II. Selim, Kanunî ile Hürrem Sultan’ın oğluydu. Ağabeyi Şehzade Mustafa’nın 1553’te idam edilmesiyle birlikte, taht mücadelesi büyük ölçüde Hürrem Sultan’ın oğulları arasında kaldı. Bu dönemde Selim, Manisa ve Kütahya sancaklarında görev yaparak hükümdarlık için gerekli idari deneyimi kazandı. Ancak kardeşi Bayezid de güçlü bir adaydı. Aralarındaki rekabet, zamanla açık bir mücadeleye dönüştü. 1559’da Konya yakınlarında iki kardeş ordularıyla karşı karşıya geldi; Selim, Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın da desteğini alarak savaşı kazandı. Bayezid, İran’a sığındıysa da diplomatik baskılar sonucunda 1561’de Osmanlılara teslim edilip oğullarıyla birlikte idam edildi. Böylece Selim, tahtın tek varisi haline geldi.
1566’da Kanunî Sultan Süleyman, Zigetvar Seferi sırasında vefat etti. Ancak bu ölüm, seferdeki düzenin bozulmaması için Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa tarafından gizlendi. Paşa, hem orduda karışıklık çıkmasını hem de dış dünyaya zafiyet görüntüsü verilmesini önlemek amacıyla Kanunî’nin ölümünü açıklamadı. Bu süreçte Kanunî’nin naaşı tahnit edilip saklandı ve fetih tamamlandıktan sonra ordu geri dönüşe geçti.
Selim, bu sırada Kütahya’da bulunuyordu. Sokollu Mehmed Paşa, hızlı haberleşme sağlayarak Selim’in İstanbul’a güvenli biçimde ulaşmasını temin etti. Selim, babasının ölümünden kısa süre sonra başkente geldi ve 30 Eylül 1566’da resmen Osmanlı tahtına çıktı. Böylece Kanunî’nin 46 yıllık saltanatı sona ererken, Osmanlı tarihinde “Sarı Selim” olarak da anılan II. Selim dönemi başlamış oldu.
II. Selim’in tahta çıkışı, savaş meydanında değil, saray içi diplomasiyle gerçekleşmiş ilk padişah değişimi olması bakımından da dikkat çekicidir. Bu olay, Osmanlı’da yönetim gücünün yavaş yavaş sultanlardan sadrazamlara, özellikle de Sokollu Mehmed Paşa gibi güçlü devlet adamlarına geçmeye başladığı bir dönemin başlangıcını simgeler.
II. Selim’in 1566’da tahta çıkışının ardından geçen ilk iki yıl, Osmanlı Devleti’nin hem iç istikrarını koruma hem de batı sınırlarında barışı yeniden tesis etme süreciyle geçti. Kanunî Sultan Süleyman’ın uzun ve savaşlarla dolu saltanatının ardından tahta çıkan II. Selim, babasından büyük bir imparatorluk devralmıştı; ancak bu imparatorluk, sürekli savaşların getirdiği yorgunluk, mali zorluklar ve diplomatik dengelerle karşı karşıyaydı. II. Selim tahta geçtiğinde Osmanlı ordusu hâlâ Zigetvar Seferi’nden dönmekteydi. Yeni padişah, ilk icraat olarak devletteki yönetim kadrosunu koruyarak sükûneti sağlamaya çalıştı. Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, Kanunî döneminden beri sürdürdüğü etkili yönetimini devam ettirdi. Selim, askeri zaferlerle değil, barış ve denge politikalarıyla devleti yönetme yolunu seçti.
Bu dönemde en önemli dış mesele, Avusturya ile olan ilişkilerdi. Kanunî döneminde 1562’de imzalanan barış antlaşması, belirli bir süre için geçerliydi ve süresi dolmuştu. II. Selim, batıda yeni bir savaş istemiyordu. Avusturya Arşidükü II. Maximilian da Osmanlı ile çatışmaktan kaçınmak istiyordu, zira uzun süredir devam eden savaşlar her iki tarafı da yıpratmıştı. Bu karşılıklı isteksizlik, barış görüşmelerinin başlamasına zemin hazırladı. 1567 yılında İstanbul’a gelen Avusturya elçisi, yeni bir barış anlaşmasının koşullarını görüşmek üzere Sokollu Mehmed Paşa ile müzakerelere başladı. Görüşmeler uzun sürse de sonunda 1568 yılında Eğri (Drinopol / Edirne) Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, iki taraf arasında uzun süreli bir barış dönemi başlattı. Antlaşmaya göre Avusturya, Osmanlı Devleti’ne her yıl 30.000 altın “hediye” adı altında vergi ödemeyi kabul etti; böylece Osmanlı üstünlüğü diplomatik yolla da tescillenmiş oldu.
Bu barış sayesinde Osmanlı Devleti batı sınırlarında güvenliği sağladı ve yeni sefer hazırlıklarını doğuya ve Akdeniz’e yöneltebildi. II. Selim’in saltanatının ilk yılları, savaş meydanlarından çok diplomasi masasında kazanılmış bir istikrar dönemi olarak kayda geçti. Bu süreçte II. Selim, Sokollu Mehmed Paşa’ya tam yetki vererek devlet işlerinin büyük kısmını onun eline bıraktı. Böylece 1566–1568 yılları, Osmanlı tarihinde “barış diplomasisi”nin ön plana çıktığı, yeni bir yönetim anlayışının şekillendiği bir dönem olarak önem kazandı.
Astarhan Seferi
1568–1570 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin dış politikasında en dikkat çekici girişim, Don–Volga Kanalı Projesi ve bununla bağlantılı olarak Astarhan (Hazar) Seferi olmuştur. Bu teşebbüs, Osmanlıların kuzeydeki stratejik menfaatlerini koruma, Türk–İslam dünyasını birleştirme ve İpek Yolu üzerindeki ticareti yeniden canlandırma hedeflerinin bir yansımasıydı.
II. Selim döneminde Osmanlı Devleti, Kafkasya ve Hazar Denizi çevresinde etkinliğini artırmak istiyordu. O yıllarda Rusya, İdil (Volga) ve Don nehirleri arasındaki bölgeyi ele geçirerek Astarhan Hanlığı’nı hâkimiyeti altına almıştı. Bu gelişme, Orta Asya ile Osmanlı toprakları arasındaki bağlantıyı kesmiş ve Orta Asya’daki Müslüman topluluklar üzerindeki Osmanlı nüfuzunu zayıflatmıştı. Ayrıca Rusya’nın Hazar Denizi’ne inmesi, Osmanlıların doğudaki ticaret yollarını tehdit eder hale getirmişti.
Bu nedenle Sokollu Mehmed Paşa’nın önderliğinde büyük bir proje gündeme geldi: Don Nehri ile Volga Nehri arasında bir kanal açmak. Böylece Karadeniz ve Hazar Denizi birleştirilecek, Osmanlı donanması Hazar’a ulaşabilecek, aynı zamanda Orta Asya’daki Türk hanlıklarıyla doğrudan bağlantı kurulabilecekti. Bu proje, sadece askerî değil, ekonomik ve dini hedefler de taşıyordu; İslam dünyasını kuzeydeki Rus yayılmasına karşı birleştirmek ve eski ticaret yollarını canlandırmak da amaçlanıyordu.
1569 yılında Osmanlı ordusu ve donanması bu amaçla harekete geçti. Don Nehri’ne ulaşan birlikler, kanal kazı çalışmalarına başladı. Ancak bölgenin iklim koşulları, coğrafi zorluklar, malzeme eksikliği ve yerel kabilelerin saldırıları nedeniyle proje ilerleyemedi. Aynı dönemde gönderilen Astarhan Seferi kuvveti de başarılı olamadı. Osmanlı ordusu, lojistik sıkıntılar, uzun ikmal hatları ve Rus direnişi karşısında büyük kayıplar verdi.
Astarhan Seferi’nin başarısız olmasıyla birlikte kanal projesi de yarım kaldı. Don–Volga Kanalı hiçbir zaman tamamlanamadı ve Osmanlılar kuzeydeki stratejik hedeflerine ulaşamadı. Buna rağmen bu girişim, Osmanlı Devleti’nin dönemin şartlarına göre ne kadar ileri görüşlü bir stratejik vizyon taşıdığını göstermektedir.
Sonuç olarak, 1568–1570 yılları arasındaki Don–Volga Kanalı Teşebbüsü ve Astarhan Seferi, Osmanlı tarihinin hem teknik hem de jeopolitik açıdan en dikkat çekici fakat başarısız girişimlerinden biri olarak kabul edilir. Bu olay, Osmanlıların Rusya karşısında ilk kez ciddi bir güç mücadelesine girmesi ve kuzeydeki nüfuz mücadelesinin başlangıcı olması bakımından tarihî bir dönüm noktası sayılır.
Yemen İsyanları
Yemen, 1517’de Mısır’ın fethinden sonra Osmanlı hâkimiyetine girmiş, ancak bölgenin dağlık yapısı, aşiretlerin bağımsızlık eğilimi ve uzak coğrafi konum nedeniyle tam anlamıyla kontrol altına alınamamıştı. Özellikle Zeydî imamları ve yerel Arap beyleri, Osmanlı yönetimine karşı sık sık ayaklanmalar çıkarmışlardı. 1560’lı yılların sonlarına doğru bu isyanlar yeniden alevlendi ve Osmanlı idaresi sadece kıyı şehirleriyle sınırlı hale geldi.
1568 yılında Yemen’deki Zeydî imamlarından İmam Mutahhar önderliğinde büyük bir isyan çıktı. Bu isyan, Osmanlı yönetimini tamamen bölgeden atmayı amaçlıyordu. Bunun üzerine İstanbul, Yemen’e güçlü bir askerî kuvvet gönderme kararı aldı. Seferin başına Koca Sinan Paşa getirildi. Sinan Paşa, 1569 yılında Mısır’dan hareket eden ordusuyla Yemen’e ulaştı. Zor arazi koşullarına ve ikmal sıkıntılarına rağmen Paşa, kararlı bir şekilde ilerleyerek isyancıların üzerine yürüdü. Kısa sürede Taiz, Sana ve Zebid gibi önemli şehirleri ele geçirdi. 1570 yılına gelindiğinde Osmanlı kuvvetleri, Yemen’in büyük bölümünde yeniden kontrolü sağlamıştı.
Bu sefer sonucunda Yemen, tekrar Osmanlı idaresine bağlandı ve bölgeye merkezî bir yönetim yapısı kuruldu. Osmanlılar, Yemen’deki idareyi güçlendirmek amacıyla kaleler inşa etti, garnizonlar oluşturdu ve yerel yöneticilerle dengeli bir iş birliği sistemi kurmaya çalıştı. Ancak bölgedeki isyanlar tamamen sona ermedi; zaman zaman küçük çaplı ayaklanmalar devam etti. Yemen’in yeniden Osmanlı hâkimiyetine girmesi, sadece askerî bir başarı değil, aynı zamanda Kızıldeniz’in güvenliği açısından da stratejik bir kazançtı. Bu sayede Osmanlılar, Hint Okyanusu ticaret yolları üzerindeki denetimlerini korudular ve Portekizlilerin Basra Körfezi’ne ilerlemesini kısmen engellemiş oldular.
Sonuç olarak, 1568–1570 yılları arasında Yemen’de Osmanlı otoritesinin yeniden tesisi, imparatorluğun güney sınırlarını güvence altına alan, Kızıldeniz ticaret yollarını koruyan ve Osmanlı’nın denizaşırı yönetim tecrübesini geliştiren önemli bir girişim olarak tarihe geçti.
Açe'ye Osmanlı Yardımı
Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki en dikkat çekici faaliyeti, Açe Sultanlığı’na yapılan askerî ve teknik yardımdır. Bu olay, Osmanlıların sadece Akdeniz’de değil, Uzak Doğu’daki Müslüman topluluklar arasında da etkinliğini sürdürme çabasının bir göstergesidir. Aynı zamanda II. Selim döneminde, Osmanlı deniz gücünün küresel bir boyut kazandığını ortaya koyar.
16. yüzyıl ortalarında Açe Sultanlığı, bugünkü Endonezya’nın Sumatra Adası’nda güçlü bir Müslüman devlet olarak yükselmekteydi. Ancak bu dönemde Portekizliler, Hint Okyanusu’nda sömürge ağlarını genişletiyor ve Malakka Boğazı’nı ele geçirerek bölgedeki ticareti kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Açe Sultanı Alaüddin Riayat Şah el-Kahar, Müslüman ticaret yollarını ve bağımsızlığını koruyabilmek için Osmanlılardan yardım talep etti. Bu yardım isteği, 1560’lı yılların ortalarında İstanbul’a ulaştı. Osmanlılar zaten Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı mücadele etmekteydi. Bu nedenle Sokollu Mehmed Paşa’nın öncülüğünde, Açe’ye yardım gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu karar, II. Selim döneminde Osmanlı’nın doğu denizlerinde Müslüman dayanışmasını güçlendirme politikasının bir parçasıydı.
1569 yılında, Mısır’dan hareket eden bir Osmanlı filosu Açe’ye doğru yola çıktı. Bu filoda top döküm ustaları, gemi inşa mühendisleri, askerî danışmanlar ve silahlar bulunuyordu. Gönderilen yardımlar arasında bakır toplar, tüfekler, barut, kale planları ve teknik mühendislik bilgileri yer aldı. Osmanlılar ayrıca Açe’nin donanmasını güçlendirmesine yardımcı oldu ve bazı Osmanlı subayları orada kalarak yerel askerlere eğitim verdi. Bu yardımlar sayesinde Açe Sultanlığı, Portekizlilere karşı daha etkin bir savunma yapma gücüne kavuştu. Açe ordusu Osmanlı usulü topçuluk ve kale savunma teknikleriyle donatıldı. Osmanlı-Açe ilişkisi, doğrudan bir siyasi bağlılık ilişkisi olmasa da, dini ve askerî dayanışma üzerine kurulmuştu. Açe Sultanı, Osmanlı padişahını “İslam dünyasının halifesi” olarak tanıyor ve kendi adına hutbelerde II. Selim’in adını okutuyordu.
1569’daki Açe yardımı, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki son büyük müdahalesi olarak kabul edilir. Bu olay, Osmanlıların Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan geniş bir Müslüman dayanışma ağı kurma idealinin bir yansımasıydı. Açe, Osmanlı yardımıyla 17. yüzyıl boyunca bölgesinde güçlü bir Müslüman merkez olarak varlığını sürdürdü. Bu yardım aynı zamanda Osmanlı’nın küresel güç kimliğini pekiştirdi. Doğrudan sömürgeci bir niyet taşımadan, uzak bir İslam ülkesine askerî ve teknolojik destek sağlaması, Osmanlı’nın “İslam dünyasının koruyucusu” rolünü güçlendirdi. Sonuç olarak, 1569’da Açe’ye yapılan Osmanlı yardımı, II. Selim döneminin diplomatik ve askerî ufkunu genişleten, Osmanlı deniz gücünün Hint Okyanusu’ndaki son yankılarından biri olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Osmanlı - Venedik Savaşı
1570–1573 yılları arasındaki Osmanlı–Venedik Savaşı, II. Selim döneminin en önemli askerî olaylarından biridir. Bu savaş, Osmanlı Devleti’nin Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetini genişletme hedefiyle başlattığı Kıbrıs Seferi’ni ve buna karşı kurulan Kutsal İttifak’ın Osmanlı donanmasına karşı kazandığı İnebahtı Deniz Savaşı’nı kapsar. Bu dönem, Osmanlı deniz gücünün doruk noktası ile zayıflamaya başladığı dönemin kesiştiği bir evreyi temsil eder.
Kıbrıs Adası, o dönemde Venedik Cumhuriyeti’nin elindeydi. Ancak ada, Osmanlı açısından hem stratejik hem ekonomik bakımdan son derece önemliydi. Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alıyor, Anadolu, Suriye ve Mısır kıyılarını kontrol etmeye elverişli bir konum sağlıyordu. Ayrıca Hristiyan korsanlar adayı Osmanlı ticaret gemilerine saldırmak için üs olarak kullanıyorlardı. II. Selim, batıda Avusturya ile barışı sağladıktan sonra gözünü Akdeniz’e çevirdi ve Kıbrıs’ın fethiyle Osmanlı egemenliğini güçlendirmeyi amaçladı.
1570 yılında Osmanlı ordusu ve donanması büyük bir sefer hazırlığı yaptı. Kara kuvvetlerinin başında Lala Mustafa Paşa, donanmanın başında ise Piyale Paşa bulunuyordu. Osmanlı donanması aynı yıl Limasol’a çıkarma yaptı ve hızla adayı ele geçirmeye başladı. Lefkoşa uzun bir kuşatmanın ardından alındı. Ancak Magosa şehri, Venedikli savunmacı Marcantonio Bragadino’nun komutasında uzun süre direndi. 1571 yılına kadar süren kuşatma sonunda Magosa da teslim oldu. Böylece Kıbrıs tamamen Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ada, bir eyalet haline getirilerek Osmanlı idari sistemine dahil edildi.
Kıbrıs’ın fethi, Avrupa’da büyük bir yankı uyandırdı. Özellikle Papa V. Pius, Hristiyan dünyasını Osmanlılara karşı birleşmeye çağırdı. Bunun sonucunda Kutsal İttifak kuruldu. Bu ittifakta Venedik, İspanya, Papalık, Malta Şövalyeleri ve bazı İtalyan prenslikleri yer aldı. 1571 yılında bu birleşik Hristiyan donanması, Osmanlı donanmasıyla İnebahtı Körfezi (Lepanto) yakınlarında karşılaştı. Savaşta Osmanlı donanması büyük bir yenilgiye uğradı; 200’e yakın gemi batırıldı veya ele geçirildi, on binlerce asker hayatını kaybetti. Bu, Osmanlı deniz tarihinde alınan en ağır yenilgilerden biriydi.
Ancak İnebahtı zaferi Hristiyan dünyasında büyük sevinç yaratmış olsa da, stratejik sonuçları sınırlı kaldı. Osmanlı Devleti kısa sürede toparlandı. Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa yönetiminde bir yıl içinde yeni bir donanma kuruldu ve 1572’de Akdeniz’de yeniden Osmanlı varlığı tesis edildi. Venedik, savaşın ekonomik yüküne dayanamayarak barış istemek zorunda kaldı. 1573 yılında yapılan antlaşma ile Venedik, Kıbrıs üzerindeki Osmanlı egemenliğini tanıdı ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
Sonuç olarak, 1570–1573 arasındaki Osmanlı–Venedik Savaşı, Osmanlıların Kıbrıs’ı fethederek Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetini pekiştirmesiyle sonuçlandı. Her ne kadar İnebahtı’da ağır bir yenilgi alınmış olsa da, Osmanlı donanmasının kısa sürede yeniden inşa edilmesi imparatorluğun denizlerdeki direncini gösterdi. Bu dönem, Osmanlı gücünün hem zirvede hem de yeni sınırlarını hissettirmeye başladığı bir dönemeç olarak tarihte yer aldı.
Osmanlı–Venedik Savaşı, Venedik açısından büyük bir mali ve ticari yıpranma sürecine neden olmuştu. Kıbrıs’ın 1571’de Osmanlılar tarafından fethedilmesi, Venedik için büyük bir kayıp anlamına geliyordu. Aynı yıl gerçekleşen İnebahtı Deniz Savaşı’nda Hristiyan ittifakının kazandığı zafer, her ne kadar Avrupa’da büyük bir moral etkisi yaratmış olsa da, savaşın gidişatını kalıcı biçimde değiştirememişti. İnebahtı’da Osmanlı donanması ağır kayıplar verse de, devlet kısa sürede toparlandı. Kılıç Ali Paşa komutasında yeni bir donanma bir yıl içinde inşa edildi ve 1572 yazında tekrar Akdeniz’e açıldı. Bu durum, Venedik için büyük bir endişe kaynağı oldu; çünkü Hristiyan ittifakı dağılmaya başlamış, İspanya yeni bir savaşa girmek istememişti. Artık Venedik tek başına Osmanlı karşısında dayanamayacağını anlamıştı.
1573 yılının başlarında Venedik, Osmanlılarla barış yapmak üzere İstanbul’a elçiler gönderdi. Görüşmeler Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa tarafından yürütüldü. Osmanlı tarafı, Kıbrıs’ın fethinden sonra kazandığı üstün konumu sürdürmek istiyor, Venedik ise ticaret yollarını yeniden açmak ve barış ortamında ticaretini canlandırmak arzusundaydı. Nihayet iki taraf arasında yapılan anlaşmayla Kıbrıs Adası resmen Osmanlı toprağı olarak tanındı, Venedik, Osmanlı Devleti’ne 300.000 duka altın tazminat ödemeyi kabul etti. İki taraf arasında ticari ilişkiler yeniden serbest hale getirildi; Venedikli tüccarlar Osmanlı limanlarında eskisi gibi ticaret yapma hakkına sahip oldular. Ayrıca Venedik, Osmanlı aleyhine kurulan Hristiyan ittifaklarından geri çekilmeyi taahhüt etti. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetini resmen pekiştirmiş oldu. Kıbrıs artık tamamen Osmanlı idaresine geçmiş, Venedik ise diplomatik olarak geri adım atmak zorunda kalmıştı.
İnebahtı Deniz Savaşı
1570 yılında Osmanlılar Kıbrıs Adası’nı fethetmişti. Bu durum, Akdeniz’deki ticaret yollarını kontrol eden Venedik Cumhuriyeti ve diğer Hristiyan devletler için büyük bir tehdit anlamına geliyordu. Papa V. Pius’un öncülüğünde Kutsal İttifak adı verilen bir koalisyon kuruldu. Bu ittifakta İspanya, Venedik, Papalık, Malta Şövalyeleri, Cenova ve bazı İtalyan prenslikleri yer alıyordu. Amaç, Osmanlıların Akdeniz’deki ilerleyişini durdurmaktı. Kutsal İttifak donanmasının başkomutanlığına İspanya Kralı II. Felipe’nin kardeşi Don Juan de Austria getirildi. Osmanlı tarafında ise donanmanın başında Müezzinzade Ali Paşa bulunuyordu. Osmanlı donanması Kıbrıs Seferi’nden yeni dönmüş, ancak güçlü ve sayıca üstün bir filo hâlindeydi.
Savaş, 7 Ekim 1571 günü Yunanistan’ın batısındaki İnebahtı (Lepanto) Körfezi yakınlarında başladı. Her iki tarafın da yaklaşık 200 ila 250 civarında gemisi bulunuyordu. Osmanlı filosu merkez, sağ ve sol kanatlar hâlinde düzenlendi. Merkezde Müezzinzade Ali Paşa, sağ kanatta Mehmet Siroco (Trablus Beyi), sol kanatta ise Uluç Ali Paşa (Cezayir Beylerbeyi) bulunuyordu.
Savaşın başlarında Osmanlılar hızlı bir şekilde hücuma geçti. Ancak Kutsal İttifak filosu, top gücü bakımından üstün durumdaydı. Özellikle büyük kalyonlar ve topçu ateşi, Osmanlı kadırgalarının yakınlaşmasını engelledi. Müezzinzade Ali Paşa’nın gemisi düşman tarafından kuşatıldı ve Paşa savaş sırasında öldürüldü. Bu olay, Osmanlı ordusunun moralini ciddi şekilde sarstı. Savaşın sonucunda Osmanlı donanmasının büyük kısmı imha edildi. Yaklaşık 200 gemi batırıldı veya ele geçirildi, 30.000’den fazla Osmanlı askeri şehit oldu, 15.000 Müslüman esir alındı. Buna karşılık Kutsal İttifak da yaklaşık 10.000 kayıp verdi, ancak stratejik bir zafer elde etti.
İnebahtı Deniz Savaşı, Osmanlı deniz gücünün tarihinde alınan en ağır yenilgilerden biri olarak kabul edilir. Bu savaş, Hristiyan dünyasında büyük bir sevinç yaratmış ve “Osmanlı yenilmezliği” efsanesini ilk kez sarsmıştır. Avrupa’da bu zafer, uzun süre dini bir kurtuluş olarak anılmış, Papa V. Pius zaferin anısına özel ayinler düzenletmiştir. Buna karşın, savaşın stratejik sonuçları sınırlı kalmıştır. Osmanlı Devleti kısa sürede toparlanmıştır. Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, bir yıl gibi kısa bir sürede yeni bir donanma inşa ettirmiştir. 1572 baharında Osmanlı donanması yeniden Akdeniz’de bayrak göstermiş, bu da imparatorluğun denizcilik gücünü tamamen kaybetmediğini göstermiştir. Venedik, savaşın ekonomik yüküne dayanamayarak 1573 yılında Osmanlılarla barış imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmayla Kıbrıs üzerindeki Osmanlı egemenliği resmen tanınmış, Venedik ayrıca tazminat ödemeyi kabul etmiştir.
Tunus'un Fethi
Tunus’un fethi, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki hâkimiyetini kalıcı hale getiren ve Akdeniz’deki güç dengesini yeniden Osmanlı lehine çeviren önemli bir tarihsel eşiktir. Bu fetih, II. Selim döneminin son büyük askerî başarısıdır ve Osmanlı donanmasının İnebahtı yenilgisinden sonra yeniden toparlanıp büyük bir güç gösterisi yapabildiğini kanıtlamıştır.
Tunus, 16. yüzyıl boyunca Osmanlılar ile İspanya arasında sık sık el değiştiren bir bölgeydi. Kuzey Afrika’nın kalbinde yer alan bu ülke, Akdeniz ticaret yollarını denetleyen kilit bir liman konumundaydı. Ayrıca Cezayir ve Trablusgarp arasındaki kara bağlantısı açısından da stratejik bir öneme sahipti. Osmanlı Devleti, Kanunî döneminde Kuzey Afrika’da hâkimiyetini genişletmiş, Cezayir Beylerbeyliği aracılığıyla bölgeyi kontrol altına almıştı. Ancak İspanyollar 1535’te Tunus’u ele geçirerek burada bir garnizon kurmuş, ardından 1569’da Osmanlılar geçici olarak kontrolü sağlamış, fakat 1573’te İspanyollar bölgeyi yeniden işgal etmişti. Bu durum, Osmanlı otoritesine meydan okuma anlamına geliyordu. II. Selim ve Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, bu sorunu kalıcı biçimde çözmeye karar verdiler.
1574 yılında Osmanlı Devleti, büyük bir deniz ve kara seferi düzenledi. Seferin komutasına Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa ve Tunus Beylerbeyi Uluç (Koca) Sinan Paşa getirildi. Bu iki tecrübeli komutan, daha önce Cezayir ve Akdeniz’de birçok seferde bulunmuşlardı. Osmanlı donanması 250 gemi, kara ordusu ise yaklaşık 20.000 askerden oluşuyordu. Osmanlı ordusu Mayıs 1574’te Cezayir’den yola çıktı ve kısa sürede Tunus kıyılarına ulaştı. Kuşatma, Tunus’un en güçlü kalesi olan Halepçe (La Goletta) Kalesi üzerinde yoğunlaştı. İspanyollar burayı güçlü surlarla koruyordu ve içinde birkaç bin kişilik bir garnizon bulunuyordu. Osmanlı topçusunun yoğun ateşi sonucu kale kısa sürede düştü. Ardından Tunus şehri kuşatıldı ve birkaç hafta süren çatışmalardan sonra 13 Eylül 1574’te tamamen Osmanlıların eline geçti.
Tunus’un fethiyle birlikte, İspanyollar Kuzey Afrika’daki son önemli üslerini kaybettiler. Böylece Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika kıyılarında Fas sınırına kadar uzanan geniş bir bölgeyi kesin olarak egemenliği altına aldı. Tunus, Osmanlı topraklarına bir eyalet (beylerbeylik) olarak dahil edildi ve başına Uluç Sinan Paşa getirildi.
Bu fetih, Osmanlıların İnebahtı Deniz Savaşı’ndan sadece üç yıl sonra yeniden büyük bir askerî güç gösterisi yapabildiğini kanıtladı. Aynı zamanda Akdeniz’deki Hristiyan ittifakına karşı Osmanlı üstünlüğü yeniden tesis edildi. Bu başarı, II. Selim döneminin en parlak askerî zaferi olarak kabul edilir.
II. Selim Döneminin Sonu
II. Selim 15 Aralık 1574’te, yaygın rivayete göre hamamda düşerek aldığı baş/göğüs travmasına bağlı komplikasyonla vefat etti; yerine oğlu III. Murad geçti. Naaşı Ayasofya Camii haziresindeki (Mimar Sinan yapısı) II. Selim Türbesi’ne defnedildi. II. Selim devri, hanedan otoritesinin büyük ölçüde sadrazam üzerinden icrası (Sokollu’nun “devlet aklı”), Avrupa cephesinde ustaca kurulan barış düzeni, Akdeniz’de Kıbrıs ve Tunus hamleleri, Yemen’de idarenin yeniden tesisi ve Selimiye gibi anıtsal bir kültür mirasıyla kapanır. Bu kapanış, Osmanlı’nın 16. yüzyıl sonundaki güç mimarisinin hem devamlılıklarını hem de yeni sınamalarını (deniz savaşları, mali-idarî baskılar) haber verir.