Son günlerin popüler söylemi; Beka!
Meseleye gündelik söylemlerden öte, tarihsel boyutuyla bir bakış açısı oluşturalım.
Tarihimiz boyunca pek çok kez beka sorunu ile karşı karşıya geldik. Ülkeler yıkıldı, Padişahlar devrildi, yönetimler teamül dışı değişti. Hepsinin farklı nedenleri vardır diye düşünebilirsiniz, ama aslında yok. Tümünde aynı sorun, aynı nedenden ötürü gelişti ve gerçekleşti. Bugün bile farklı değil. Tarih tekerrürden ibaret denir ya hani, yine tekerrür etti.
Dikkat edecek olursak Türk Devletlerinin yıkılışına giden yol çoğu zaman zirveye ulaştıktan hemen sonra gerçekleşmiştir. Bakınız; Melikşah vefat ettiğinde (1092) Selçuklu Devleti, Marmara Denizi'nden Issık Gölüne kadar uzanan muazzam bir coğrafyaya sahipti. Melikşah'ın vefatından hemen sonra saltanat varisleri ayaklanarak yönetim mücadelesi içerisine giriştiler. Varislerin hırslarını anlayabiliyoruz. Ancak her varisin ardında muazzam bir asker gücü vardı. Bu güç ise doğrudan halktan geliyordu. Halk nasıl olur da saltanat varislerinin hırslarına devletlerinin zayıflaması hatta canları pahasına destek olabiliyorlardı? Sorunun cevabı aslında sosyolojik bir tespittir; Konfor!
Türk yönetim geleneğinde Hükümdarın oğulları saraylarda, bey otağlarında yetişmiyordu. Muhtelif bölgelere sancay beyi olarak atanıyor ve birbirlerinden olabildiğince ayrı ve yabancı yaşıyorlardı. Bu durum halk ile veliaht arasında güçlü bir bağ oluştururdu. Sadık komutanlar ve beyine bağlı askerler. Haliyle beylerinin hükümdar olması yüksek rütbeler, ganimetlerden daha yüksek pay alabilme imkanı anlamına geliyordu. Genetik hafızamızda yatan lokal (bölgesel) milliyetçilik de bundan mütevellittir.
Buradan hareketle açıkça söyleyebiliriz ki; Türk Devletlerinin yıkılışı çoğu zaman halkın yaşam koşullarına ait kaygılarından kaynaklanagelmiştir.
Osmanlı Devleti bu soruna akıllıca bir çözüm üretti. Bizans'ta Derebeyliği sistemi vardı. Bölgenin askeri güvenliğini sağlayan valiler (Tekfurlar) bir bölgenin mülkiyet hakkına sahip oluyor, halka ürettiğinden küçük bir pay vererek elde ettiği gelirle askerlerine maaş ödüyordu. Böylece Bizans İmparatoru tüm orduya maaş yetiştirmek zorunda kalmıyordu. Orhan Gazi döneminde bu yönde bir adım atıldı ve fethedilen Bizans toprakları tımar olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı, esas askeri gücü olan halkını aşiretler halinde belli bölgelere yerleştiriyor, bölgedeki halkın tarım ve hayvancılığından aldığı vergilerle geçiniyordu. Yani Bizanslılar daha az vergi ödeyerek tımarı altında oldukları beyliğin konforunu sağlıyor, halkta bu konfor karşılığında hükümdarları için savaşıyorlardı. Bu temel gaye, Gaza ve Kahramanlık gibi argümanlarla bir araya geldiğinde ateşli bir savaşçı güç meydana geliyordu.
Ancak devlet büyüyordu. Savaş halinde toplanan ordunun yanında bir de Hükümdarı her zaman koruması gereken sabit, düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Yeni Çerilik sistemi bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Gayrimüslim çocuklardan devşirilen ve halkla hiçbir akrabalık bağı bulunmayan bu askerler doğrudan hükümdara bağlı ve hulufe ile geçimini sağlayan savaşçılardı. Hükümdar, hizmetleri karşılığında çerilerine maaş ödüyor, karşılığında savaşta ve barışta hükümdarın elinin altındaki elit güç olarak hazırda bekliyordu.
Herşey yolunda gibi görünebilir. Ancak önceleri hükümdarı korumakla görevli olan küçük bir askeri grup olan çeriler, savaştaki fonksiyonları nedeniyle giderek büyümeye başlamış ve zamanla Osmanlı Devleti'nin en önemli askeri gücü durumuna gelmişti. Türkler askeri anlamda kabuk değiştirmişlerdi, artık para için savaşan askerlerle ayakta duruyordu. Osmanlı Devletinin kasası dolu olduğu müddetçe sorun yoktu. Ama uzun sürmedi.
2. Murat döneminde Balkanlarda sırplara karşı yeterli mukavemetin gösterilememesi neticesinde fetihlerle finanse edilen devlet ekonomisi sekteye uğradı. 2. Murat, tahttan çekilip yerine 2. Mehmet'i (Fatih Sultan Mehmet) tahta oturttuğunda Yeniçeriler ayaklanarak 2. Murat'ı tahta tekrar oturtmuşlardı. Çeriler ilk kez bu denli cüretkar davranmışlardı. Çünkü bu Yeni Çeriler için bir Beka (Varoluş) meselesiydi. Tarihleri boyunca, aynı esbab-ı mucibe ile 20 kez ayaklandılar.
Ne Osmanlı Dönemi öncesinde devletlerin yıkılmasına yol açan süreçler ne de Yeniçerilerin siyasi hamleleri milliyetçilik, doğruluk ya da adalet gibi mefhumlarla ilgili değildi.
Sorun hep aynıydı; Konfor! Her aile ekinini ekebilecek toprak, hayvanını otlatacak yaylak, ganimet getirecek cenk için mücadele ediyordu. Aslında bu bir "Hayatta Kalma" mücadelesiydi ve herkes kendi mücadelesini veriyordu. Yeniçeriler'in mücadelesi de tam olarak buydu. Tarih boyunca 20 kez ayaklanan Yeniçeriler sonunda lağvedildiler. Ancak Konfor beklentisi olduğu gibi kaldı.
Konfor kaygısı bu kez doğrudan halkı etkiler duruma geldi. Çünkü Osmanlı artık doğrudan halktan vergi toplayan üniter bir devlet durumundaydı. Devletin içine düşeceği ekonomik darboğaz halkın üzerine vergi yükü olarak yansıyordu. 1800'lü yılların başından Abdülmecid dönemine kadar geçen sürede Halk üzerinde ağır bir baskı hissetmeye başlamıştı. Meşrutiyet, mutakiyeti mağlup etmeyi başardı ve Abdülhamit'i tahta geçirdi. Ancak ağır borç yükü Meşru-Mutlak her idareyi bertaraf edecek kadar güçlüydü. Abdülmecid döneminde ön görülemez dış borç artışı Abdülhamid döneminde de katlanarak artınca halkın üzerindeki baskı inflaka yol açtı. Bu memnuniyetsizlik de siyasi hırslarla hareket eden kimselerin arzu ettiği zemini meydana getirdi.
Halk, konforuna dokunulduğu anda tüm hesapları değiştirecek kadar marjinal ve hiddetli olabiliyordu. Ama Türk Milleti'nin bu zaafiyetini en iyi kullanan şüphesiz ABD cenahı oldu. Kendisine Milli Şef ünvanını yakıştıran İnönü, 2. Dünya savaşında yaşanan küresel kaos ortamında ülke ekonomisini kontrol altında tutamadığından halkın teveccühünü kaybetti. Esasında kusursuz demokrasiden söz edilmesi mümkün olmayan bu dönemde halkın iradesini dikkate almak zorunda kaldı ve aslında beklediği üzere taht gibi kurulduğu siyaset makamını terk etmek zorunda kaldı. Yani İnönü'yü de makamından eden ekonomik buhran, yani halkın karşılanamayan konfor beklentisiydi.
Menderes döneminde de tekerrür eden tarih, Marshall yardımlarıyla gelen kaynakların ve Dünya çapında amansızca artan sebze-meyve fiyatlarının, tarım ihracatcısı olan Türkiye'ye sağladığı geçici ferahlığı yol ve ikramiye olarak heba edince 1957 krizi ile karşı karşıya gelindi. Konforu ve yaşam kalitesi düşen Türkiye'nin, önemli bir oranda seçtiği başbakanının asılmasına sessiz kalması da bu ruh halinin bir örneğiydi.
70'li yıllarda yaşanan muazzam devinim de tarihin tekerrürüne önemli bir örnek teşkil eder. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca elde ettiği en büyük askeri ve siyasi başarı olan Kıbrıs zaferini bile çok çabuk unuttu. Kıbrıs zaferinin bakiyesi olarak yaşadığı ekonomik buhran, Kıbrıs fatihi hükümeti yerle bir etti. Her zaman olduğu gibi, zaferler çabuk unutuldu ama halkın gündelik huzuru hep akılda kaldı.
Bugün de defaket tekerrür eden sosyolojik sendromlarımızdan birini yaşıyoruz. 2000'li yılların başından itibaren bankaların ekonomi üzerinde oluşturduğu yükten kurtulan Türkiye, özelleştirmelerden gelen sıcak parayı yine yollara ve borsa ekonomisine geçici ferahlama aracı olarak kullandı. Yollar önemliydi çünkü konforu sağlıyordu. Açılan fabrika sayısını, siyasi stratejilerin istikbalde oluşturacağı sorunları değil konforunu öncelleyen Türkiye, ön görmeye imtina ettiği senaryolarla karşı karşıya geldi.
Konuya yazının sonunda geri döndük biraz ama kavram zeminini oluşturmadan bir yere bağlamak mümkün olmayacaktı. Zira Beka sorunumuz aslında doğrudan Ekonomi'nin ta kendisidir. Halk çocuğunun yiyeceği ekmeğin kaygısını da, aracıyla gideceği yolun sarsıntısını da milli menfaatlerin ve orta-uzun vadeli ön görülerin üzerinde bir düzeyde değerlendiriyor. Bu sosyolojik sendromu çok iyi okuyan şu galat-ı meşhur kavram "Dış Mihraklar" Türkiye'nin Bekasını nasıl tehdit edebileceklerini çok iyi analiz ediyorlar.
Türkiye'nin askeri senaryolarla yıkılmayacağını, Türklerin savaş meydanında mağlup edilemeyeceğini yüzlerce yıldır tecrübe eden garp alemi, Halkın konforu kaçtığında kendi mamûrunu kendi viran edeceğini ön görebiliyor. Ama bizde görebilmeliyiz artık; yumuşak karnımız Konfor kaygımız.