Fatih Sultan Mehmet'in Çocukluğu
Fatih Sultan Mehmet, 30 Mart 1432 tarihinde, Osmanlı Devleti’nin o dönemki başkenti olan Edirne’de dünyaya geldi. Babası, Osmanlı tahtında bulunan II. Murad, annesi ise çoğu kaynakta “Hüma Hatun” olarak geçen ve Türk-Moğol asıllı olduğu rivayet edilen bir hanımdı. Hüma Hatun, saray çevresinde çok etkin bir figür değildi; fakat Mehmet’in eğitimi ve çocukluk döneminde önemli bir rol oynamış, oğlunu dindar ve disiplinli yetiştirmeye özen göstermiştir.
Doğduğu dönemde Osmanlı Devleti, Balkanlar’da büyük fetihler yapmış, Anadolu’da ise Karamanoğulları gibi beyliklerle sürekli bir mücadele halindeydi. Mehmet’in doğduğu yıl, Osmanlı-Sırp ilişkilerinde de gerginlikler yaşanıyor, doğuda ise Timur’un mirasçısı olan devletlerin baskıları hissediliyordu. Yani Mehmet, siyaseten çalkantılı bir dünyaya gözlerini açtı.
Osmanlı sarayında şehzadelerin eğitimi, yalnızca dinî ilimlerle sınırlı değildi. Onlar, birer hükümdar adayı olarak hem teorik hem de pratik anlamda çok yönlü yetiştirilirdi. Şehzade Mehmet de küçük yaşta bu disiplinin içine girdi.
Mehmet’in eğitiminde üç büyük şahsiyet öne çıkar:
-
Molla Gürani: Dönemin en önemli İslam âlimlerinden biri olan Gürani, Mehmet’in hem dini bilgilerini hem de ahlakını şekillendirdi. Onun sert disiplin anlayışı sayesinde Mehmet, erken yaşta çalışkanlığa ve iradeye alıştı.
-
Molla Hüsrev: Fıkıh ve İslam hukuku alanında uzman bir âlimdi. Mehmet’in ileride yapacağı hukuki düzenlemelerin temelinde bu derslerin etkisi vardır.
-
Akşemseddin: Daha sonra İstanbul’un fethi sırasında manevi liderliği ile ön plana çıkacak olan Akşemseddin, Mehmet’e yalnızca dinî konuları değil, aynı zamanda liderlik ruhunu ve tasavvufî derinliği aşılamıştır.
Mehmet, yalnızca İslami ilimlerde değil, aynı zamanda fen bilimlerinde de eğitim aldı. Matematik, astronomi, coğrafya gibi alanlarda kendini geliştirdi. Ayrıca çocuk yaşta Arapça, Farsça, Yunanca, Latince ve Sırpça öğrendi. Çok dilli olması, onun diplomasi alanındaki başarısında belirleyici olacaktı. Küçük yaşta sert disiplin ve ağır bir eğitimden geçen Mehmet, içine kapanık ama aynı zamanda hırslı, inatçı ve sorgulayıcı bir karakter geliştirdi. Onun en büyük özelliği, bir fikri kafasına koyduğunda bundan vazgeçmemesiydi. Bu, ileride İstanbul’u fethetme konusundaki kararlılığının da temelini oluşturdu.
2. Mehmet'in Tahta İlk Çıkışı
Mehmet’in babası II. Murad, hem içerideki çekişmelerden hem de aralıksız süren savaşlardan yorgun düşmüştü. 1444 yılında, daha 12 yaşındaki şehzade Mehmet’i tahta çıkardı ve kendisi Manisa’ya çekildi. 12 yaşındaki Mehmet’in tahta geçmesi, Osmanlı yönetiminde ciddi krizlere yol açtı. Çünkü Osmanlı, Balkanlar’da güçlü bir düşman olan Haçlı ittifakı ile karşı karşıyaydı. Hıristiyan dünyası, Osmanlı tahtında deneyimsiz bir çocuğun bulunmasını fırsat bildi. Bu durum, Osmanlı için büyük bir tehdit oluşturdu. Haçlı ordusu Osmanlı üzerine yürüdüğünde, genç padişah Mehmet büyük bir baskı altında kaldı. Devlet adamları, “ordunun başında bizzat II. Murad’ın bulunması gerektiğini” dile getirdiler. Bunun üzerine Mehmet, babasına şu meşhur mektubu yazdı:
“Eğer padişah siz iseniz, devletinizi kurtarmaya geliniz. Yok eğer padişah ben isem, size emrediyorum, ordunun başına geçiniz.”
Bu mektup, onun küçük yaşta bile ne kadar iradeli ve otoriter olduğunu gösterir. II. Murad tekrar tahta geçti, Osmanlı ordusunun başına geçti ve Varna Meydan Muharebesi’nde Haçlıları kesin bir yenilgiye uğrattı. Varna Savaşı’nın ardından Mehmet tekrar tahttan indirildi ve Manisa’ya şehzade olarak gönderildi. Bu dönemde Mehmet, devlet işlerini uzaktan izledi, kitaplarla, bilimle, hocalarıyla vakit geçirdi. Fakat bu durum onda derin bir hırs ve öfke bıraktı. Çünkü o, aslında padişah olabileceğini, fakat şartların buna izin vermediğini görmüştü.
Tahta 2. Çıkışı ve Hakimiyet Dönemi
II. Mehmet ikinci kez Osmanlı tahtına çıktığında henüz on dokuz yaşındaydı. Babası II. Murad’ın vefatıyla Manisa’dan Edirne’ye gelerek tahta oturan genç hükümdar, artık devletin idaresini eline almıştı. Osmanlı Devleti o sırada hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da önemli sorunlarla karşı karşıyaydı. Anadolu’da Karaman Beyliği sürekli olarak Osmanlı topraklarını tehdit ediyor, Bizans İmparatorluğu ise Osmanlı şehzadelerini kışkırtarak içeride istikrarsızlık yaratmaya çalışıyordu. Balkanlarda Macarlar, Sırplar ve Eflak voyvodaları Osmanlı’ya karşı ittifaklar kuruyor, Haçlı tehdidi daima kapıda bekliyordu. Bu ortamda genç padişahın kararı kesindi: devletin bekası için İstanbul mutlaka alınmalıydı. Zira Bizans, Osmanlı topraklarını ikiye ayıran ve sürekli bir tehdit unsuru oluşturan bir odak haline gelmişti. İstanbul yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir imparatorluk başkenti, stratejik bir ticaret merkezi ve İslam dünyasında prestij sağlayacak bir fetih hedefiydi.
İstanbul’un Fethi (1453)
1451 yılında tahta geçen II. Mehmet, kısa süre içinde fetih için hazırlıklara başladı. Onun kafasında çok net bir düşünce vardı: Osmanlı Devleti’nin varlığı, Bizans İmparatorluğu sona erdirilmedikçe sürekli tehdit altında kalacaktı. Çünkü Bizans yalnızca Osmanlı topraklarının ortasında sıkışmış küçük bir devlet değildi; aynı zamanda Avrupa’daki Hristiyan güçler için sembolik bir merkezdi ve Osmanlı iç işlerine sürekli müdahalede bulunuyordu. Şehzadeleri destekliyor, Osmanlı karşıtı ittifaklara zemin hazırlıyor ve Anadolu’daki beyliklerle bağlantılar kuruyordu. Dolayısıyla İstanbul’un fethi, yalnızca bir şehir kazanmak değil, aynı zamanda Osmanlı’yı kuşatan politik ve dini tehditleri ortadan kaldırmak demekti.
Hazırlıkların en önemli adımlarından biri, İstanbul Boğazı’nın kontrol altına alınmasıydı. Fatih, 1452’de boğazın en dar noktasında Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. Bu kale sayesinde Bizans, Karadeniz’den gelebilecek yardım yollarından tamamen koparıldı. Aynı zamanda bu hareket Avrupa’ya da bir mesaj niteliğindeydi: Osmanlı kararlıdır, fetih ertelenmeyecektir. Bununla birlikte Edirne’de büyük toplar döktürüldü. Macar asıllı Urban’ın yaptığı Şahi topu, surları yıkacak güçteydi ve kuşatmanın kaderini değiştirecek bir silah olarak görüldü. Donanma güçlendirildi, Anadolu ve Balkan cephelerinde geçici barışlar sağlandı. Böylece Osmanlı bütün dikkatini İstanbul’a verebilir hale geldi.
Kuşatma 6 Nisan 1453’te başladı. Yaklaşık seksen bin kişilik Osmanlı ordusu şehri çember altına aldı. Bizans, XI. Konstantinos’un liderliğinde savunmaya hazırlandı; Cenevizli Giustiniani’nin de desteğiyle surlar güçlendirildi, Haliç’in girişine zincir çekildi. Günlerce süren top atışları surları yıprattı, fakat Bizanslılar yıkılan kısımları onarmaya çalıştı. Kuşatmanın en kritik hamlesi Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesiydi. Gemiler kızaklar üzerinde kaydırılarak bir gece ansızın Haliç’e sokuldu ve Bizans surlarının en zayıf yönü ateş altına alındı. Bu manevra, Bizans’ın direncini büyük ölçüde kırdı.
29 Mayıs sabahı büyük saldırı başladı. Osmanlı ordusu üç dalga halinde surlara yüklenirken Fatih bizzat merkez kuvvetlerine komuta ediyordu. Çatışmaların en yoğun anında Giustiniani’nin yaralanıp savaş alanından çekilmesi Bizans savunmasını çökertti. İmparator Konstantinos surlarda sonuna kadar savaştı ve hayatını kaybetti. Öğleye doğru Osmanlı askerleri şehre girdi ve Ayasofya’ya sancak dikildi. Böylece bin yıllık Bizans İmparatorluğu sona erdi, İstanbul Osmanlı’nın yeni başkenti oldu.
Fethin sonuçları büyüktü. Osmanlı artık gerçek anlamda bir imparatorluktu. İpek Yolu ticaretinin kapısı Osmanlı kontrolüne girdi, İstanbul yeniden imar edilerek çok kültürlü bir başkent haline getirildi. Ayasofya camiye çevrildi, fakat Ortodoks Patrikhanesi’nin varlığına da izin verilerek dini çoğulculuk sağlandı. Avrupa içinse bu fetih büyük bir kırılmaydı. Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın başlaması tarihçilerin çoğu tarafından bu olaya bağlanır. Bizans’tan kaçan bilim insanlarının İtalya’ya gitmesi Rönesans’ı hızlandırdı. İstanbul’un fethi, yalnızca Osmanlı’nın değil, dünya tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri oldu.
Trabzon’un Fethi (1461)
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın Karadeniz’i tam anlamıyla kontrol altına alması gerekiyordu. Çünkü Karadeniz’in doğusunda Bizans’ın ardılı sayılabilecek bir devlet hâlâ varlığını sürdürüyor, Avrupalı güçlerle ittifak arayışına giriyor ve Osmanlı karşıtı faaliyetlere destek veriyordu. Bu devlet, Komnenos Hanedanı tarafından yönetilen Trabzon Rum İmparatorluğu idi. 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgal etmesinden sonra kurulmuş olan bu küçük imparatorluk, yaklaşık iki buçuk asır boyunca varlığını sürdürmüş, Bizans’ın çöküşünden sonra da Osmanlı karşıtı bir odak olmaya devam etmişti. Özellikle Karadeniz ticaret yollarını kontrol altında tutarak hem Osmanlı’nın kuzeye doğru genişlemesini engelliyor hem de düşman güçlere üs sağlıyordu.
Fatih Sultan Mehmet, bu tehdidi ortadan kaldırmak için 1461 yılında büyük bir sefer düzenledi. Öncelikle Anadolu’da Erzincan ve Bayburt üzerinden ilerleyerek Doğu Anadolu’daki Türkmen beylerini Osmanlı hâkimiyetine aldı. Ardından Karadeniz kıyılarına yöneldi. Trabzon, güçlü surları ve stratejik konumuyla önemli bir merkezdi, ancak Osmanlı ordusunun kararlılığı karşısında fazla direnemedi. İmparator David Komnenos teslim olmak zorunda kaldı ve böylece Trabzon Rum İmparatorluğu tarihe karıştı.
Bu fetih, yalnızca küçük bir devletin ortadan kaldırılması anlamına gelmiyordu. Trabzon’un alınışıyla Osmanlı Karadeniz’in doğusunu da kontrol altına aldı. Karadeniz’deki Ceneviz kolonileri birer birer Osmanlı hâkimiyetine geçti, Sinop ve Amasra Osmanlı’ya bağlandı, ardından Kırım Hanlığı Osmanlı’nın himayesine girdi. Böylece Karadeniz adeta bir “Türk gölü” haline geldi. Bu durum, Osmanlı’nın ekonomik ve ticari hayatını güçlendirdiği gibi, kuzeydeki stratejik güvenliği de sağladı. Trabzon’un fethi ayrıca Osmanlı’nın doğu siyaseti bakımından da önemlidir. Çünkü bu sayede Osmanlı, Akkoyunlular ve diğer doğu devletleri karşısında elini güçlendirmiş, Anadolu’nun doğusunda sağlam bir hâkimiyet kurmuştur.
Karamanoğlu Meselesi
Anadolu’nun Osmanlı için en büyük iç sorunu, hiç kuşkusuz Karamanoğulları idi. Konya ve Karaman merkezli bu beylik, Selçukluların mirasçısı olma iddiasıyla kendisini Anadolu’nun en meşru gücü olarak görüyordu. Osmanlı’nın yükselişinden rahatsız olan Karamanoğulları, sık sık Osmanlı’ya karşı Bizans’la, Akkoyunlularla veya Memlüklerle ittifak kurarak tehdit oluşturdular. Özellikle Bizans’ın Osmanlı’ya karşı şehzade kışkırtmalarında Karamanoğulları daima işin içinde olmuş, Osmanlı için sürekli bir baş ağrısı haline gelmişlerdi.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’da da otoritesini kesinleştirmek istiyordu. Bu nedenle Karamanoğulları üzerine birkaç sefer düzenledi. İlk seferlerde Konya ve Karaman şehirleri Osmanlı tarafından ele geçirildi, fakat Karamanoğlu beyleri dağlara çekilerek direnişi sürdürdü. Zaman zaman Osmanlı’nın başka cephelerle meşgul olmasını fırsat bilerek yeniden ayaklandılar. Bu inatçı direniş, Fatih’in sert önlemler almasına yol açtı. Karamanoğulları topraklarının önemli bir kısmı tımar sistemiyle Osmanlı sipahilerine dağıtıldı, böylece merkezi otorite güçlendirildi.
Karamanoğulları meselesi, Osmanlı’nın Anadolu’da tam anlamıyla hâkimiyet kurmasını engelleyen son büyük unsurlardan biriydi. Fatih’in seferleriyle bu beylik büyük ölçüde etkisiz hale getirildi, fakat tamamen ortadan kaldırılması daha sonraki padişahların dönemine kaldı. Yine de Fatih’in sert politikaları sayesinde Anadolu’da Osmanlı hâkimiyetinin kalıcılığı sağlanmış oldu. Bu mesele Osmanlı tarihinin en uzun soluklu iç sorunlarından biri olarak dikkat çeker ve Fatih’in merkeziyetçi anlayışının en net görüldüğü alanlardan biridir.
İstanbul'un Fethi Sonrası Dış Politika
İstanbul’un fethi ve ardından gelen Karadeniz hâkimiyeti, Osmanlı’yı büyük bir bölgesel güç haline getirmişti. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in gözünde bu yeterli değildi. Onun vizyonu yalnızca Anadolu ve Balkanlarla sınırlı değildi; Roma İmparatorluğu’nun mirasına talipti. Bu nedenle gözünü Batı Avrupa’ya çevirdi. İstanbul’un fethinden sonra Papalık, Osmanlı’nın durdurulması için Avrupa’yı sürekli harekete geçirmeye çalıştı. Ancak Hristiyan dünyası bir türlü birleşik bir cephe oluşturamadı. Fatih bu durumu fırsat bilerek bir yandan Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine yöneldi, bir yandan da Akdeniz’de denizci devletlerle mücadeleye girişti. Özellikle Venedik, bu dönemde Osmanlı’nın en büyük rakibi haline geldi.
Venedik Cumhuriyeti, Akdeniz’in en güçlü denizci devleti ve ticaretin hâkimiydi. Osmanlı’nın Karadeniz ticaret yollarını kontrol altına alması ve Ege’de güçlenmesi, doğrudan Venedik’in çıkarlarına dokundu. Bu nedenle iki devlet arasında kaçınılmaz bir rekabet başladı. Osmanlı donanması ile Venedik filosu defalarca karşı karşıya geldi. 1463 yılında başlayan Osmanlı-Venedik Savaşı tam on altı yıl sürdü. Mora Yarımadası bu savaşların en önemli cephesi oldu. Osmanlı ordusu Mora’ya girerek birçok kaleyi ele geçirdi, Venedik’in desteklediği Rum prensliklerini tasfiye etti. Bu savaş aynı zamanda Osmanlı’nın deniz gücünü geliştirmesi için bir dönüm noktasıydı. Yeni tersaneler kuruldu, gemi inşasına hız verildi ve Osmanlı donanması Akdeniz’de daha etkin bir hale getirildi.
Fatih’in Batı’daki en dikkat çekici hamlelerinden biri, 1480 yılında İtalya kıyılarına yaptığı çıkarmadır. O yıllarda Papalık, Osmanlı’ya karşı Avrupa’da sürekli ittifak arayışındaydı. Fatih ise doğrudan Papalığın kalbine bir darbe indirmeye karar verdi. Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Adriyatik’i aşarak İtalya’nın güneyindeki Otranto şehrini ele geçirdi. Bu sefer Avrupa’da büyük bir şok etkisi yarattı. Çünkü Osmanlı artık yalnızca Balkanların değil, İtalya topraklarının da kapısına dayanmıştı. Eğer Fatih’in ömrü uzun olsaydı, Roma’ya kadar ilerlemeyi bile planladığı söylenir. Otranto’nun alınması, Osmanlı’nın Akdeniz’deki gücünün zirveye çıktığının bir göstergesiydi. Ancak Fatih’in ani ölümü üzerine sefer yarım kaldı ve Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı.
Fatih’in Batı politikası yalnızca İtalya ve Venedik’le sınırlı değildi. O, aynı zamanda Orta Avrupa’ya doğru da seferler düzenledi. Bosna-Hersek Osmanlı topraklarına katıldı, Sırbistan tamamen Osmanlı idaresine girdi, Arnavutluk Osmanlı hâkimiyetine boyun eğdi. Arnavutluk’ta Skenderbeg önderliğinde uzun süren direniş Osmanlı’yı epey uğraştırmış olsa da Fatih sonunda bölgeyi Osmanlı topraklarına kattı. Böylece Osmanlı sınırları Adriyatik Denizi’ne kadar genişledi.
Bütün bu süreçte Fatih’in en büyük stratejik hedeflerinden biri, Akdeniz’de tam anlamıyla hâkimiyet kurmaktı. Venedik’le yapılan uzun savaşlar sonucunda imzalanan anlaşmalar, Osmanlı’nın Ege ve Adriyatik’te güçlü bir konuma gelmesini sağladı. Venedik ticaret gemileri artık Osmanlı limanlarından geçerken vergi ödemek zorunda kalıyor, Karadeniz’e girişleri sınırlandırılıyordu. Bu durum, Osmanlı’nın yalnızca askeri bir güç değil, aynı zamanda büyük bir ekonomik aktör haline geldiğini gösterir.
Papalık ile ilişkiler ise tamamen düşmanca idi. Papa, Osmanlı’ya karşı bir haçlı seferi düzenlemek için defalarca Avrupa krallarına çağrı yaptı. Fakat Fransa, İngiltere, Almanya gibi büyük devletler kendi iç meseleleriyle meşguldü ve Osmanlı’ya karşı birleşik bir cephe oluşturulamadı. Bu da Fatih’in işini kolaylaştırdı. Ancak Avrupa’da Osmanlı korkusu büyüdü. 15. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı adı, Avrupa saraylarında bir kâbus gibi dolaşır olmuştu.
Fatih’in Batı politikası, onun ne kadar geniş ufuklu bir hükümdar olduğunu açıkça ortaya koyar. O, yalnızca Anadolu’yu birleştirmeyi veya Balkanları ele geçirmeyi yeterli görmemiş, Akdeniz ve Avrupa siyasetinde belirleyici bir rol oynamayı hedeflemiştir. Venedik’le giriştiği uzun savaşlar, Otranto Seferi ve Balkan fetihleri, Osmanlı’yı Akdeniz’de ve Avrupa’da korkulan bir güç haline getirdi. Onun ölümü, belki de Roma’nın Osmanlı topraklarına katılmasını engelleyen tek şeydi.
Fetih Sonrası Islahatlar ve İç Politika
Fatih Sultan Mehmet yalnızca fetihleriyle değil, aynı zamanda yaptığı ıslahatlarla da Osmanlı Devleti’ni köklü bir dönüşümden geçirdi. İstanbul’un fethi ile imparatorluk kimliği kazanmış olan Osmanlı, artık dağınık bir beylikler topluluğu değil, büyük bir dünya devleti olmalıydı. Bunun için güçlü bir merkezi otorite, düzenli bir maliye sistemi, disiplinli bir ordu ve istikrarlı bir hukuk düzeni şarttı. Fatih bu alanların her birinde derin izler bırakan düzenlemeler yaptı.
Onun en çok bilinen çalışması Kanunname-i Âl-i Osman adı verilen düzenlemedir. Osmanlı’da yazılı hukuk geleneği zaten vardı, ancak Fatih bu düzenlemeleri sistematik hale getirdi. Bu kanunnamede özellikle devlet yönetimi, vergi düzeni, toprak sistemi ve ceza hükümleri yer alıyordu. Ayrıca şehzadeler arasında taht kavgalarının devlet için ne denli yıkıcı olduğunu bilen Fatih, ünlü “kardeş katli” hükmünü bu kanunnameye koydu. Buna göre padişah olan kişi, devletin bekası için kardeşlerini öldürme yetkisine sahipti. Modern bakış açısından bu kural acımasız görünebilir, ancak o dönemde Osmanlı gibi geniş bir imparatorluğun parçalanmasını önlemek için devlet aklının gereği olarak kabul edildi. Bu hüküm, sonraki yüzyıllarda Osmanlı tahtında kanlı mücadeleleri sınırlayan en önemli düzenleme oldu.
Maliye alanında da Fatih köklü reformlar yaptı. İmparatorluğun gelirleri daha düzenli bir şekilde kayda geçirildi. Vergi sisteminde farklı topluluklara farklı yükümlülükler getirildi, gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi yeniden düzenlendi. Tımar sistemi, yani devlet topraklarının sipahilere hizmet karşılığında tahsis edilmesi, daha sıkı bir denetim altına alındı. Bu sayede hem sipahilerin devlete bağlılığı artırıldı hem de taşrada güçlü bir merkezi denetim sağlandı. Ayrıca İstanbul’un fethiyle birlikte gelen ticaret yolları imparatorluğa büyük bir gelir kaynağı kazandırdı. Fatih bu gelirleri sadece orduya değil, aynı zamanda imar faaliyetlerine ve ilim sanat alanına da yönlendirdi.
Orduda yapılan düzenlemeler de dikkat çekicidir. Yeniçeri Ocağı sıkı bir disiplin altına alındı. Disipline uymayanlar ağır cezalara çarptırıldı, rüşvet ve kayırma gibi unsurların önüne geçilmeye çalışıldı. Osmanlı ordusu artık sadece fetih için değil, aynı zamanda büyük bir imparatorluğun güvenliği için de gerekliydi. Bu nedenle donanma da güçlendirildi. İstanbul’un fethinden sonra kurulan Tersane-i Âmire, Osmanlı denizciliğinin kalbi oldu. Burada inşa edilen gemiler sayesinde Osmanlı Akdeniz’de Venedik gibi denizci devletlere kafa tutabilecek duruma geldi.
Fatih’in reformları yalnızca hukuk ve maliye ile sınırlı değildi; o aynı zamanda bir ilim ve sanat hamisi idi. İstanbul’un fethinden sonra şehrin imarına büyük önem verdi. Ayasofya’yı camiye çevirirken yanına medreseler kurdu. Sahn-ı Seman medreseleri onun en büyük eğitim yatırımlarından biridir. Bu medreseler, dönemin en gelişmiş eğitim kurumları olarak uzun süre Osmanlı ilim hayatına yön verdi. Burada matematik, astronomi, felsefe, mantık, hukuk gibi dersler okutuluyor; yalnızca dinî değil, aklî ilimlerde de öğrenciler yetiştiriliyordu. Fatih, İslam dünyasının önde gelen âlimlerini İstanbul’a davet etti, onlara maaş bağladı. Aynı zamanda Batı’dan da bilginleri sarayına çağırdı. Latince ve Yunanca bilen Fatih, Batılı bilginlerle doğrudan tartışmalara girecek kadar kendini geliştirmişti.
Sanata olan ilgisi de büyüktü. Sarayında yalnızca Türk ve İslam sanatçılarını değil, İtalyan ressamları da ağırladı. Venedikli ünlü ressam Gentile Bellini, Fatih’in portresini yapan sanatçıdır. Bu portre, Rönesans üslubuyla yapılmış olup Batı’da bir Müslüman hükümdarın resmedildiği nadir eserlerden biridir. Fatih, kendi tasarımlarını yaptığı cami ve saray projeleriyle de bilinir. Mimaride İstanbul’un çehresini değiştirdi, büyük külliyeler, hanlar, çarşılar yaptırdı. Bu eserler, Osmanlı’nın yalnızca bir askerî güç değil, aynı zamanda bir medeniyet inşa edici olduğunu gösterir.
Bütün bu düzenlemeler onun kişiliğinin en önemli özelliğini yansıtır: merkeziyetçilik. Fatih için devletin bekası her şeyden önce geliyordu. Bu nedenle kimi zaman sert ve acımasız kararlar almaktan çekinmedi, fakat yaptığı reformlar Osmanlı’yı üç kıtaya yayılacak bir imparatorluk haline getirecek temelleri attı. Hukukta yazılı kanunları yerleştirdi, maliyede düzeni sağladı, orduda disiplini artırdı, kültürde ise İstanbul’u İslam ve dünya medeniyetinin kalbi yaptı.
İlk Sırbistan Seferi (3 Temmuz 1454)
İstanbul’un fethinden bir yıl sonra Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı hâkimiyetini Balkanlar’da sağlamlaştırmak amacıyla büyük bir sefer düzenledi. Hedef, Osmanlı için her zaman problem olan Sırbistan’dı. Osmanlı ordusu 3 Temmuz 1454’te harekete geçti. Belgrad gibi önemli bir merkez üzerine yürüyüş planlanmıştı. Osmanlı ordusu Morava Vadisi boyunca ilerledi, birçok kale ve kasaba Osmanlı topraklarına katıldı. Bu seferin en önemli özelliği, İstanbul’un fethinin ardından Osmanlı’nın yalnızca savunmaya çekilmeyeceğini, aksine sürekli genişleme hedefinde olduğunu göstermesiydi. Ancak Belgrad üzerine yürüyüş, Sırpların ve müttefiklerinin direnişiyle karşılaştı ve sonuçsuz kaldı. Yine de bu sefer Osmanlı’nın Balkanlar’da kalıcı hâkimiyet kurmasının başlangıcı olarak kabul edilir.
Belgrad Kuşatması (4–22 Temmuz 1456)
1456’da Fatih, Sırbistan’ın kalbi olan Belgrad üzerine büyük bir kuşatma başlattı. Osmanlı ordusu 4 Temmuz’da şehri sardı, toplarla surları dövdü ve Tuna Nehri üzerinde abluka kurdu. Ancak Macar komutan János Hunyadi’nin önderliğinde şehre gelen yardımlar Osmanlı kuşatmasını kırdı. Ayrıca Papa III. Callixtus’un çağrısıyla Avrupa’dan birçok gönüllü asker Belgrad’a gelmişti. Osmanlı ordusu büyük kayıplar verdi, Fatih de çarpışmalarda yaralandı. 22 Temmuz’da kuşatma kaldırılmak zorunda kalındı. Bu yenilgi, Fatih’in fetihler serisi içinde ender bir başarısızlık olarak tarihe geçti. Ancak Osmanlı, bu yenilgiden sonra da Balkanlardan geri çekilmedi; aksine ilerleyen yıllarda seferlerini artırarak bölgedeki hâkimiyetini pekiştirdi.
Mora Despotluğunun Ortadan Kaldırılması (29 Mayıs 1458 – 12 Temmuz 1460)
Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Mora Yarımadası’nda Paleolog hanedanına bağlı bir despotluk yaşamaya devam ediyordu. Osmanlı için bu, Bizans’ın küçük ama tehlikeli bir kalıntısıydı. 29 Mayıs 1458’de Fatih Mora seferine çıktı. Yarımadadaki kaleler birer birer alındı. Ancak direniş iki yıl boyunca devam etti. Nihayet 12 Temmuz 1460’ta Mora Despotluğu tamamen tasfiye edildi. Böylece Bizans’ın Balkanlar’daki son siyasi varlığı da tarihe karıştı. Mora’nın alınması Osmanlı için yalnızca toprak genişlemesi değildi; aynı zamanda Ege’deki Venedik hâkimiyetini zorlayan bir adımdı. Bu seferle Osmanlı, Akdeniz’e daha kararlı bir şekilde açılmaya başladı.
Karamanoğlu Seferi (1461 Yazı)
Osmanlı’nın Anadolu’daki en büyük rakibi, Selçuklu mirasına sahip çıktığını iddia eden Karamanoğulları idi. Konya ve Karaman merkezli bu beylik, sık sık Osmanlı’ya başkaldırıyor ve Bizans ile Akkoyunlularla ittifak yapıyordu. Fatih, Anadolu’da tam hâkimiyet sağlamak için 1461 yazında sefer düzenledi. Osmanlı ordusu önce Konya’yı, ardından Karaman bölgesini ele geçirdi. Karamanoğlu İbrahim Bey itaat etmek zorunda kaldı. Bu sefer Osmanlı’nın Anadolu’daki merkezî otoritesini güçlendirdi. Karamanoğulları bir süre daha varlık gösterse de artık Osmanlı’ya kafa tutacak güçten yoksun hale geldiler.
Pontus’un (Trabzon Rum İmparatorluğu’nun) Fethi (15 Ağustos 1461)
Karamanoğlu seferinden sonra Fatih gözünü Karadeniz’in doğusuna çevirdi. Trabzon’da Komnenos hanedanı tarafından yönetilen Trabzon Rum İmparatorluğu, Bizans’ın ardılı gibi davranıyor ve Osmanlı karşıtı faaliyetlerde bulunuyordu. Bu küçük devlet Avrupalı güçlerle ittifak arayışındaydı ve Karadeniz ticaretini Osmanlı aleyhine etkiliyordu. Fatih ordusuyla Doğu Anadolu üzerinden ilerleyerek Trabzon’u kuşattı. 15 Ağustos 1461’de şehir teslim oldu. Böylece yaklaşık 250 yıldır yaşayan Trabzon Rum İmparatorluğu sona erdi. Bu fetih ile Osmanlı Karadeniz’in doğusunu da hâkimiyetine kattı, Karadeniz’in “Türk gölü” haline gelmesi yolunda en önemli adımı attı.
Eflak Seferi (17 Haziran – 8 Temmuz 1462)
1462 yılında Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı’ya bağlı olmasına rağmen sık sık isyan eden Eflak voyvodası III. Vlad Tepeş üzerine yürüdü. Tarihe “Kazıklı Voyvoda” adıyla geçen Vlad, Osmanlı’ya vergi ödemeyi reddetmiş, Osmanlı elçilerini öldürmüş ve Tuna boylarında Osmanlı sınır köylerine saldırılar düzenlemişti. Fatih büyük bir orduyla sefere çıktı. 17 Haziran 1462’de Osmanlı ordusu Tuna’yı geçti. Vlad gerilla taktikleriyle direndi, gece baskınları yaptı ve Osmanlı ordusunu yıldırmaya çalıştı. Ancak Osmanlı’nın gücü karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Fatih 8 Temmuz’da Eflak’ın başkenti Târgoviște’ye girdi. Vlad kaçarak Macaristan’a sığındı, yerine Osmanlı yanlısı Radu tahta geçirildi. Bu sefer, Osmanlı’nın Balkanlar’da sert ama etkili politikasını gösterdi. Fatih, doğrudan bir eyalet düzeni kurmadı; ama Eflak’ı sıkı bir Osmanlı vesayeti altına aldı.
Bosna-Hersek’in Fethi (29 Mayıs – 20 Haziran 1463)
1463’te Osmanlı ordusu Bosna üzerine sefere çıktı. Katolik Avrupa’nın önemli kale devletlerinden biri olan Bosna Krallığı, Papalık ve Macaristan’ın etkisi altındaydı. Osmanlı için tehlike teşkil eden bu krallığın tasfiye edilmesi gerekiyordu. 29 Mayıs’ta başlayan seferde Osmanlı ordusu hızla Bosna topraklarına girdi, önemli kaleler ele geçirildi. Bosna Kralı Stjepan Tomašević yakalanarak idam edildi. 20 Haziran’a gelindiğinde Bosna Krallığı tamamen ortadan kaldırıldı. Bu fetih, yalnızca Osmanlı topraklarını genişletmekle kalmadı; aynı zamanda Balkanlar’da İslamiyet’in yayılmasına da zemin hazırladı. Çünkü Osmanlı idaresi altında Bosna’da çok sayıda halk İslam’a geçti. Bu fetihle birlikte Osmanlı, Adriyatik kıyılarına dayandı ve Orta Avrupa’ya karşı stratejik bir mevzi kazandı.
Arnavutluk Seferleri (1466 ve 1468)
Arnavutluk, coğrafi yapısı ve dağlık arazisi nedeniyle Osmanlı için her zaman zor bir bölge oldu. Burada Skenderbeg önderliğinde uzun süreli bir direniş vardı. Skenderbeg, Avrupa’dan da destek alıyor ve Osmanlı’ya karşı mücadeleyi sürdürüyordu. 1466’da Fatih büyük bir sefer düzenledi. Kruja Kalesi kuşatıldı, fakat alınamadı. Osmanlı bölgede kaleler inşa ederek hâkimiyet kurmaya çalıştı. 1468’de ikinci bir sefer düzenlendi. Ancak Skenderbeg’in gerilla taktikleri Osmanlı ordusunu yıprattı. Skenderbeg’in 1468’de ölümüyle Arnavut direnişi büyük ölçüde sona erdi. Osmanlı bölgeyi kontrol altına aldı, fakat Arnavutluk’un tam anlamıyla Osmanlı’ya bağlanması uzun yıllar sürecekti.
Eğriboz’un (Euboia) Fethi (12 Temmuz 1470)
Osmanlı-Venedik savaşlarının en kritik safhalarından biri Eğriboz Adası’nın fethiydi. Ege Denizi’nin en büyük adalarından biri olan Eğriboz, Venedikliler için hayati öneme sahipti. Fatih, uzun hazırlıkların ardından 1470’te donanmayı harekete geçirdi. 12 Temmuz’da başlayan kuşatma sırasında Osmanlı donanması adayı denizden ablukaya aldı, kara ordusu ise kaleleri sardı. Venedikliler dirençliydi, ancak Osmanlı’nın top gücü ve deniz üstünlüğü karşısında dayanamadılar. Eğriboz’un alınmasıyla Ege’de Osmanlı üstünlüğü kesinleşti. Bu zafer, Venedik’in Doğu Akdeniz’deki etkisini kırdı. Ayrıca Osmanlı donanmasının gücünü tüm Avrupa’ya gösterdi.
Otlukbeli Savaşı (11 Ağustos 1473)
Fatih Sultan Mehmet’in doğu siyasetindeki en büyük meydan okuma, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’dan geldi. Uzun Hasan, Osmanlı’ya karşı Venedik ve diğer Batılı devletlerle ittifak kurmuş, Anadolu’daki Türkmen beylerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştı. Fatih bu tehdidi ortadan kaldırmak için büyük bir sefere çıktı. 11 Ağustos 1473’te Erzincan yakınlarındaki Otlukbeli Ovası’nda iki büyük ordu karşılaştı. Osmanlı ordusu disiplinli topçu ateşi ve yeniçeri düzeniyle Akkoyunluları bozguna uğrattı. Uzun Hasan savaş meydanını terk etmek zorunda kaldı. Bu zafer, Osmanlı’nın doğuda en büyük rakibini devre dışı bıraktı. Akkoyunlular bir daha eski güçlerine kavuşamadı, Osmanlı’nın Anadolu’daki hâkimiyeti pekişti. Otlukbeli, Fatih’in stratejik zekâsını ve Osmanlı ordusunun modernleşme yolunda Avrupa’dan ne kadar ileride olduğunu gösteren en önemli savaşlardan biridir.
Rodos Kuşatması (23 Mayıs – 17 Ağustos 1480)
1480 yılında Osmanlı ordusu Akdeniz’in önemli adalarından Rodos’u kuşatmaya girişti. Rodos, Haçlı seferlerinin mirasçısı sayılan Hospitalier Şövalyeleri’nin elindeydi. Bu ada, Osmanlı’nın Akdeniz seferleri için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 23 Mayıs’ta başlayan kuşatma uzun sürdü. Osmanlı ordusu surları dövdü, donanma adayı ablukaya aldı. Ancak şövalyelerin direnci ve Avrupa’dan gelen yardımlar nedeniyle ada düşmedi. 17 Ağustos’ta kuşatma kaldırıldı. Bu başarısızlık Osmanlı için moral kaybıydı, fakat aynı yıl yapılacak Otranto seferine hazırlık niteliğindeydi.
Otranto Seferi (28 Temmuz 1480)
Fatih Sultan Mehmet’in Batı’ya yönelik en büyük hamlesi İtalya kıyılarına çıkarma yapması oldu. 28 Temmuz 1480’de Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Adriyatik’i aşarak İtalya’nın güneyinde bulunan Otranto’ya çıkarma yaptı. Osmanlı ordusu şehri kısa sürede ele geçirdi. Bu sefer Avrupa’da büyük bir şok yarattı. Çünkü Osmanlı artık Balkanların ötesine geçmiş, Batı Avrupa topraklarına ayak basmıştı. Papalık alarm verdi, Avrupa saraylarında büyük korku yaşandı. Fatih’in planı buradan Roma’ya kadar ilerlemekti. Ancak 1481’de Fatih’in ani ölümü bu seferi yarım bıraktı. Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Buna rağmen Otranto çıkarması, Osmanlı’nın küresel güç vizyonunun en somut göstergelerinden biri oldu.
Fatih’in Son Seferi ve Ölümü (25 Nisan – 3 Mayıs 1481)
1480 yılında İtalya’ya yapılan Otranto Seferi, Osmanlı’nın Avrupa’ya karşı en cesur ve çarpıcı hamlelerinden biri olmuştu. Osmanlı donanması Gedik Ahmet Paşa komutasında Adriyatik Denizi’ni aşmış, 28 Temmuz’da Otranto şehrini ele geçirmişti. Buradan hedefin Roma olduğu konuşuluyordu. Gerçekten de Papa ve bütün Avrupa sarayları, Osmanlı ordusunun Vatikan’a dayanacağı korkusuyla büyük bir panik yaşamıştı. Ancak 1481 baharına gelindiğinde Osmanlı ordusu Otranto’yu kaybetmiş, sefer yarım kalmıştı. Bunun nedeni, Fatih Sultan Mehmet’in ansızın ölmesiydi.
Fatih’in 1481 baharında yeni bir sefere hazırlandığı biliniyor. Fakat bu seferin nereye yapılacağı tarihçiler arasında tartışmalıdır. Bir görüşe göre hedef, Mısır’daki Memlük Sultanlığı idi. Çünkü Osmanlı ile Memlükler arasındaki ilişkiler, özellikle Anadolu beylikleri üzerinde nüfuz mücadelesi yüzünden gerginleşmişti. Karamanoğulları, Osmanlı’nın defalarca yıprattığı halde tam anlamıyla ortadan kaldıramadığı bir beylikti. Bu beylik, Memlüklerin desteğini alarak varlığını sürdürmeye çalışıyordu. Dolayısıyla Fatih’in planı, Memlükleri tasfiye ederek Anadolu’da tam hâkimiyet kurmak olabilir. Diğer görüş ise seferin hedefinin yine İtalya olduğunu savunur. Otranto çıkarması yarım kalmıştı ve Fatih Roma hayalini gerçekleştirmekte kararlıydı. Her iki ihtimal de makul görünüyor; ancak kesin olan şudur: Fatih, Osmanlı’yı bir “cihan imparatorluğu” seviyesine taşıyacak yeni bir hamleye girişmişti.
25 Nisan 1481’de İstanbul’dan büyük bir orduyla yola çıkıldı. Osmanlı ordusu Gebze yakınlarındaki Hünkârçayırı’na ulaştığında, padişahın sağlık durumunda ciddi bir bozulma görüldü. Fatih Sultan Mehmet, sefer hazırlıkları sırasında aniden hastalandı. Günler ilerledikçe durumu kötüleşti. 3 Mayıs 1481 günü, henüz 49 yaşındayken Hünkârçayırı’nda hayata gözlerini yumdu. Ölümü yalnızca Osmanlı için değil, bütün Avrupa için de büyük yankı uyandırdı. Çünkü Osmanlı ordusu Roma’ya yönelecek mi, Memlükler üzerine mi gidecek sorusu cevapsız kaldı.
Fatih’in ölümü üzerine çeşitli rivayetler ortaya çıktı. Bazı kaynaklarda padişahın zehirlendiği iddia edilir. Özellikle Venediklilerin, Osmanlı sarayında bazı hekimler aracılığıyla Fatih’i ortadan kaldırmış olabileceği ileri sürülür. Bazı tarihçiler ise onun doğal sebeplerle, gut veya mide hastalıklarından öldüğünü düşünür. Kesin bir delil olmamakla birlikte, ölümünün bu kadar ani ve sefer hazırlığı sırasında gerçekleşmiş olması şüpheleri artırmıştır.
Fatih’in ölümü Osmanlı’da kısa süreli bir karışıklığa yol açtı. Çünkü yerine kimin geçeceği net değildi. Şehzadelerden Bayezid Amasya’da, Cem ise Konya’da sancak beyiydi. İstanbul’da bulunan devlet adamları arasında büyük bir rekabet başladı. Yeniçeriler Bayezid’in tahta çıkmasını destekliyordu, fakat Cem de taht üzerinde hak iddia ediyordu. Bu durum Osmanlı’da Cem Sultan Meselesi olarak bilinen uzun bir taht kavgasının başlangıcı oldu. Fatih’in sert merkeziyetçi politikaları, imparatorluğu güçlü bir hale getirmişti; ancak onun ani ölümü, halefleri arasında büyük bir çekişmeye zemin hazırladı.
Avrupa’da ise Fatih’in ölümü adeta sevinçle karşılandı. Papa, Osmanlı tehlikesinin bir süreliğine geri çekildiğini düşündü. İtalya’daki devletler ve Venedik, Osmanlı’nın ani güç kaybından faydalanmaya çalıştılar. Özellikle Otranto’da Osmanlı garnizonunun teslim olması bu dönemde gerçekleşti. Avrupa saraylarında “Türk tehdidinin azaldığı” düşüncesi yayıldı, fakat çok geçmeden II. Bayezid döneminde Osmanlı yeniden toparlandı.
Fatih Sultan Mehmet’in cenazesi İstanbul’a getirildi ve kendi yaptırdığı Fatih Camii’nin yanındaki türbeye defnedildi. Böylece Osmanlı tarihinin en kudretli hükümdarlarından biri, cihan imparatoru olma hayalini gerçekleştiremeden dünyadan ayrıldı. Ancak geride bıraktığı miras, fetihlerle genişlemiş bir imparatorluk, güçlü bir başkent ve sağlam bir devlet teşkilatıydı. Ölümü onun büyük projelerini yarım bırakmış olsa da Osmanlı tarihindeki en kalıcı izleri bırakan padişah olarak anıldı.