hatırı sayılır bir nüfus yoğunluğu da göze çarpmaz. Çünkü Erzincan’dan başlayıp batı sahillerine kadar uzanan İç Anadolu, tabiat koşulları itibarıyla Orta Asya bozkırları gibi zorlu, müşküllü bir coğrafyadır. Aslında buraya Küçük Asya denilmesinin sebebi de buydu.
1071, talihin bir ikramı olarak Türk tarihinin önüne konulmuş bir nimetti. Ne Sultan Alparslan ne de Selçuklular, Anadolu’yu gözlerine kestirmemiş hatta tenezzül buyurmamışlardı. Kültür ve medeniyet, hâkimiyet kurulacak kalabalık halk kütleleri ve manevi atmosfer, tarihin her döneminde olduğu gibi Mezopotamya eksenliydi. Öyle ki; Mısır seferine hazırlanan Alparslan için Diogen’in saldırısı sadece bir savunma savaşından ibaretti. Ama “kul hesap eder, kader güler geçer” misali, Türklerin ebedi ve müebbet vatanı, o tenezzül edilmeyen Küçük Asya oldu.
Özünde bir Türk Devleti olan Selçuklular, belki Melikşah belki Alparslan döneminde söz konusu olan eksen kaymasıyla Bozkır geleneklerinden ve Türklük ekseninden yerleşik, kozmopolit, çok uluslu ve merkeziyetçi bir imparatorluğa dönüşmeye başlamıştı. Şüphesiz bu dönüşümün baş aktörü Fars asıllı Nizamûlmülk idi. Öyle ki; görece Selçukluların en parlak devri olan Melikşah döneminde, merkezi otoriteden pek de hazzetmeyen, kendi beylerinin öncülüğünde “başına buyruk” bir özgürlük içerisinde yaşayan Türkmenler, Mezopotamya usulü bir merkezi otorite için en mühim tehdit olarak algılanır hale geldi. Devletin yeni başkenti İsfahan’dan uzak tutulan, hatta orduda ihtiyat kuvveti haline gelen bozkır savaşçısı Türkmenler, yine Nizamûlmülk’ün teveccühü üzere, onları da küstürmeyelim denilerek 1000 kadarı daimi Saray ordusunda vazifelendirilir hale gelmişti.
Her halükârda Türkmenler dışlanır, Selçuklu devleti ordusu ve siyasi ekranı dâhil olmak üzere Fars, Tacik, Arap, v.b. unsurlardan kokteyl bir yapıya bürünür oldu. Türkmenler de çok uluslu olarak programlanan Selçuklunun uç topraklarına göç ettirilerek merkezden uzak tutuldu. Anadolu’nun Türkleşmesi işte bu makûs sürecin hikmetli bir meyvesi olarak ortaya çıktı.
Tabi öncesi de var. Devletin kurucu atası Selçuk Bey’in esas varisi olan Arslan Yabgu, Gazneliler tarafından tutsak edilince onunla birlikte tutsak iken kaçmayı başaran Kutalmış, teamülen varis durumundaydı. Kutalmış, babasını kurtarmak için Türkmenlerle birlikte defaatle Gazne Devleti ile mücadele ederken evvelce şehit olan Mikhail’in oğulları Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, bu müşküllü durumda hasbelkader devletin idaresini ele aldılar. Kutalmış, yine de bu duruma itiraz etmeyerek amcaoğulları Tuğrul ve Çağrı kardeşlerin idaresini tanıdı. Ancak Tuğrul, kardeşi Cağrı’nın oğlu Süleyman’ı veliaht ilan edince Kutalmış da hakkı olanı almak üzere harekete geçti.
Selçukluların demografik dönüşümü, Fars, Tacik, Arap, Kürt, v.b. unsurların orduda görevlendirilmeye başlaması bu dönemlerde başlar. Her ne kadar bu süreci Nizamûlmülk’e ithaf etsek de dönüşümü başlatan selefi Amidûlmülk’dür. Bir tarafta muhtelif unsurlardan oluşan Tuğrul Bey’in ordusu, diğer tarafta Türkmenlerin desteğini alan Kutalmış saltanat için mücadele ettiler. Ancak ordunun tüm kuvvetini kullanan Tuğrul Bey, Türkmenlerin desteğini alan Kutalmış’ı mağlup edemedi. Hatta vezir Amidûlmülk, Kutalmış’ın hiddetlenmesinden çekinerek Süleyman’ı değil, Çağrı Bey’in oğlun Alparslan’ı tahta oturtur. Alparslan’ın taarruzları da sonuç vermez ve Kutalmış hakkından vazgeçmez. Nihayet Kutalmış sulh yoluna ikna olsa da bu kez Amidûlmülk’ün anlaşmanın ilan edilmesini istememesi üzerine yine sonuç alınamaz. Tüm gayretlere rağmen bertaraf edilemeyen Kutalmış, nihayet elim bir kazayla atıyla birlikte bir uçurumdan düşerek ölür. Ancak Türkmenler, Kutalmış’a yapılan haksızlığı unutmayacak, Fars vüzera da Türkmenleri devlet için bir tehdit olarak mimleyecektir.
İşte Selçukluların kozmopolit bir devlet haline gelmesi ve Türkmenlerin Selçuklu tarafından dışlanması bu sancılı sürecin bir neticesi oldu. Nihayet Nizamûlmülk, Alparslan’ı ikna ederek rakibi Amidûlmülk’ün öldürülmesini sağlayıp baş vezir olduktan sonra devleti adım adım Mezopotamya İmparatorluğuna dönüştü. Kutalmış’ın oğulları da devlet erkinden uzak tutulması gayesiyle Anadolu’ya sürüldü. Böylece Kutalmışoğlu Süleyman, Türklerin yeni ve ebedi vatanı olacak Anadolu’nun Türkleşmesini başlattı ve kanımca Türk Tarihi’nin en önemli şahsiyeti haline geldi.
Selçuklu, kendisi için tehdit gördüğü, küstürdüğü Türkmenleri, tenezzül buyurmadığı Anadolu’ya def ederek farkında olmadan Türk Tarihi’ne büyük bir hizmette bulundu. Kayıtlara göre Selçuklu’nun en palak dönemi olan Melikşah devrinde ise devletin taşıyıcı kolonları zafiyete uğradı ve Melikşah döneminden geriye parça parça olmuş bir Mezopotamya İmparatorluğu kaldı. Sultan Sencer, Türkmenlerin desteğini alsa ve tüm gayretlerine rağmen devleti ayakta tutmayı başarsa da iş işten geçmişti. Sencer’den sonra geriye esaret altına girmiş Türkmen kitlelerden başka pek bir şey kalmadı.
Mezopotamya’da yıkılan Türk hâkimiyeti Anadolu’da yeniden, üstelik bozkır usulüyle ve hatta tümüyle Türk etnositi ve kültürüyle yeniden tesis edildi. Gerçi evvelce Anadolu Türkleri, İran coğrafyasındaki saltanatı yeniden ele geçirene kadar Anadolu’yu bir geçici iskân sahası olarak görüyordu ancak Melikşah’ın ölümünden sonra bu emellerinden ilânihaye vazgeçtiler. Kaderin kendilerine tayin ettiği bu coğrafya onlara Türkistan bozkırlarına olan özlemlerini bile unutturdu.
Anadolu’nun Türkleşme ve paralel olarak İslamlaşmasını da bu eksende anlamalıyız. Ama o basit ezberi terk etmek zorundayız; Türkler Anadolu’yu bizzat Türkleştirirken yerli kütleyi asimile etmedi; buna gerek de kalmadı. Hatta Orta Asya’yı Anadolu’ya taşıyarak Türkistan’ın adeta merkezi haline getirdi. Beraberinde şu soruyu yanıtlamak zorundayız; Anadolu’nun o eski sakinlerine ne oldu?
Teşbihte hata olmasın, geldikleri gibi gittiler. Ne asimile oldular, ne Türkleştiler ne de İslam’a intibak ettiler; misafir olarak geldikleri Anadolu’dan kendi arzu ve istekleriyle müsaade isteyerek ayrıldılar. Edebi bir tamlama gibi görünüyor olsa da ifadeyi okunduğu haliyle anlayalım, Türkler tarafından kovulmadan gittiler.
Neticeye varmadan önce şu misafir tanımını tamlamak istiyorum. Genel kanı olarak Anadolu’nun eski sahipleri olduğu söylenen kütlelerin Anadolu’ya ne zaman ve nasıl geldiğini anlamadan neden ve nasıl gittiklerini kavramak mümkün olmayacaktır.
Kısa bir tarih serüvenine çıkalım; Kuzey Karadeniz bozkırlarında yaşayan Aryanlar, MÖ 2 bin’lerde başlayan Asya istilası neticesinde MÖ 1800’lerde Hazar’ın doğusundan güneye inerek önce Kelteminar ve Harezm kültürlerini çiğneyerek İran coğrafyasına indiler, ardından bir koldan Hint topraklarını istila ederken diğer taraftan Sümer ve Akkad topraklarını çiğnediler. Müteakiben MÖ 1500’lerde Anadolu’ya giren bu Aryan kütlesi, Asyalı Hattilerin varisi olarak Hitit İmparatorluğunu ilan ettiler. Anadolu’nun diğer kütleleri olan Luviler, Milavandalar, v.b. kütlelerin serüveni de yaklaşık olarak aynı dönemde başlar. Yani bu kütleler de Anadolu’ya sonradan ve istila hareketleriyle gelmişlerdi. Onlar geldiğinde bölgenin sakinleri olan Hattiler, pekâla Asyalı bir kütleydi. Özetle bilebildiğimiz kadarıyla Anadolu’nun en eski sakinleri Asyalılardı ve Hint-Avrupalıların istilasına uğramışlardı.
Hititlerden sonra Anadolu’da kadim ve kalıcı bir hâkimiyet kurulamadığını biliyoruz. Aradan geçen 2 Bin yıllık dönemde, daha çok Doğu Anadolu’da Komagene, Urartu, İskit, Hay (Ermeni) hâkimiyetleri yaşansa da bu siyasi otoriteleri Mezopotamya’nın uzantısı olarak görmek gerek.
Söz konusu Türk fütuhatı olunca, Anadolu’yu Roma toprakları olarak adlandırırız. Ancak bu topraklar Roma için bir vilayet değil, tahakküm altına alınmış, baronluklar ve derebeyliklerle sömürülen, hatta Mezopotamya ile Roma arasında bir hendek vazifesi gören tali bir coğrafyaydı. Tahkim edilmiş kalelerin olmadığı, Roma ya da Bizans kültürüne tabi bir halk göremediğimiz Anadolu’da, Türkler gelmeden sadece birkaç yüzyıl önce ortaya çıkan Ermeni Krallığından başkaca bir kütlenin hatırı sayılır varlığı söz konusu değildi.
Bu tenezzül edilmeyen, kadim bir kültür ya da siyasi otorite altında şekillenememiş coğrafya, ancak ve ancak pastoral kültür ve bozkır yaşam modeline sahip Türkler tarafından ihya edilebilirdi, öyle de oldu. Peki nasıl oldu?
Türklerden önce Anadolu’nun ne halde olduğunu anlamak gerek önce. 6-7. yüzyıllarda Bizans – Sasani savaşları, ardından ise İstanbul’u kuşatmaya kadar varan Arap taarruzları, zaten seyrek olan demografik yapıya daha da tesir ederek Ermeni ve Rumların yaşamlarını altüst etmişti. Bu vahim atmosferi doğrudan Bizans kaynaklarından takip edebiliyoruz. Ramsay ve Honigmann tarafından derlenen Bizans kayıtlarında, bu konuda tereddüde mahal bırakmayacak izahatlar var. Öyle ki; Bizans, Anadolu’da ki nüfusun azalmasından ötürü bölgeye sevk ettikleri orduların iaşe ve ihtiyaçları halk tarafından karşılanamıyordu. Ordu, ihtiyaçlarını yola çıkarken yanına almak zorunda olduğundan intikallerin yavaşlığı söz konusu ediliyor.
Mamafih, 13. Yüzyıla gelindiğinde Rum ahali sahil şehirlerine göç etmiş, Ermeniler ise birleşik bir Ermeni Krallığı kurmak hülyasından imtina ederek varlığını sürdürebilmiştir. Bu kütlelerin varlığını zaten Osmanlı döneminden itibaren kolaylıkla takip edebiliyoruz. Osmanlı’nın tebaaları olan Ermeniler ve ekseri Karadeniz hattında yaşayan Rumlar ne Türkleşmiş ne Müslümanlaşmamışlar, kimliklerini ve mevcudiyetlerini Cumhuriyet dönemi mübadelelerine kadar devam ettirmişlerdi.
Diğer taraftan, Selçuklu döneminde küskün Türkmenlerin göçleri, 13-14. Yüzyılda İlhanlılar ile başlayan ikinci ve çok daha etkili bir Türkleşme süreciyle mukim haline ulaştı. Önceleri Hıtaylarla başlayan ve Karahanlı topraklarına kadar etkilerini gördüğümüz Moğol istilaları, Cengiz Han döneminde Asya’nın kavimler göçünü meydana getirdi. Cengiz Han’ın ve oğullarının batıya akan istila hareketleri, aslında Doğu Türkistan’dan kopan son kalabalık göç kitlesi olarak okunmalı. İlhanlı döneminde açıkça gördüğümüz Türkleşme, saltanat makamının Moğol ancak Ordu ve Halk tabanında Türklüğün hâkim olmasından ileri geliyordu. Nitekim Anadolu Selçukluları tarafından gerçekleşen ilk demografik hamle, İlhanlılar eliyle Anadolu’nun bir Türk Yurduna dönüşmesi süreciyle olgunluğa ulaşmış oldu. Nihayet 14. Yüzyılın başlarında Anadolu’da bir nüfus patlaması olduğunu, Türkleşmenin ise fazlasıyla tamamlandığını görüyoruz.
Memlük Devlet adımı, tarih ve coğrafya âlimi olan İbn. Fazlullah Ömeri, 14. Yüzyılda Anadolu’nun durumunu bize özetliyor. Anadolu beyliklerinin çıkarttığı asker sayılarına bakacak olursak;
Karamanoğulları: 25 Bin atlı – 25 Bin yaya
Hamidoğulları: 15 Bin atlı ve 15 Bin yaya
Menteşoğulları: 100 Bin atlı
Aydınoğulları: 70 Bin atlı
Saruhanoğulları: 20 Bin atlı
Karesioğulları: 20 Bin atlı
Osmanoğulları: 40 Bin atlı – 40 Bin yaya
Germiyanoğulları: 40 Bin atlı
Candaroğulları: 30 Bin atlı
Eşrefoğulları: 70 Bin atlı
- ve irili ufaklı beyliklerle birlikte toplamda 650 Bin kadar asker çıkarmaya muktedir olduklarını rapor etmiştir.
Bu rakamları Arap tarihçilerinin mübağalâlarıyla karıştırmayalım. Zira Fazlullah bir devlet adamıdır ve ayrıca, Osmanoğulları için belirttiği rakamların gerçekçiliğini Bizans kaynaklarından doğrulayabiliyoruz.
Özetleyecek olursak; 11. Yüzyılda başlayan Türkleşme süreci 14. Yüzyılda olgunlaşarak, o dönem için muazzam bir rakam olarak 650 Bin asker çıkartabilecek fevkalade düzeye ulaşmıştır. Ve bunu doğrudan asli Türk/Türkmen unsurlarıyla gerçekleştirmiştir.
Anadolu'nun Türkleşmesine Dair
11. Yüzyılda başlayan Türkleşme süreci 14. Yüzyılda olgunlaşarak, o dönem için muazzam bir rakam olarak 650 Bin asker çıkartabilecek fevkalade düzeye ulaşmıştır. Ve bunu doğrudan asli Türk/Türkmen unsurlarıyla gerçekleştirmiştir.