Kınalızade Ali, Ahlak-ı Alâi’sinde Aristo’dan alıntıladığı bir formülü şöyle çağına uyarlar; Alem duvarları devlet olan bir bağdır; devlete nizam veren şeriattır; şeriatı tesis eden hükümdardır; hükümdarın otoritesi için asker; askerin toplanması için mal gerek, adam gerektir; malı üreten, asker olan halktır (reaya); halkı hükümdara bağlayan ise adalettir.
Bu sosyal bilimsel tamlama Osmanlı’nın neden, nasıl ve ne vakitler sarsıldığını anlamamıza fazlasıyla yardımcı olacak.
Nizam-ı Âlem; ki aslında dünya düzeni değil toplum düzenidir ve tam da Kınalızade’nin formüle ettiği şekilde idame edilir/edilmelidir. Aslında bu düstur, Osmanlı’ya has bir çözümleme değil, orta çağ ve erken modern dönemde her toplumun paylaştığı, ihtiyaç duyduğu ve gerçekleştirebilenlerin yükselerek günümüz modern dünyasının paydaşları olmasını sağladığı bence fevkalade bir öngörüdür. Bakınız; Fransız İhtilali, Roma Demokrasisi, Antik Yunan Siyaseti v.b. örneklerde toplumların kendi özgün nizam-ı âlem düsturlarını tesis etme çabalarını görürüz.
Nizam-ı âlem’i bir çember olarak tasavvur edersek; Devlet-Hukuk-Otorite- Refah-Adalet halkalarıyla birbirinin içine geçerek tamamlanır. Buna göre düzenin devlet içinde, devletin hukuk ile, hukukun otorite sayesinde refahı getirmesi, nihayet son halka olarak halkın devletine güvenmesiyle tamamlanır. Bu çember (dâire-i adliyye) halkalarından birinde zafiyet ya da zayıflık görülmesi halinde tadil edilerek nizamın işlemesi mümkün kılınır. Osmanlı’nın sonunu getiren süreç, nizam-ı âlem çemberinin birden çok halkasında zafiyete uğraması ve nihayet tadil edilemez hale gelerek kopmasıyla yok olmaya evrildi.
Bir kırılma noktasından söz edeceksek ilk cümlede Ebussuud Efendi’yi anmak icap eder. Osmanlı hukuk sisteminde, aslında diğer toplumlarda da olması gerektiği üzere; şer-i (ilahi) ve örf-i (toplumsal) hukuk birlikte işlemekteydi. Bu nizama göre şer-i hukuk, aşılmaması gereken kırmızı çizgileri belirlerken örfi hukuk, bu sınırlar dahilinde toplum içerisinde asırlar boyu devamedegelen genel kabuller ve normlar ile şekillenirdi. Ancak bu iç içe geçmiş ve adaleti tesis etmekte başarılı olduğunu gördüğümüz düzen, Ebussuud Efendi döneminde despot, tevile dayanan göreceli ve tartışmalı, haliyle toplum nezdinde kabul görmeyen ve rahatsızlıklara yol açarak tamda dâire-i adliyye çemberinin en önemli halkası olan adalet ve devlete güven duygusunu zedelemişti. Şer-i hukuk düzeninde Kur’an ve Hadis’ten kaynağı bulunamayan meselelerde icma ve kıyas yoluna gidilmesi alışılagelmiş bir gelenekti. Ancak ucu açık, yoruma ve tahayyüle dayanarak istenildiğinde kolayca suistimal edilebilecek bu usul, Ebussuud’un hayata geçirdiği hukuki teamüllerle toplum nezdinde asırlar boyunca yerleşmiş ve devletin kudretini tesis etmekte en önemli unsur olan devlete güven mefhumunu sarsmıştır. Bu sarsıntının bir benzerini Fransız ihtilalinde de görürüz. Kilisenin tüm hukuki ve siyasi erkte söz sahibi olmak istemesi, toplumu kontrol altına almak gayesiyle despot ve baskıcı yöntemler kullanmaktan çekinmeyen keyfi ve toplumda karşılığı olmayan hukuki ve siyasi manevralar halkın devlete olan güvenini sarsmış, bu sosyopolitik ızdıraplarla halkın refahı da sarsılmış, nihayet halk ayaklanarak müesses nizamı yıkmak pahasına ve hatta intikam alırcasına hem kilisenin, hem burjuvanın, hem de tıpkı Kınalızade’nin tasfir ettiği üzere; adaleti sağlayacak unsurları sınırları çizilmiş mevkilerde tutamayan kralın tahtını küçültmüştür.
Celali isyanlarını, müesses nizama karşı gelip çifte bozan reayayı, tüfenk gelip mertlik bozulunca işsiz, tımarsız kalan sipahilerin eşkıyalık yapmalarını ve bu meselelerin asırlarca çözülememesini müstesna vakalar olarak görmek her halde fütursuzluk olurdu. Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu dönemde görünen esas zafiyet de tam olarak bu kelimeyle ifade edilebilir sanıyorum; Fütursuzluk.
Dâire-i adliyye’de ilk kopan halka, Kınalızade’nin tasfir ettiği o duvarı devlet olan bahçenin nizamını tesis eden adalet halkası, ardından reayanın sultana, yani halkın devlete olan güveninin ortadan kalkmasıydı. Üstelik bu kırılma, pek çok tarihçinin Osmanlı’nın zirvesi olarak imlediği, Kanunnamesiyle müsemma Kanuni Sultan Süleyman döneminde başladı. Bu kadarıyla da kalmadı tabi. Görmezden gelinen bu araz 17. Yüzyılın başlarında 2. Osman’ın katliyle gün yüzüne çıktı. Müesses nizamın adaleti tesis edecek unsurlarını sınırları çizilmiş mevkilerde tutması gereken otorite, yani sultan yani devletin ta kendisi, sınırlarını aşan vüzera ve “kul” olarak isimlendirilen ama efendilik etmekten geri durmayan çeri ocağı tarafından hal edildi.
17. Yüzyıl, bu gerçekliklerle yüzleşemeyen Osmanlı’nın, “bu da geçer ya hu” dercesine hadi yine zarif bir kelime kullanalım, tevekkülle, sabredelim geçer nasılsa diyerek, 16. Yüzyılda ortaya çıkan sorunların kökleşmesi, kronik hale gelmesi neticesinde geri dönülemez bir felakete dönüşmesine sahne oldu. Âlemde nizam bozuldu, o nizam bahçesinin duvarları yıprandı, bahçenin çiçekleri sarardı. Ama çokta haksızlık etmeyelim. O çağ, yani 17. Yüzyıl, tüm Dünya’da bir dönüşüm sancısı vardı. Avrupa’da da nüfus hızla artıyor, artan nüfusu doyurmak devlete düşüyordu. Bu süreci yönetmek kilisenin üzerine düştü. Despot ve ilahi kurallarla halkın itaat altına alınabileceğini düşünen krallar önceleri bu durumu kabullendiler. Ancak kilise giderek güçlendi ve ruhbanların devlet otoritesi üzerindeki etkileri yıkıcı hale gelmeye başladı. Eğer Osmanlı, 18. Yüzyılda çökmediyse tam da bu sosyo-politik atmosferden ötürüdür. Osmanlı çökecek, yıkılacak kadar zayıflamıştı ama onu yıkacak rakipleri de var olma mücadelesi veriyordu.
Osmanlı'da Yıkılışın Başlayışı
Eğer Osmanlı, 18. Yüzyılda çökmediyse tam da bu sosyo-politik atmosferden ötürüdür. Osmanlı çökecek, yıkılacak kadar zayıflamıştı ama onu yıkacak rakipleri de var olma mücadelesi veriyordu