Türk tarihinin Osmanlı evresini yorumlarken beklide en çok yoğunlaşmamız gereken evre devletin kuruluş süreci olmalıdır. Zira devletin toplumsal temellerini, gayesini, ilerleyişini, evrilişini ve her şeyden öte başlangıç noktasını doğru tespit etmemiz, Osmanlının ortaya çıkış sürecinden yıkılış sürecine kadar olan tüm evrelere bakışımızın olgunlaşmasını sağlayacak, tarihi tarihsel verilerle yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
Türkler, İç Asya’dan başlayan göç hareketleriyle 900 yıllık bir serüvenle adım adım batıya ilerlemiş (M.s. 150-1150), kimi kolları Avrupa’nın doğusuna kadar ulaşmış (Avrupa Hunları, Uzlar, Kıpçaklar, Kumanlar), kimi kolları Hazar Denizini Türk gölü haline getirmiş (Hazar Devleti), kimi kolları ise Selçuklulardan daha erken dönemlerde Anadolu hudutlarına ulaşmışlardı (Oğuz Yabguluğu). Ancak hiçbiri Sultan Alparslan gibi kesin ve geri dönülmez bir galibiyetle Anadolu’da tutunamamıştı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan, 1071’deki destansı zaferinden sonra Anadolu’nun kapılarını Türk boylarına açmış, ata yurtları olan İç Asya’dan demografik ve siyasi çalkantılar nedeniyle tutunamayarak batıya doğru süregelen göç serüvenlerinde nihai yurtlarına adım atabilmişlerdi. Büyük Selçuklu Devletinin en güçlü döneminde Anadolu’nun kapılarını açan Türkler, Bizans’ın Anadolu’daki kesin hâkimiyetinin ortadan kalkmasından sonra Orta Doğu’dan gelen diğer Semitik (Arap kökenli) toplumlarında Anadolu’ya yaklaşmalarının önünü açmıştı. İlerleyen 100 yıllık süreçte Büyük Selçuklu Devleti yıkılmış, Anadolu’nun bağrında bakiyelerinden yeni bir devlet kurulmuştu (Anadolu Selçuklu Devleti).
1071’den itibaren Anadolu’nun bereketli toprakları Türkler tarafından akın akın yurt edinilmeye başlandı. İç Asya’da tutunamayan Türk boyları, henüz 2 yüzyıl önce göçtükleri İran/Irak/Suriye hattındaki Müslüman Devletlerin birbirleri ile çatışmalarından uzaklaşmak ve Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra yeni ve daha müreffeh yurtlar arayışına girmek için Anadolu’ya akın ediyorlardı. Bununla birlikte Selçuklulardan önce Anadolu’ya yaklaşan Oğuzlar, Hazar Devletine bağlı göçebe Türk boyları, Karahanlı Devletinin ardılları ve Selçuklulardan sonra Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Harzemşahlar ve elbette İran/Irak/Suriye hattında Büyük Selçuklu Devletine tabi olan irili ufaklı Fars ve Arap kabilelerde bu göç dalgasına katılmışlardı. Anadolu, 1071-1200 yılları arasında yoğun ve istikrarlı göçlerle yeni ev sahipleri tarafından yurt haline getiriliyordu.
Anadolu’nun Malazgirt savaşı öncesi demografik yapısı oldukça kozmopolitdi. Doğu Roma İmparatorluğu Anadolu’da yaşayan bölgedeki muhtelif toplumları paralı asker olarak kullanıyor, bölgenin güvenliğini sağlamak karşılığında ise paralı askerlere ödediği ücretleri vergi adı altında dolaylı olarak geri alıyordu. Alparslan’ın Anadolu’nun kapılarını açmasından sonra Doğu Roma’nın Anadolu üzerindeki tahakkümü ortadan kalkınca bölgeye yaşayan toplumlar (Ermeniler, Gürcüler, Küçük Kafkas Prenslikleri, v.b.) Selçuklu Ordusu ile savaşmaktan çekinerek ve hatta Doğu Roma’ya karşı Selçuklu Ordusuna hizmet ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
1071-1220 yıllarındaki bu çalkantılı dönem, Anadolu Selçuklu Devletinin en güçlü dönemine kadar devam etti. Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubat döneminde ise(1220-1237) bölgenin kaderini değiştirecek önemli gelişmeler yaşandı. İç Asya’dan başlayan Moğol akınları Anadolu hududuna kadar ulaşmıştı. Moğol istilalarına kadar Anadolu’ya göçmemiş olan Türk boyları da mecburiyet gereği Anadolu’nun Osmanlı Devleti öncesi son kalabalık göç dalgalarını oluşturdular. Üstelik Gazne Devletinin en kalabalık bakiyesi olan Harzemşahlarda Anadolu sınırlarına kadar ulaşmış, 13. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu siyasi çalkantı Anadolu’daki Selçuklu hakimiyetini tehdit etmeye başlamıştı. Artan Moğol baskısı ve Eyyubi Devletinin ardılları ile kötü giden siyasi münasebetlerden sonra bölgedeki önemli güçlerden biri olan bir diğer Türk Devleti Harzemşahlar ile savaşın eşiğine gelinmiş, Selçuklu hâkimiyetini kabul etmiş olan Ermeniler, asi ve kalabalık bir Türk boyu olan Artuklu ve Mengüçlü beyliği Anadolu Selçuklu Devletine bağlılığını reddederek bağımsızlıklarını ilan etmeye teşebbüs etmişlerdi. Bu keşmekeş Anadolu’daki Selçuklu hâkimiyetini derinden sarsmaya başladı. İlerleyen yıllarda Moğol tehdidinin artması Anadolu Selçuklu Devletinin otoritesini kaybetmesine neden oldu. Bu durum Selçuklu devletine bağlı beyliklerin başına buyruk hareket etmelerine yol açtı. Anadolu’da yerleşik hale gelmiş olan Türk boyları ise artık kendi kaderlerini tayin etmek zorundaydılar.
1250’li yıllardan itibaren Anadolu tam anlamıyla bir otorite boşluğuna sürüklendi. Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın vefatından sonra yerine geçen oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), devleti ayakta tutmakta zorlandı. Irak-İran-Suriye hattından göç eden Türkmenler itikadı farklılıklar nedeniyle (Alevilik-Sünnilik) ayrışmış ve devlet tarafından yurt verilmeyince tarihe Babai isyanı olarak geçen hadise gerçekleşmiş, bu hadisenin neticesinde Gıyaseddin Keyhüsrev tahtını terk ederek kaçmıştı. Keyhüsrev, sonradan tekrar tahtına geçse de hükümdarın otoritesinin sarsılmış olması Selçuklu Devletinin merkezi idaresini zayıflatmaya yetti. Moğollar ise kendilerine karşı koyabilecek tek güç olarak gördükleri Selçukluların zayıflamasını fırsat bilerek Anadolu’ya ilk saldırılarını gerçekleştirdiler. 1243’de yaşanan Kösedağ savaşında yenilen Selçuklu Devleti Moğol hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Selçuklu Devleti artık Moğol hükümdarları tarafından atanan valiler tarafından yönetiliyor, Selçuklu sarayı Moğol tahakkümü altında varlığını devam ettirmeye çalışıyordu.
Moğol idaresini kabul etmek zorunda kalan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in vefatından sonra Selçuklu Devleti içerisinde saltanat mücadeleleri baş göstermeye başladı. Anadolu’nun bereketli topraklarında gözü olan Moğollar için bu büyük bir fırsat oldu. Kendilerine boyun eğmeyen boylar ve aşiretler üzerinde zulüm uygulamaktan imtina etmeyen Moğollar (İlhanlı Devleti) tarih kayıtlarındaki tahminlere göre 400 Binden fazla Türkmen köylüyü vahşice katletti.
Anadolu onlarca beylik, yüzlerce aşiret ve milyonlarca Türkmen tarafından yurt edinilmiş ancak merkezi bir idare tarafından yönetilemeyen keşmekeş bir coğrafya haline gelmişti. Türkmenler artık kendi kaderlerini tayin etmek zorundaydılar. Bu minvalde kendi istikbalini çizen boylardan Kayılar Anadolu Selçuklu döneminin son evresinde güçlenerek Osmanlı Devletinin temellerini attılar.
Anadolu Beylikleri Dönemi
Anadolu Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı sonrasında Moğol tahakkümü altına girmeye başladığında merkezi otorite sarsılmış, Anadolu’da bulunan beylikler Moğol tahakkümü altına giren Selçuklu saltanatına bağlılığını yitirmişti. 13. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise durum daha da vahim bir hal aldı. Selçuklu saltanatı mücadelelere sahne oluyor, birbiri ile anlaşamayan varisler kendi hâkimiyetlerini ilan ederek devletin coğrafi sınırlarını bölüyor, Moğollar ise bu keşmekeşten istifade ederek Anadolu’yu yağmalıyordu.
Bu tarihlerde Anadolu’da Selçuklu Devletine tabi 9 beylik bulunuyordu. Devletin batı sınırlarında Artuklu (Mardin) ve Dilmaçoğulları (Bitlis), kuzeyde Çobanoğulları (Kastamonu) ve Pervaneoğulları (Sinop), güney ve batı sınırlarında Alaiye (Alanya), Kaserioğulları (Balıkesir), Menteşoğulları (Milas), iç kısımlarda ise Karamanoğulları (Konya), Sahipataoğulları (Afyonkarahisar) beylikleri bulunuyordu.
Selçuklu devleti zayıfladıkça Anadolu beylikleri bölgelerinde daha çok söz sahibi oluyor ve kendi içlerinde güçleniyor ancak Anadolu’da ki birlik azalıyordu. Anadolu’yu bir arada tutan temel unsur olan Selçuklu Devleti ise Moğollar tarafından atanan ve kendi emrinden çıkmayacak hükümdarlar tarafından yönetiliyordu. Selçuklu tahtına artık temsili hükümdar oturmaya başlamıştı. Zira Anadolu beylikleri üzerinde herhangi bir tahakkümü kalmamıştı. Moğollar (İlhanlılar) 14. Yüzyıldan itibaren zayıflamaya ve güç kaybetmeye başladılar. İlhanlılar 1295 yılında İslamı resmi din olarak kabul etmişlerdi. Ancak hem İlhanlı saltanat ailesi daha önce Budizmi kabul etmiş, ardından Şamanizme geri dönmüşlerdi. Bu anlamda İslamı kabul etmiş olmaları İlhanlı saltanat ailesinin itikadi açıdan ayrı bir cenderenin içerisine sürükledi. Bu durum devlet politikalarını da etkiledi. İlhanlı devleti 1300’lü yıllardan itibaren zayıflamaya başlamıştı ancak bu durum Selçuklu Devletinin toparlanması için yeterli değildi. Zira saltanat makamı ve devletin tüm idari mekanizmaları işlevselliğini kaybetmişti. Son temsili Selçuklu hükümdarı 2. Mesut Han’ın vefatından sonra Moğollar yerine bir hükümdar tayin etmese de Mesut Han’ın yerine geçecek kimse olmadığı için Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş oldu (1308).
Kayılar
Kayılar, kökenleri itibariyle 24 oğuz boyundan biri olarak varlıklarını yüzlerce yıldır koruyan güçlü ve önemli bir boydu. Göktürkler ve Karahanlılar dönemlerinde İç Asya’da varlıklarını devam ettiren Kayılar, 9. Yüzyılda Selçuklu Devleti bünyesinde ekseriyetle Horasan bölgesinde varlıklarını sürdürmekteydiler. Selçuklu tebaası olmayan ancak Selçuklu Devleti hudutları içerisinde diğer Türk boyları gibi konar/göçer yaşayan Kayılar Anadolu’ya iki ayrı dönemde iki ayrı kol halinde girdiler. İlk önemli Kayı kolu Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya giriş yapmış ve ilerleyen yıllarda güçlenerek Artuklu beyliğini kurmuşlardı. Horasan ve Merv bölgesinde varlıklarını devam ettiren bir diğer Kayı kolu ise Moğol baskıları nedeniyle Batıya doğru sürüklenmiş, Harzemşahlar ile birlikte 12. Yüzyılın sonlarında Anadolu’ya girmişlerdir.
Kayıların sayıca hatırı sayılır büyüklükte bir nüfusa sahip olduğunu bünyesinden iki büyük beylik çıkarttığından hareketle görebiliyoruz. Ancak Selçuklu devrinden önce tarih sahnesinde ismine pek rastlanmamaktadır. Bunun muhtemel sebebi Kayıların diğer büyük Türk kitleleriyle birlikte hareket etmemiş olmalarıdır. Gerek Göktürkler devrinde, gerekse Karahanlılar döneminde tarih kayıtlarına düşmüş ve ulaşabildiğimiz tarih kayıtlarına etki edecek bir siyasi tezahürün içinde bulunmadıkları düşünülebilir. Ancak varlıklarını yüzlerce yıl devam ettirebildiklerini, Anadolu’ya göç ettiklerinde ise takriben 70 bin çadırlık geniş bir nüfusa sahip olduklarını düşünürsek kendi kaderlerini kendileri belirlemiş, geçte olsa Türk Tarihindeki yerlerini 12. Yüzyıl itibariyle almışlardır.
Kayılar, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesi ile Anadolu Beylikleri’nin bağımsız ve kendi başlarına idare edilmeye başlandığı dönemde Bizans’a karşı elde ettiği başarılar neticesinde güçlenmiş, yaklaşık 40 yıllık bir sürecin sonunda İmparatorluk haline gelerek Osmanlı Devletinin kurucu unsurları olmuşlardır.
Osmanlı Devletinin kuruluşu sürecinde baş rolü üstlenen Kayı Boyunun Anadolu’daki varlıkları Büyük Selçuklu Devleti döneminde Anadolu’ya giren Türk boyları kadar eski değildir. Kayılar Anadolu’nun Türkleşmesinden yaklaşık 100 yıl sonra Anadolu’ya girmişlerdir.
Kayılar, Moğol saldırılarının etkisiyle İç Asya’dan batıya doğru göç hareketine girişen Türk boyları ile birlikte Büyük Selçuklu Devletinin hüküm sürdüğü İran coğrafyasına göç etmişlerdi. Ancak Büyük Selçuklu Devleti 1157’de yıkılınca İran coğrafyası Abbasilerin tahakkümü altına girmeye başladı. Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra merkezi bir yönetime bağlı olmasalar da vilayetlerin yönetimi halen Büyük Selçuklu Devleti tarafından görevlendirilmiş olan valilerinin elinde bulunuyordu. Selçuklu valileri Abbasilerin bölgelerinde hâkimiyet kurmasını arzu etmiyorlardı. Aynı şekilde Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boyları da Müslüman olmalarına rağmen Arap hükümdarlar tarafından yönetilmek istemiyorlardı. Selçuklu valileri ve göçebe Türk boyları bu ortak menfaat etrafında buluşarak Abbasi akınlarına karşı ittifak kurdular. Bu dönemde Kuzey İran coğrafyası Selçuklu ardılları olan Türklere, bölgede uzun süredir yaşayan göçer Türkmenlere, Kuzey Karadeniz hattında yaşayıp hazar denizi üzerinden İran’a göç eden Tatarlara ve Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boylarına ev sahipliği yapıyordu. Selçuklu valileri Türkmenleri, Tatarları ve göçebe Türklerin en güçlü unsurlarından olan Kayıları ikna ederek Abbasi akınlarına karşı bir ittifak oluşturdular ve bulundukları bölgeyi (Horasan/Merv kentleri) Abbasi akınlarından korudular. Bu başarıda en büyük paya sahip olan Kayılar hem Büyük Selçuklu Devleti sonrası İran coğrafyasında başsız kalmış olan Türkmenlerin bağlılığını kazandı hem de büyük bir nüfuz kazanarak bölgedeki Türk kitlelerin liderliğini üstlendi.
Kayılar bu tarihte yaklaşık 20.000 çadırlık kalabalık bir oymaktı. Bölgedeki Türkmenler ve Tatarlar ise 50.000 çadırdan oluşan çok daha kalabalık bir nüfusa sahipti. Kendilerinden sayıca az olmalarına rağmen Kayı beyi Süleyman Şah’ın giriştiği savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve Kayıların elde ettiği başarılar Türkmen ve Tatarları etkiledi. Yeni ve güçlü bir lider arayan bu Türk kitleleri Süleyman Şah’a biat ederek Kayı boyuna katıldılar. Kayılar artık 70.000 çadırdan oluşan muazzam bir güç unsuru haline gelmişlerdi. 70 bin çadırlık bir nüfus yaklaşık 50.000 kişilik bir savaşçı ordusu anlamına geliyordu. Oymağın savunması için vazifelendirilen askerler düşünüldüğünde ise en az 30.000 askerlik bir sefer gücü söz konusu oluyordu ki; bu rakam büyük bir savaşın kaderini belirleyebilecek bir muharip unsur olmaları için fazlasıyla yeterlidir.
Kayılar devletsiz ve töresiz kalmış, hem Moğollar hem de Abbasiler tarafından hedef haline gelmiş İran coğrafyasında varlıklarını devam ettirmek yerine Gaza etmek ve Anadolu’da kurulmuş ve giderek güçlenmekte olan Anadolu Selçuklu Devleti’ne yakın olabilmek maksadıyla Anadolu’ya göç etmeye karar verdiler. Anadolu göçlerindeki ilk durakları Ahlat oldu (1191). Burada çok kısa süre kalan Kayılar, ardından önce Erzurum’a sonra ise Erzincan’a yerleştiler. Ahlat, Erzurum, Erzincan hattı Anadolu Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar devleti arasında sınır hattı durumundaydı. Doğusunda Harzemşahlar Moğol akınlarına karşı koymaya, Batısında Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmeye ve Haçlı seferlerine karşı koymaya çalışıyordu. Kayılar ne Anadolu Selçuklularına ne de Harzemşahlara tabi olmadılar ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme gayretine giriştiler. Yaklaşık 30 yıl boyunca Erzurum ve Erzincan’da yaylayıp kışladılar ancak geçirdikleri onca zamana rağmen umduğunu bulamayan Süleyman Şah, asıl vatanı olarak gördüğü Türkistan coğrafyasına geri dönmeye karar verdi. Genç ve kahraman bir bey olarak ayrıldığı Türkistan’a şimdi yaşlanmış, ömrünün son demlerini yaşayan bir bey olarak geri dönüyordu.
Kayılar, göçlerini vaktiyle Türkistan’dan göç ettikleri Tebriz - Ahlat istikameti üzerinden değil güneyden Fırat nehri ve Halep vilayeti güzergahından gerçekleştirdiler ve Halep vilayeti yakınlarında bulunan Caber kalesi yakınlarına kadar ilerlediler. Göç istikametleri gereği Fırat nehrini geçmek zorunda olan Kayılar, sığ gibi görünen bir boğazdan nehri geçmeye karar verdiler. Öncü birlikler nehri geçemeyince durumu Süleyman Şah’a bildirdiler. Süleyman Şah nehri kontrol etmek için atını nehre sürdü ancak at sendeleyince nehre düştü ve boğularak hayatını kaybetti. Süleyman Şah, sudan çıkartılarak Caber kalesi yakınlarında nehir kenarına defnedildi. Bu bölge sonradan Türk Mezarı olarak anılmıştır. Günümüzde Süleyman Şah türbesi olarak geçen anıt mezarın bu bölgede bulunması hasebiyle Kayı beyi Süleyman Şah’a ait olduğu düşünülmektedir.
Süleyman Şah’ın vefatı üzerine Kayı boyunun dirliği bozuldu. Yaklaşık 70.000 çadır büyüklüğünde olan Kayı boyu içerisindeki en kalabalık kitleyi Türkistan’da Süleyman Şah’a tabi olan Türkmen ve Tatarlar oluşturuyordu. Süleyman Şah’ın ölümü üzerine bu kitle Kayılardan ayrılarak Şam’a doğru göç ettiler. Günümüzde Şam Türkmenleri olarak varlıklarını devam ettiren topluluk Kayılardan ayrılan Türkmen-Tatar kitlelerin ardıllarıdırlar. Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra geriye kalan ve Kayı neslinden olanlar Süleyman Şah’ın 3 büyük oğluna uydular. Aslında Süleyman Şah’ın 4 oğlu vardı. Yetişkin olan oğulları Sungur Tigin, Gündoğdu bey, Ertuğrul Bey Kayı boyuna önderlik ettiler. En küçük kardeş olan Dündar ise henüz çocuk yaşta olduğu için ağabeylerine uymuştur.
Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra Türkistan’a göç etmekten vaz geçen Kayılar, geldikleri güzergâhı izleyerek yine Fırat nehri üzerinden Erzurum’a geri döndüler. Pasin Ovasında bulunan Sürmeli Çukuru mevkiinde kışladılar. Ancak bu birliktelikte uzun sürmedi. Süleyman Şah’ın en büyük oğlu olan Sungur Tigin ve onun bir küçüğü olan Gündoğdu Bey, Süleyman Şah’ın ölümü üzerine yarım kalan Türkistan göçünü tamamlamaya karar verdiler. Ertuğrul bey ise Türkistan’a dönmek yerine Anadolu’da kalıp gaza etmenin daha doğru olacağını düşündü. Bunun üzerine Kayı boyunun büyük bir bölümü, tigin olması hasebiyle Süleyman Şah’ın en büyük oğlu Sungur Tigine ve onunla birlikte hareket eden Gündoğdu beye biat ederek Türkistan’a doğru göç ettiler. Ertuğrul beye ise yalnızca 400 çadır, kardeşi Dündar ve annesi Hayme Sultan biat ederek Erzurum’da kalmıştır.
Kayılar Türkmenlerin, Tatarların ve Sungur Tigin’e biat edenlerin ayrılmaları ile küçülerek 70.000 çadırlık bir oymaktan 400 çadırlık bir obaya dönüştü. Artık kendi kaderlerini tayin edebilecek kadar güçlü değillerdi. Kışlayabilmek için bir hükümdara tabi olmaları, Gaza edebilmek içinse bir orduya mensup olmaları gerekiyordu. Zira birkaç yüz kişilik bir askeri güçle ancak başıboş çetelerle ve yağmacılarla baş edebilirlerdi.
Ertuğrul Bey hem obasını muhafaza edebileceği güvenli bir yurt edinmek hem de Gaza edebilmek için büyük oğlu Saru Yatı’yı Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubat’a elçi olarak gönderdi. Alaeddin Keykubat, Ertuğrul Beyin talebine müspet yanıt vererek Kayılara Söğüt vilayetini kışlak, Domaniç ve Ermenibeli dağlarını yaylak olarak tahsis etti. Kayılar artık Selçuklu Devletinin tebaası olarak yaşayacaklar, Selçuklu ordusu ile gaza edecekler ve Batı Anadolu’nun bereketli topraklarında hayatlarını devam ettireceklerdi. Kayılar önce Ankara’ya oradan Söğüt’e geçtiler. Söğüt bu tarihten sonra Kayıların kadim Yurtları haline geldi. Ertuğrul bey, Gazi unvanını aldı ve ömrünün sonuna dek Söğütte yaşadı. Savaşsız, uzun ve müreffeh bir ömrün ardından 1281 yılında, 90 yaşında vefat etti. Büyük Oğlu Osman bey tarafından inşa edilen türbesi Söğüt (Bilecik) ilçesinde bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Kayıların başına büyük oğlu Osman Bey geçti.
Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu
Anadolu Selçuklu Devleti yıkılırken Anadolu’ya hüküm süren beylikler kendi kaderlerini tayin etmeye, bölgedeki varlıklarını sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Bu dönemde Kayılar henüz bir beylik kurabilecek kadar güçlenebilmiş değillerdi ve kendilerine yurt olarak verilen Söğütte komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi ilişkiler kuran küçük bir oba olarak varlığını devam ettiriyorlardı. Osmanlı Beyliğinin kurulması süreci Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra yerine geçen Osman Bey döneminde gerçekleşmiştir.
Kayılar, yeni yurtları olan Söğüt’e yerleştiklerinde bu bölge oldukça sakin ve müreffeh bir bölgeydi. Bizans devleti İstanbul dışında olan bölgeleri sınır valileriyle yönetmekteydi. Söğüt İnegöl, Karacahisar ve Bilecik tekfurluklarının (Vali) tam ortasında bulunan Selçuklu Devleti sınırını teşkil ediyordu. Karacahisar ve Bilecik tekfurları, uzun zamandır Selçuklu Devleti ile iyi geçiniyor, vergi veriyor ve herhangi bir husumet gütmeksizin Bizansa bağlı olarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı. Kayıların Söğüt’e yerleşmesinden sonra Ertuğrul Gazi de komşu tekfurluklarla iyi ilişkiler kurmuş herhangi bir husumet gütmemiş ya da mücadele içerisine girişmemişti. Hatta bu tekfurluklar Kayıların bölgedeki varlıklarından oldukça memnunlardı. Zira bölgede başıboş gezen Tatar yağmacılar yerleşik bir hayat süren Rum köylerine saldırıyor ve yağma yapıyorlardı. Kayıların bölgeye yerleşmelerinden sonra bu yağmacılar kendileri gibi bozkır savaşlarını bilen Kayılardan çekindikleri için artık yağma faaliyetlerine teşebbüs etmediler.
Ertuğrul Gazi'nin Vefatı ve Beylik Seçimi
Ertuğrul Gazi, bereketli ve müreffeh bir ömür yaşayarak 1281 yılında 90. yaşında vefat ettiğinde ardında üç yiğit evlat ve bir kardeş bıraktı. Ertuğrul Gazi'nin ölümünden sonra oğulları Saru Yatı, Osman ve Gündüz ile kardeşi Dündar beylik için namzetlerdi. Ertuğrul Gazi'den sonra en tecrübeli kişi Ertuğrul Gazi'nin kardeşi Dündar beydi ancak Satu Yatı hem devlet idaresinde Ertuğrul Gazi'nin rahlei tedrisinde özenle ve ihtimamla yetiştirilmiş hem de Moğollar ile yapılan savaşlarda basireti ve cengaverliği ile rüştünü ispat etmiş tecrübeli bir kumandan olarak daha güçlü bir aday durumundaydı. Bunun yanında Osman çok iyi bir avcıydı ve av merakı ile diyar diyar gezmiş, kendisine hem beylik içinden hem de beylik dışından pek çok hayran ve tanış kazanmıştı. Bu özellikleri ile Gaziler (Alplar) kendisine fevkalade bir teveccüh ve itibar göstermekteydi. Ertuğrul Gazi'nin en küçük oğlu Gündüz ise henüz bu rekabette yer alabilecek meziyetlere sahip değildi.
Dündar bey bu şartlarda güçlü bir aday olamadı. Kayı aşireti kendilerine Saru Yatı (Savcı) ve Osman'ı bey olarak tayin ettiler. Türk töresinde de gayet tabii bir yönetim biçimi olan ortak hükümdarlık Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar ve Selçuklular döneminde olduğu gibi bir tür ortak hakanlık ile Osman ve Saru Yatı birlikte Kayıların beyliğine atandılar. Dündar bey ise beyliğin idaresinde Osman ve Saru Yatı'dan sonra en yetkili kişi konumunda vazife aldı.
Saru Yatı (Savcı) beyden tarih kaynakları çok fazla söz etmemektedir. Bunun nedeni Saru Yatı'nın 1287'deki Domaniç Savaşında şehit düşmesidir. Ertuğrul Gazi'den sonra yerine Osman Bey'in varis olarak geçtiği düşüncesi bir yanılgıdır. Bu yanılgının sebebi Aşıkpaşazade'nin Saru Yatı'dan yeterince bahsetmemesi ile ilgilidir. Oysa Neşri ve Tevarih-i Al-i Osman'da Satu Yatı'dan bahsedilen beyitler ve destanlarda beyliğin Saru Yatı ve Osman tarafından ortaklaşa idare edildiğini anlamamız için yeterince veri bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi döneminde başlayan iyi ilişkiler Osman Bey döneminde artarak devam etti. Osman Bey döneminde Anadolu Selçuklu Devletinin bölgede hatırı sayılır bir tahakkümü kalmamıştı. Bu siyasi ortamda bölgede yeni bir güç ortaya çıktı. İleride büyük bir beylik olacak olan Germiyanoğulları bu tarihlerde bölgelerindeki hakimiyetlerini güçlendirmeye başlamışlar ve Karacahisar tekfurluğu için bir tehdit unsuru haline gelmişlerdi. Bu durum, Karacahisar Tekfurluğu ile dostane ilişkiler içerisine giren Osman Bey’in Germiyanoğulları’na karşı hasmane bir tutum izlemesine yol açtı. Ancak bu hasmane durum bir savaşa yol açmadı.
Osman Bey, doğumundan beyliğine kadar olan süre boyunca hiç savaş görmemiş, hiç gaza etmemişti. Komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi geçiniyor, kendilerine yurt olarak verilen bereketli topraklarda uzun yıllardır güven içerisinde yaşıyorlardı. Osman Gazi bu müreffeh yıllarında av sevdasına tutuldu. Sürekli ava çıkıyor, av için gittiği yerde günlerce kalıyordu. Üstelik sadece kendi yaylasında değil uzak diyarlara seyahat ediyor, av seyahatlerinde gittiği yerde bazen birkaç gün bazen daha uzun ikamet ediyordu. Osman Beyin bu av seyahatleri onun tanınmasına ve sevenlerinin artmasına vesile oldu. Zira uzak diyarlardan av için gelen bir Bey her gittiği yerde saygıyla ve hürmetle karşılanırdı. Osmanlı Tarihçisi Aşık Paşazade, Osman Beyin bu av sevdasını “gece gündüz demeden, dört bir yana yürürdü” şeklinde ifade etmiştir.
Ermenibeli Savaşı (1284)
Osman Beyin ilk savaşı Ermenibeli Savaşı olmuştur. Osman Bey, her ne kadar Karacahisar ve Bilecik tekfurları ile çok iyi ilişkiler içerisinde olsa da İnegöl Tekfuru Aya Nikola, Osman Beyin bölgedeki varlığından rahatsız oluyor ve kendisine husumet besliyordu. Kayılar, bahar yaklaşınca yaylaya çıkmak üzere hazırlık yapıp yola düştüklerinde İnegöl Tekfuru Kayıların geride bıraktıkları mallarını yağmalattı. Bu Kayıların maruz kaldığı ilk saldırıydı. Bu durumu Bilecik Tekfuruna bildirdi ve yaylaya çıkarken geride kalan mallarını kendisine emanet etmek istediğini belirtti. Bilecik Tekfuru bu talebi kabul etti ve Osman Bey kışlağını güvence altına aldı. Osman Bey bununla yetinmedi. İntikamını almak için yapacağı saldırı öncesinde keşif amacıyla yanına 70 kişi alarak İnegöl Tekfurluğuna doğru yola çıktı. Osman Beyin geldiğini fark eden İnegöl Tekfuru, güzergâhı üzerine pusu kurdurttu. Osman Bey kendisine pusu kurulduğunu önceden fark etse de geri dönmeyerek devam etti. Ermenibeli dağının eteğinde İnegöl Tekfurunun askerleriyle karşılaşan Osman Bey burada çetin bir mücadele verdi. Sayıca çok kalabalık olan İnegöl Tekfurunun askerlerine karşı çarpışarak geri çekildiler. Bu savaşta kardeşi Saru Yatı’nın oğlu Uyal Hoca şehit düşmüştür. Günümüzde Uyal Hoca’nın mezarı İnegöl Hamza Bey köyünde bulunmaktadır.
Osman Bey, pusudan kurtulsa da intikamını alabilmiş değildi. İntikamını almak için acele etmedi. Daha önce savaş tecrübesi olmayan Osman hem kendisini hem askerlerini savaşa hazırlayıp 1 yıl sonra yeniden İnegöl Tekfuruna taarruz etti.
Kulacahisar Savaşı (1285)
Osman Bey, Ermenibeli’de düştüğü pusudan kurtulup sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra ilk fethini gerçekleştirmek ve Gazi unvanını almak için 300 kişilik bir ordu hazırlayıp İnegöl yakınlarındaki Kulacahisar kalesine bir gece baskını düzenledi. Mücadele çok kısa sürdü. Beklemedikleri bir saldırıyla karşılaşan Bizanslı askerler mukavemet gösteremeyip teslim oldular.
Kulaca Hisar kalesi oldukça stratejik bir konumdaydı. Bu kalenin fethedilmesi ile Bizans’ın bölgede askeri yığınak yapabileceği önemli bir hareket noktası ele geçirilmiş oldu. Osman Bey, kaleyi fethettikten sonra Bizanslı köylülere şu konuşmayı yapmıştır;
“Gönlünüzü hoş tutun, korkmayın. Canınıza, malınıza, ırzınıza zerre ziyan gelmeyecektir. Bunu ben, Kayı beyi Osman size söylerim. Şimdi pazara gidecekler yola koyulsun. Onları benim yiğitlerim koruyacaktır. Dönüşleri de böyle olacaktır. Bundan böyle hep böyle olacaktır. Kulacahisarı hep yiğitlerim koruyacaktır. Size ziyan verecekleri yiğitlerim karşılayacaktır. Geceniz gündüzünüzden emin olacaktır!”
Önemli bir Bizans kalesinin fethedilmesi Osman Beyin namının yayılmasına vesile olmuştur. Beylik olamayan, Kayılar gibi küçük gruplar halinde yurt tutan Türkmenler Osman Beyi yeni fatihleri olarak görerek kendisine tabi olmaya başladılar. Kayılar bu savaştan sonra kalabalıklaşmış, güçlenmiş ve Beylik olma yolunda ilk önemli adımlarını atmaya başlamıştır.
Kulacahisar kalesinin fethi daha büyük ve daha çetin bir savaşın ilk evresi olmuştur. Sırada İnegöl’ün fethi vardır.
Domaniç Savaşı (1287)
İnegöl Tekfuru Aya Nikola, Kulacahisarın kaybedilmesi üzerine geçmişten beri Kayılarla iyi geçinen Karacahisar Tekfuru ile ittifak kurarak Osman Beyi topraklarından atmak için bir araya geldiler. Osman Bey artık küçük bir aşiretin beyi değildi. Karacahisar Tekfuru ise eski dostları ve iyi komşuları olmaktan çıkmıştı. Tarih, hayatı boyunca savaş görmemiş Osman Beyin yalnızca iki yılda ve sayıları yüzlerle ifade edilebilecek küçük bir orduyla art arda elde ettiği büyük başarıları kaydetmeye başladı.
Kulacahisar kalesinin kaybedilmesinden 2 yıl sonra İnegöl Tekfuru ve Karacahisar Tekfuru ordularını birleştirdiler ve ordunun başına Karacahisar Tekfuru’nun kardeşi Kalanoz’u komutan tayin ederek Osman Beyin üzerine taarruza gönderdiler. Osman Bey üzerine gelen ordunun haberini alınca gazilerini topladı ve onların gelmelerini beklemeden yola düştü. Bu iki ordu Domaniç beldesinde bulunan İkizce mevkiinde karşılaştılar.
Domaniç çok çetin ve uzun bir mücadeleye sahne oldu. Savaşın sonunda Osman Bey muazzam bir başarı elde ederek Bizanslıları bozguna uğrattı ve komutanları Kalanoz’u ele geçirdi. Osman Bey’in kardeşi Saru Yatı bu mücadelede şehit düşmüştü. Osman Bey Kalanoz’un ele geçirildiğini haber alınca hiddetlenerek şu emri verdi; “Önce karnını yarın, sonra eşip it gibi gömün”. Kalanoz’un gömüldüğü yer bu tarihten sonra “İtşeni” olarak anılmıştır. Şehit olan Saru Yatı ise Söğüt’e götürülerek babası Ertuğrul Gazi’nin yanına defnedildi.
İkizce’deki mücadele savaşın sonu anlamına gelmiyordu. Kendisine vergi veren ve itaat eden Karacahisar Tekfurunun Osman Bey’e karşı taarruz ettiği haberini alan Selçuklu Hükümdarı 2. Mesud, Ordusunu toplayıp Karacahisar’a sefere çıktı. Sultanın sefere çıktığını öğrenen Osman Bey’de hazırlıklarını tamamlayıp savaşa katıldı ve Karacahisar Tekfurunun kalesi kuşatıldı. Kuşatma 2 gün boyunca devam etti. Ancak savaş neticelenmeden Ereğli’ye saldırıldığı haberini alan 2. Mesud, Ereğli’nin ateşe verildiğini ve halka zulüm edildiğini öğrenince Ereğli’ye doğru yola çıkmak zorunda kaldı. Karacahisarın kuşatması için getirdiği silahları Osman Bey’e teslim ederek geri döndü. Osman Bey, birkaç gün daha süren çetin mücadelenin sonunda Karacahisar kalesini zaptetmeyi başardı. Bu kez Kulacahisar kalesinde yaptığı gibi Bizanslı köylüleri muhafaza etmedi. Önce askerlerini ganimete boğdu, ardından köy evlerini gazilere ve tebaasına verdi. Bu fetihten sonra Karacahisar bir İslam kenti haline geldi. Bu savaş hem gaza, hem fütuhat hem fetih olmuş, Osman Bey’in itibarını fevkalade yükseltmiş ve Osman Beyin devletli olma yolunda büyük bir aşama kaydetmesini sağlamıştır.
Osmanlı Beyliğinin Yükselişi
Osman Bey, art arda kazandığı savaşlar, gerçekleştirdiği fetihler ve askerlerine dağıttığı ganimetlerle kısa sürede ün saldı. Çevredeki Türk boyları Osman Beye tabi olmak için elçiler gönderiyor, ordusu ve tebaası her geçen gün artan Osman Bey artık sadece Kayıların değil kendisine tabi olan tüm Türk boylarının beyliğini üstleniyordu.
Osman Bey, Karacahisarın fethedilmesinden sonra muvaffakiyetinin haberini iletmesi için kardeşinin oğlu Aytemür’ü Sultan 2. Mesud’a elçi olarak gönderdi. Sultan 2. Mesud, bu habere çok sevindi ve kendisini taktir etmek için hediye olarak atlar, silahlar ve değerli eşyaların yanı sıra beylik alametleri olan tabi, sancak ve ferman gönderdi (1289). Bu alametler Osman Beyin Selçuklu Sultanı tarafından Bey olarak tayin edilmesi anlamına geliyordu. Osman Bey artık Osmanlı Beyliğinin lideri olacak, bundan böyle fethedeceği topraklar kendi malı olacaktır.
Bileciğin Fethi
Osman Beyin art arda elde ettiği başarılar eski dostu olan Bilecik Tekfurunu tedirgin etmeye başladı. Yükselen Osmanlı Beyliğinin bir gün kapısına dayanacağını önceden görmüştü. Ancak İnegöl ve Karacahisar Tekfurları gibi cenk etmekten ve sonunun onlar gibi olmasından endişe etti. Bunun yerine Osman Beye bir tuzak hazırladı. Oğlunu Yerhisar Tekfurunun kızı ile evlendirecek olan Bilecik Tekfuru, tertip edilecek düğüne Osman Beyi de davet etti. Amacı Osman Beyi savunmasız yakalayıp suikast düzenleyerek ortadan kaldırmaktı.
Osman Bey bu teklifi severek kabul etti. Zira Bilecik Tekfuru ile eski dostlardı ve kendisiyle daha önce hiç yüz yüze karşılaşmamışlardı. Osman Beyin bu tuzağa düşmemesi mümkün değildi. Zira düğüne askerleriyle gidemez, bu daveti de reddedemezdi. Osman Beye bu durumu Bilecik Tekfurunun hasmı olan Harmankayası Tekfuru haber verdi. Kendisine düzenlenecek süikastı haber alan Osman Bey, akıllıca bir hamle yaparak önce çok kıymetli hediyeler gönderdi ardından askerlerine kadın elbiseleri giydirip himayesindeki kadınlar gibi yanında düğüne getirdi. Ayrıca her zamanki gibi yaylaya çıkacaklarını, mallarını emanet yine kalede himaye edilmek üzere gönderdiğini haber verdi. Yine kadın kılığına girmiş ve keçelerle gizlenmiş askerlerini kalenin içerisine soktu. Böylece hem düğün esnasında doğrudan Tekfuru zaptedecek hem de kaleyi içerden kuşatacaktı. Düğüne geldiği esnada kadınlarının rahat etmeleri için ayrı bir yerde oturmalarını rica etti. Böylece kadın olmadıklarının anlaşılması ihtimalini ortadan kaldırdı.
Düğün devam ederken Osman bey birden aya kalktı ve atına binerek uzaklaştı. Bilecik Tekfuru, kendisine düzenlenecek suikastin farkına vardığını ve bunun için kaçtığını düşünerek peşine düştü. Bir süre Bilecik Tekfurunu peşinden sürükleyip Kaldıravık denen bir mevkie geldiklerinde tekfuru tuzak içindeki tuzağa çekmiş oldu ve Tekfuru kendi kılıcıyla bizzat öldürdü. Bu esnada da katırlarla gizlenerek kaleye giren askerler düğün olması hasebiyle içeride pek kimse bulunmayan kaleyi kolayca zapt ettiler. Düğünde bulunan askerler ise düğün yerinde cenk ederek Bizans askerlerini bertaraf etti. Osman Bey, zekice bir hamleyle uyguladığı üç adımlık planını başarıyla tamamladı ve Bilecik Tekfurluğunu kolay yoldan fethetmiş oldu. Bilecik Tekfurundan destek alan İnegöl Tekfurunu zapt etmesi içinde Turgut Alp adındaki askerini vazifelendirerek İnegöl’e gönderdi.
Osman Bey, Turgut Alp’in kuşattığı İnegöl’e giderek kaleyi zaptetti ve İnegöl Tekfurunu öldürdü. Askerlerine yağma izni verdi ve İnegöl Tekfurunun son kalesini düşürüp İnegöl’ü tümüyle fethetti.Savaşın sonunda Bilecik Tekfurunun oğluyla evlendirilecek olan Harmankayası Tekfurunun kızını oğlu Orhan'a ile evlendirdi. İsmi Lilüfer hatun olarak değiştirildi. Lilüfer (Nilüfer) Hatun, Osmanlı hükümdarlarının ilk gayrimüslim gelini olmuştur ve 3. Osmanlı Hükümdarı 1. Murad'ın annesidir.
Osmanlı Devletinin İlanı (1299)
Osman Bey, Karacahisar’ı fethettikten sonra bu bölgeyi tebaasına açmış, köylere kendi tebaası olan Müslüman kitleleri yerleştirmiş, kiliseleri camiye çevirterek bölgeyi Müslümanlaştırmıştı. Zamanla bir İslam şehri haline Karacahisar’ın yerlileri bir araya gelerek Cuma namazı kılmak istediler. Amaçları hutbeyi Osman Bey adına okutmaktı. İslam geleneğinde Hutbe, o toprakların yegâne sahibi adına yani hükümdar adına okunmaktaydı. Halk, Osman Beyi artık hükümdar olarak görmek istiyordu.
Osman beyin kayınpederi olan Şeyh Edebali’nin müritlerinden Dursun Fakıh, bölgede saygı gören bir zattı. Halk, bu taleplerini Dursun Fakıh’a ilettiler. O da bu konuyu babası Şeyh Edebali’ye iletti. Osman Bey, olan biteni öğrenince “Size ne lazımsa onu öyle yapın” diyerek tebaasının hüsnü talebini kabul ve tasdik etti. Dursun Fakıh, “Han’ım! Bu iş için Sultandan icazet ve izin gerekir” diyince Osman Bey, Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen o yanıtı verdi;
“Bu şehri ben bizzat kendi kılıcımla aldım. Sultanın bunda bir faydası olmadı. Ondan niçin izin alayım? Ona sultanlık veren Allah, bana da gazayla hanlık verdi. Eğer kastedilen şu sancak ise ben sancak götürüp kâfirlerle uğraşmadım. Sonra o, ben Selçuk soyundanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Yok eğer bu ülkeye onlardan önce geldim derse benim dedem Süleyman Şah da ondan önce gelmiştir.”
Halk Osman Gazinin bu söylediklerinden haberdar olunca sevinçle camiye koştu. Dursun Fakıh hutbeyi Osman Gazi adına okudu. Osman Bey artık devletli olmuş, devletini ve hukukunu ilan etmişti. O artık bir bey değil bir Han olarak anılacaktır. Osman Gazi Han, Karacahisar camiinde kendi adına okuttuğu hutbeyi müteakip bayram namazında hâkimiyeti altındaki tüm camilerde okutarak Osmanlı Devletini tüm dünya ya ilan etmiş oldu. Osman Gazi, bayram namazını Eskişehir’de kıldığında hutbe Osman Gazi Han adına okunuyordu (1299).
Osman Gazi’nin Rüyası
Osman Gazi’nin Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen rüyayı görmesi ve rüyasını hocası Şeyh Edebali’nin yorumlaması ile ilgili bilgiler, Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade tarafından nakledilmiş kayıtlı bilgilerdir. Aşık Paşazade, bu bilgileri Şeyh Edebali’nin oğlu Mahmut Paşa’dan bizzat dinlemiş ve kaydetmiştir. Aşık Paşazade’nin naklettiği bilgilere göre Osman Gazi bu rüyayı Ermenibeli’nde pusuya düşürülmesinden bir yıl sonra 1285 yılında görmüştür. Rüyasında gördüğü kişi Edebali adında bir şeyhtir. Şeyh Edebali aslında sanıldığı gibi Osman Beyin hocası değildir. Bölgede sevilen, halk tarafından büyük itibaren gören, pek çok kerameti görülmüş, varlıklı ancak cömert, evinden misafiri eksik olmayan mübarek bir zat olarak biliniyordu. Osman Bey de bu zata zaman zaman misafir olur hasbıhal ederdi.
Osman Gazi bir gece ibadet edip dua ettikten sonra uykuya daldı. Rüyasında kendisine misafir olduğu bu zatın göğsünden bir ay doğarak kendi göğsüne giriyor, ardından karnından bir ağaç bitiyor, bu ağacın alemi kaplıyor, gölgesinde dağlar meydana geliyor, bu dağların yamacından sular akıyor, bu sulardan kimileri içiyor kimileri bahçesini suluyor, kimileri çeşmeler akıtıyordu.
Gördüğü rüyayı doğrudan bu zata giderek anlattı. Şeyh Edebali, rüyayı dinledikten sonra “Oğul Osman Gazi, sana müjdeler olsun, yüce Allah sana ve nesline padişahlık verdi, kutlu olsun. Ayrıca kızım Malhun senin eşin olacak.” dedi.
Osman Gazi, bu rüyayı gördükten hemen sonra kılıcını kuşanarak İnegöl Tekfurunun kontrolünde bulunan Kulacahisar kalesini zapt etmiş ilk fethini gerçekleştirmiştir.
Son yüzyılda ortaya çıkan bazı tarih kaynaklarında Osman Beyin Şey Edebali’nin kızını ikinci eş olarak aldığı, Malhun Hatun’un Şeyh Edebali’nin değil Selçuklu veziri Ömer Abdülaziz’in kızı olduğuna dair bilgiler geçmektedir. Elimizdeki en itibar edilir ve güçlü kaynak olan Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade, Malhun hatunun Şeyh Edebali’nin kızı olduğunu, Orhan beyin bu evlilikten doğduğunu belirtmektedir.
Kaynakça;
Aşık Paşazade / Tevarih-i Ali Osman (Osman Oğullarının Tarihi)
(Tarihi vakalar ve vakaların seyri doğrudan Aşıkpaşazade'nin ifadelerinden faydalanılarak hazırlanmıştır. Aşıkpaşazade'nin tarihlendirmediği vakalarda Prof.Dr. Halil İnalcık'ın kitapları ve beyanatları dikkate alınmıştır)