Hunlar Türklerin ataları olarak kabul edilir. Böyle olmakla birlikte; Hunlar aslında Türk kitlelerinin bir bölümünü meydana getiriyordu. Türklerin kadim coğrafyalarını tetkik edecek olursak Hazar Denizinden Aral gölüne kadar olan coğrafyayı Türkistan olarak tanımlayabiliriz. Kuzeyde sık ormanlıklarla güneydeki Çöl kuşağının arasında kalan bu bölge aslında topyekün bir Saka coğrafyasıdır. Hazarın Kuzeyinden batıya doğru göçlerle Kuzey Karadeniz’de Kuman/Kıpçak varlığıyla karşılaşırız. Ancak Hazar Denizi bu coğrafyanın bir sınırı gibidir. Benzeri bir sınır da doğudadır ki; Altay Dağları İç Asya ile Hun coğrafyasını birbirinden önemli ölçüde ayırır. Tarih öncesi çağlarda yayılım gösteren Sakalar Altay Dağlarının ardındaki bu bereketli coğrafyada varlıklarını devam ettirebilme ve güçlenebilme imkanı bulmuşlardır. Böylelikle yaşadıkları diğer coğrafyalarda olduğundan çok daha güçlü ve kalıcı bir devlet kurarak Türk Tarihinin beşik taşı durumuna gelmişlerdir.
Hun Toplumu, bir galat-ı meşhur olarak müstakil bir Bozkır/Çoban toplumu olarak anılır. Genel olarak Türkistan’da bulunan hatta Hazar’ı aşıp Karadeniz’e ulaşan Türkler için bu tanım genel hatlarıyla kabul edilebilir. Ancak Hun Toplumu söz konusu olduğunda pek yeterli bir tanım olduğunu söyleyemeyiz. Zira Bozkır hayatı küçük kitlelerin ayrı ayrı yaşayabilecekleri, temel ihtiyaçlarını karşılayıp varlıklarını devam ettirebilecekleri bir yaşam modeli olmakla birlikte Büyük Orduların kurulup tahkim edilmesine, geniş coğrafyalara hükmedecek bir devletin inşa edilmesine imkan tanımayacaktır. Örneğin 100 Bin kişilik bir ordunun olağan bir mücadelede ihtiyaç duyacağı yay/ok ihtiyacı milyonlarla ifade edilir. Ancak orta-yüksek rakımlarda bulunan bozkırlarda bu tür kompozit odun mamülünün temini imkansızdır. Aynı şekilde çok sayıda asker ya da insanın bir arada bulunması gereken bir başkentte tüketim ihtiyacı bozkır modelli hayvancılıkla karşılanamayacaktır. Büyük orduların tahkim ve ikmal gereksinimleri için ham madde, beslenme ve barınma gibi pek çok ihtiyacı söz konusudur.
Hun coğrafyası tüm bu ihtiyaçları fazlasıyla karşılayabilecek bir coğrafyadır. Kuzeyindeki Sibirya ormanları hayvancılık için elverişli değildir. Burada bulunan kitleler bir Orman toplumu meydana getirmiştir. Güneyde ise yerleşik köy hayatına geçmiş, sonraları Uygurlar olarak karşımıza çıkacak olan mukim kitleler köy/kent hayatına adapte olmuşlardır. Hun coğrafyasının orta hattı ise bereketli su kaynakları ve ovalarla bozkır hayatına uyumludur. Elbette Hunlar önemli ölçüde Bozkır/Çoban kültürüne sahip bir toplumdur, ancak güneyde yerleşik Dokuz Oğuzlar (Uygurlar), kuzeyde avcılık ve orman kültürüne tabi olan Sibirya Türkleri Hun toplumunun önemli unsurlarıdırlar. Özetleyecek olursak; Hun toplumu mümkün olduğunda Uygurlar gibi yerleşik hayata geçmişler, gerektiğinde geyik sürüleri besleyip odun işçiliğinde ustalaşmış ve orman kültürüne adapte olmuşlar, gece/gündüz arası sıcaklık farkının çok yüksek olduğu ve dört mevsim yaşama imkanı bulunmayan bozkır coğrafyalarda ise konar/göçer çoban kültürünü geliştirmişlerdir.
Diğer taraftan Hunlar merkezi bir toplum değil müstakil boylar altında idare edilen ve boyların birliğinden meydana gelen güçle ayakta duran, büyüyen ve varlığını devlet otoritesi altında devam ettiren bir sosyo-politik atmosfere sahipti. Kendi içinde bağımsız olan ve toplum içerisindeki akrabalık bağları ile aidiyet bağı güçlü kitleler, aynı kültürü paylaşan diğer boylarla barış içerisinde yaşamak için bir tür konfederasyona tabi oluyorlar, buna da İL(Barış) diyorlardı. Kut sahibi beyin uygulayacağı töreye güvenen bu beyler İL Birliğine dahil oluyorlar, ancak yaşadıkları coğrafyada doğrudan kendileri hükmediyorlardı. Bu siyasi teamül Türk boylarını bir araya getirirken Türk olmayan kimi boyları da Türkleştirmiştir.
Hunların Genetik Kökeni
Genel hatlarıyla tanımladığımız Hun coğrafyasının müstakil bir Türk/Hun coğrafyası olduğunu söyleyemeyiz. Mete Han’ın Hun Devletini ihya etmesinden önce Hunların beyi olan Teoman, oğlu Mete’yi düşman bir kavim olan Yüeci’lere rehin bırakmak zorunda kalmıştı. Buradan anlıyoruz ki; söz konusu coğrafyada Hunlar, Yüecilerden daha güçlü, ya da daha kalabalık bir toplum değillerdi. En azından Hunları dışında kalabalık ve güçlü bir kavim söz konusu edilir. Aynı şekilde Tunguzların da kalabalık, güçlü ve Hun hakimiyetine etki eden bir güç olduğunu biliyoruz. Buradan anlıyoruz ki; Hun coğrafyası Hunlar, Yüeciler ve Tunguzların yaşadıkları, en azından önemli birer etnik unsur durumunda oldukları bir demografik dokuya sahiptir.
Yüeciler, bugün tespit edebildiğimiz kadarıyla Tohoristanlılar ya da daha spesifik bir tanım olarak Soğdlulardır. Yüeciler, Çin kayıtlarında tıpkı Hunlarda olduğu gibi MÖ. 3. yüzyıldan önce de varlıkları bilinen topluluklardan biriydi. Tıpkı soğdlu tüccarlar gibi ticaret ehli, müreffeh ve kalabalık bir kitle olduklarını biliyoruz. Yaşadıkları coğrafya ise bugünün Doğu Türkristan / Uygur Özerk Bölgesi dolaylarıdır. Hunların Yüecileri mağlup edip batıya doğru sürüklemesiyle Kansu/Sincan coğrafyası Dokuz Oğuzlar/Uygurlar tarafından iskan edilmiş olsa gerek. İlerleyen yüzyıllarda Göktürk, Eftalit, Karahanlı, vb. Dönemlerde bölgede yaşayan diğer soğdlu kitlelerde Türkleşecektir. Hun döneminde mağlup edilen Yüecilerden bir kısmı kuşkusuz Türkleşmiş, topraklarına yerleşen Uygurlar ile akrabalıklar geliştirmişlerdir. Uygurların bugün bile halen Soğd alfabesi kullanmaları bu tarihi vakaya dayanmaktadır.
Hunların güney-batı komşuları Yüeciler dışında doğuda (Kingan dağlarının ardı) Tunguzlar bulunuyordu. Mete’nin Dong-hu olarak anılan Japon Denizi’ne kadar olan bölgeyi hakimiyeti altına almasıyla bu kitleler güneye doğru inerek Çin topraklarına doğru yaklaşmıştır. Kalanlar ise kuşkusuz Hunlar tarafından boylar birliğine dahil edilmiş, bu zaman içerisinde Türkleştirilmiştir. Aslında Mete, Yüecilerden önce Tunguzları itaat altına almışlardı. Zira Tunguzlar Yüeciler kadar güçlü değillerdi. Oysa Çinde kurulan Qing hanedanlığı Tunguz kitlelerinden olan Mançular tarafından tarih sahnesine çıkartılmıştır. Aynı şekilde Şibeler, Evenkler, Negidaller, Nanailer, Oroçlar birer Tunguz kitleleridir ki; her biri bugün bile Çin’in demografik yapısı içerisindeki varlıklarını devam ettirebilmektedirler. Daha zayıf ve muhtemelen daha az sayıdaki Tunguzların tarih sahnesinden silinmemiş ancak Yüecilerin (Soğdlar) bugün varlıklarının söz konusu olmamaları daha kalabalık, daha güçlü olan Yüecilerin Türk etnogenetiğinin içerisinde yer aldığını, bir anlamda asimile olarak Türkleştiğini söyleyebiliriz.
Hunlar ve Moğollar arasındaki bağ da somut ve nettir. Çin kaynaklarında belirtildiği üzere Motu (Mete) önce Donghu’lara hücum etmiş, itaat altına alındıktan sonra Donghu’lar Hunlara katılmışlardır. Çin Hui Yao’da nakledilen bu bilgide Donghu’ların Hun olmadığı ve sonradan Hunlara biat ettikleri görülür. Çin kaynaklarında Donghular Moğollar, Şuşenler ise Tunguzlar olarak geçer. Anlaşılacağı üzere önce kuzeyde Moğollar, ardından doğuda Tunguzlar, güney batıda Yüeçiler mağlup edilmiş, itaat altına alınmış ve Hun konfederasyonuna bağlanan bu kitleler Hun etnisitesinin içerisinde yer bulmuştur.
Bu noktadan sonra genetik biliminden istifade etmek gerekir. Eupedia verileri dikkati alındığında Moğolların müstakil bir genetik sınıflandırmaya tabi olduğunu söyleyebiliriz; C (Ydna). Yine Eupedia verilerine göre bugünün Kazakistan Türklerinde %36’ya varan C Haplogrubu etkisi Türkler ile Moğollar arasındaki genetik etkileşimin sonucudur. Bu etkileşimin bir yansıması olarak da Moğolistanlılar içerisinde görünen %12’lik R oranı karşılıklı bir genetik etkileşimin söz konusu olduğunu ortaya koyar.
Moğolların ana yurdu olarak bugünkü Moğolistan’ın kuzeyide bulunan Rusya Federasyonuna bağlı Buryat Özerk Bölgesi’ni dikkate alabiliriz. Zira bu bölgede C haplogrubu oranı %63 ile Moğolistan’ın üzerindedir. Öyle anlaşılıyor ki Moğollar, Hun döneminde bugünkü Moğolistan’ın daha kuzeyinde daha küçük ve izole bir halk olarak bulunmuşlar, Kuzeyli Orman Türkleri (Sibirya Türkleri) ile etkileşime girmişlerdir. Devam eden yüzyıllarda Hun Devletinin yıkılması ve batıya doğru göçlerin ortaya çıkmasıyla kadim Hun coğrafyası güneye inen Moğollar tarafından iskan edilmiş, göç etmeyen bir kısım Hun kitleleri Moğollaşmış, Cengiz Han döneminde batıya ilerleyen Moğol kökenli Hıtaylar ise Türkleşerek bugünkü Kazakistanın etnik bütünlüğü içerisinde yer etmişlerdir.
Sanıldığının aksine Moğollar Türkler ile ortak ve eşit oranda bir nüfus ya da siyasi güce sahip değillerdi. Türklerle Moğolların bu denli özdeşleştirilmesinin sebebi kuşkusuz zamanla Türkleşmiş olan Cengiz Han’ın tarihe kazınmış hakimiyet dönemidir. Ancak bilinmelidir ki; Moğol kitlelerin içerisindeki Türk kitlelerinin varlığı Moğollardan sayıca fazladır. 12. yüzyıldan itibaren İslam potasına giren ve nihayet Karahanlılar Devletinin de müslüman kimliğe bürünmesiyle kadim Hun coğrafyasında bulunan ve İslamı henüz tanımamış Türklerin İç Asyalı Türklerle aralarında kimlik farkı oluşturması kaçınılmazdır.
Türk-Moğol münasebetini tetkik edecek olursak; Moğollar Türkler ile kurdukları ilişki münasebetiyle tarih sahnesine çıkabilmiş, Türkler tarafından asimile edilmiş pek çok toplumdan sadece biridir. Çok iyi biliyoruz ki; Moğollar Cengiz Han ile bir devlet kurmuş olmasalardı Moğollar da Tunguzlar, Yüeçiler gibi Asya tarihinin ara başlıkları olarak anılacaklardı.
Türklerin genetik kökenlerine ait genel bir çerçeve çizecek olursak; R-J-Q-C unsurlarının öne çıktığını görürüz. Prehistorik dönem Asya coğrafyasında ortaya çıkan Brakisefal Beyaz Irk’ın varlığını MÖ 12 Binlere dayandırabiliyoruz. Beyaz ırkın kuzey insanları olduğundan eminiz. MÖ 10 Bin itibariyle etkisini kaybeden buzul çağı Hazar Denizinden Altay Dağlarına uzanan bölgeyi tundraya çevirmiş, zaman içerisinde su kaynaklarından yoksun hale gelerek çölleşmesine yol açmıştır. MÖ 10 Bin itibariyle yaşam alanları kuzeye doğru yer değiştirmiştir. Yaşanabilir hale gelen bu yeni coğrafya beyaz ırkın diğer güneyli ırklarla kaynaşmasını sağlayan tarihsel bir evre karşımıza çıkartır. Kuzey Asya’da ortaya çıkan Andronovo-Afanasyevo kültürleri beyaz ırkın ortaya çıkarttığı en kadim kültürler olmuştur. Bu kültür mensupları güneye, doğuya ve batıya göçlerle pek çok milletin demografik yapısını şekillendirir.
MÖ 9000’lerde Hazar’ın doğusundan güneye doğru inerek Anav kültürünü meydana getiren kitleler daha sonra Sümerler, Hint-Avrupalılar, Luviler ve bunun gibi halkları meydana getirmiştir. Bu kitleleri yazılı kaynakların çeşitliliği münasebetiyle tarih serüveni içerisinde takip edebiliyoruz. Ancak ortaya çıktıkları sahada kalan ve doğuya doğru yayılım gösteren kitlelerin varlığını ancak arkalarında bıraktıkları kalıntıları izleyerek takip edebiliyoruz. İşte bu kitleler sık sık karşımıza çıkan Sakalardır. Bu savaşçı çoban kültürü toplumu MÖ 3 Binlerde atı evcilleştirerek çok geniş sahalara çok hızlı hareket edebilme kabiliyetini elde etmişler, kimi zaman Karadeniz’in kuzeyinde kimi zaman Hazar kimi zaman Taklamakan çölünde karşımıza çıkmışlardır. Bu kitle kahir ekseriyetle R haplogrubu insanlarından oluşur ve Türklerin ataları olduğu su götürmez bir gerçektir. Mezopotamya’ya inerek Zagros dağlarına ulaşanlar Elamlılar, Karadeniz’in kuzeyine yerleşenler önce Kumanlar ardından İskitler olarak anılmış, Büyük İskender’in doğu seferinin son hattı olan Taklamakan çölünde ise Çöl Sakaları olarak anılan başında kadın hükümdar olan bir kitleyle mücadeleye giriştiği nakledilmiştir. Görüleceği üzere Hunlar, Altay dağlarını aşıp Altay-Kingan dağları arasındaki kuzeyi orman güneyi çöl, doğu ve batısı dağlarla korunan sulak, bereketli, tabi kaynakları zengin bir coğrafyada asli unsur haline gelmiştir.
Çin kaynakları Hunları burada ki varlığının MÖ 2500’lü yıllara kadar dayandığını ortaya koyar. Antik Çin efsaneleri bu kitleleri Rong, Şianyun ve Hunyu olarak anarlar ve MÖ 3. yüzyıl itibariyle en büyük rakipleri olan Hunların ataları olduğunu teyit ederler. Çin kaynaklarındaki Hun varlığı devam eder tarihi periyotlarda da teyit edilir. MÖ 1600’lerden itibaren Çin efsanelerinde Guifang olarak anılan bu kitle MÖ 1000-250 arası yine Şianyun olarak ifade edilir. Çin tarih yazıcılığının yıllıklara ve disiplinli kayıtlara dönüştüğü MÖ 3. yüzyıl itibariyle bu tanımlar derlenir ve Şiongnu ifadesinde karar kılınır. Çin kaynakları, tereddüde mahal bırakmayacak şekilde bu kitlelerin birbirinin devamı olduğunu ve halef-selef ilişkisini teyit eder. Özetleyecek olursak Hunların Altay-Kingan dağları arasındaki varlığı en az MÖ 3 Binyıla dayanır.
Söz konusu coğrafyada Doğu Sakaları olarak tanımlayacağımız Hunların doğusunda, Kingan dağlarının ardında yaşayan Tunguzlarla ilişkisi vardır. Motu döneminde (Mete) Tunguzların mağlup edilmesiyle bu kitlelerin bir kısmı güneye inerek Çin topraklarına göç etmeleri yine Çin kaynaklarında belirtiliyor. Ancak bir kısmının Hunlara tabi olmaları ve zaman içerisinde asimile olmaları kaçınılmazdır. Aynı şeklide güneybatı komşuları olan Yüeçilerin (Tohorlar/Soğdaklar) itaat altına alınarak yine kısmen asimile edilmişlerdir. MÖ 3 Yüzyıl itibariyle devam eden birkaç yüzyılda Hunlar tarafından asimile edilmiş iki önemli kitle ile karşılaşırız. Yüecilerin çekildikleri coğrafya Dokuz Oğuzlar (Uygurlar) tarafından iskan edilmiş, Hunların yıkılışı sonrasında Uygurlar da güçlenmişlerdir.
Soğdakların J2 haplogrubuna sahip olduklarını, Amerindlerin halefi olan Tunguzların Q haplogrubuna sahip olduklarını veri olarak önümüze koymamız gerekir. Öyle anlaşılıyor ki Hun döneminde Q ve J2 haplogrubu Sakaların sahip olduğu R haplogrubu ile kaynaşmış ve çoğalmıştır. Bu erken etnik kaynaşmalar Hunların Ötüken’den ayrılıp İç Asya’ya göç etmek zorunda kalmaları ve Buryatlardan güneye inen Moğolların bu coğrafyada Türk kültürünün varisi haline gelmeleri neticesinde bünyesindeki Türklerle birlikte güçlenerek Cengiz İmparatorluğu ile asyanın geneline yayılmaları ayrı bir genetik kaynaşmaya yol açacaktır.
Bu veriler ışığında görmekteyiz ki; Uygurlar’da R-J2 yoğunluğu Hun dönemindeki Yüecilerin mağlup edilmesiyle ortaya çıkmış, Kazakistan Türklerinde görülen R-C yoğunluğu Moğol istilalarıyla söz konusu olmuş, Göktürk-Karahanlı-Selçuklu dönemlerinde İç Asya’da ki Soğdakların spotan oluşan Türk etnositi ile Türkleşmişlerdir. Hemen her Türk Devletinde eser miktarda da olsa bulunan Q Haplogrubu Türkleşen Tunguzlardan bakiye kalmıştır.
Hun Adının Anlamı
Hun adının anlam karşılığını ile ilgili ortaya konmuş genel iki kanı mevcut; bu kanaatlerden biri HU ifadesinin Çince’de İnsan anlamına tekabül ettiği, dolayısıyla Hun isminin Çince menşeli olduğu, Hunların da kendi dillerinde olmayan bu ifadeyi benimsediği yönünde. Diğer kanaate göre ise Türkçe’de ki Kün ifadesinin telaffuz farklılığından ortaya çıkmış sıfattan isme dönüşmüş olduğu yönünde.
Açıkçası her iki kanaatte tatmin edici değil ve oldukça yüzeysel. Hatta Çin kaynaklarının yeterince tetkik edilmeden ortaya konduğu da açık. Bu noktada kaynakları yeniden tetkik etmek, daha derinlikli bir görüş ortaya koymak gerekiyor.
Çin kaynakları Hunları farklı tarihsel dönemlerde farklı isim/unvanlarla anmışlardır. Çin’in ilk hanedan tarihi kayıtları olan Şi-Ji ve Han-Şu’da takip ettiğimizde MÖ 2500-1600 arası Dağ Rongları, Şianyun, Şunyu, Hunyu, MÖ 1600-1000 arası Guifang, MÖ 1000-250 arası Şianyun, MÖ 3. yüzyıldan itibaren Şiongnu olarak anıldıklarını görüyoruz. Ayrıca yine Çin kaynaklarında Baideng Savaşında Mete Han’ın karısının kendisine ya da Hunlara Şanyü ifadesiyle hitap ettiği naklediliyor. Burada kullanılan -Nu, -Yu ve -Yun ekleri isimden isim türetme ekidir. Bu noktada üzerinde durmamız gereken kelimeler Rong, Guifang, Şun, Şian, Şiong ve Hun.
Pek çok kaynakta Hunlar pinyin romanizasyonuyla Xiöngnü, Wade-Giles romanizasyonuyla Hsiung-nu olarak nakledilir. Burada X ve Hs ifadeleri zorlama bir okumayla H olarak Türkçeye çevriliyor. Bkz; pinyin ile kaydedilen Xia hanedanlığının ismi Şia olarak okunur.
Önce Çince üzerinden bir çözümlemeye gidelim. Farklı ifadelerde gördüğümüz -yü -yun -nü ekleri birer edattır. -yü/yu ekini Türkçe’de ki -iye/-çe, İngilizce’deki -ish eki gibi telaffuz edebiliriz (Turk-ish, Türk-iye, Türk-çe). Bkz; Han-yü (Çince). -nu/-nü edatı ise göçebe, atlı savaşçılar anlamına geliyor. Böylelikle Hun-yu (Hun milleti), Hun-nu (Hun göçebeleri) halini alıyor.
Edatları kaldırdığımızda elimizde Rong, Guifang, Şun, Şian, Şiong, Şan ifadeleri kalıyor. Rong ifadesi kaynakta Dağ Rongları olarak geçiyor. Burada Rong ifadesi hal eki haline gelip Dağdakiler gibi genel bir anlama tekabül ediyor. Guifang ise Gui (Şeytan) Fang (Diyarı) gibi edebi bir anlatım olarak kullanılmış. Geriye kalan Şun-Şian-Şiong-Şan ifadeleri ise -3. yy’da tarih yazıcılığının disipline edilmesiyle derlenerek Xiöng (Şong) şeklinde disipline edilmiş. Buradan hareketle tüm diğer ifadelerin müstakil birer anlamı olmadığını anlayabiliyoruz.
Çince’nin yapısı sayesinde bir kelimenin Çince kökenli olup olmadığını kolayca yorumlayabiliyoruz. Çin dil bilimi her yeni kelime için yeni yazım sembolleri üretilerek zenginleşir. Yazımda kullanılan her sembol aslında bir kelimedir. Bu sembol Çince’deki diğer sembollerin birleşimiyle yeni bir hal alır ve adeta her kelimenin bir resmi çizilir. Kelimenin sembolünde çok sayıda farklı sembol varsa bu kelimenin sonradan Çince’ye dahil edildiğini anlayabiliriz. Dahası, bilmediğimiz bir kelime bile olsa anlamını yorumlayabiliriz.
Kaynaklarda kullanılan Xiöng kelimesinin okunuşu ŞİONG sembolü 匈 (Bkz. https://www.mdbg.net/chinese/dictionary?page=worddict&wdrst=0&wdqb=%E5%8C%88)
Bu sembolde kullanılan 4 iç sembol ise şöyle;
İman Tahtası (Thorax) | Erkek Göğsü (Chest) | Kadın Göğsü (Breast) | Bağırış (Clamor)
Çok açık ki; Çince’de bir anlam karşılığı olmayan “ŞİN” ifadesi, kadınlı erkekli savaşçı bir toplumu anlatan sembollerle oluşturulmuş yeni bir sembol kelime ile Çin yazım standartlarında yerini almış. Öyleyse bu ŞİN kelimesinin karşılığını Hun Türkçesinde aramalıyız.
Temel başvuru kaynağımız en eski Türkçe sözlüğü kaleme almış olan Kaşgarlı Mahmud. Divanü Lügat’it Türk’te Ş?N ifadesi kolayca tespit edilebiliyor. Bkz; Şİ: Hakanın selamlandığı nida, ŞİN: Taht, ŞU: Emir kipi, ŞÜK: Susturma edatı, ŞÜT: Asil soy olarak nakledilir. Çok açık şekilde anlayabiliyoruz ki; ŞI/ŞU/ŞÜ kökü hakimiyet ve aidiyet ifadelerini karşılar. Tıpkı TÜR-ÜK ifadesinin TÜR-E’ye bağlı olanlar şeklinde önce isimden sıfata sonra sıfattan isime dönüşmesi gibi ŞİN-YU ifadesi de bir aidiyet ve hakimiyet bağını ifade eder.
Hunların hükümdarlık makamına ŞİN dediklerini DLT’den anlıyoruz. Çin kaynaklarının Baideng savaşında Mete’nin karısı ile olan konuşmasını naklederken kendisine Şanyu olarak hitap ettiğini nakletmesi bu veriyi teyit eder niteliktedir. ŞİN-YU eki ile Devletli, Selçuklu, Timurlu, Karahanlı gibi Türkçe’de kolaylıkla örneklendirebileceğimiz bir anlam bütünlüğü ortaya koyar.
Özetleyecek olursak; Çin kaynakları Hun Türkçesi olan Şin özel ismi Hunlara atfedilen sembollerle Çince haline getirilmişler, Hunları ŞİN-YU (Şinliler) olarak kaydetmişlerdir.
Peki HUN kelimesinin kökeni nedir? ŞIN kelimesinin evrilmesiyle mi ortaya çıkmıştır? Elbette hayır. Zorlama yorumlar ve peşin hükümlerle HUN ve ŞİN ifadelerini eşleştirmeye çalışılmış ancak etimolojik, filolojik ya da tarihsel bir veri ortaya konamamıştır. Detaylı olarak inceleyeceğimiz üzere ŞIN ve HUN iki ayrı Türkçe kelimedir.
Hun adının kaydedildiği diğer kaynaklara bakarak yorumlayalım. Hunlar Soğd, Hint, Fars, Arap, Süryani, Ermeni, Grek, Latin ve Bizans kaynaklarında da doğrudan isimleriyle anılmıştır. İlginç şekilde kaynakların tümü birbirine çok yakın fonetiği kullanmışlardır. Bkz; Hun-Huna-Huni-Hyaona-Hyon. Tüm telaffuzların transkripti HUN sesini veriyor, hiçbirinde Ş sesine ya da izine rastlamıyoruz. Çok açık ki; HUN kelimesi H sesisyle söyleniyor, duyuluyor ve yazılıyor.
Hun kelimesinin Türkçe’de en yakın ses karşılığı KÜN. Yukarıda değindiğimiz HUN ifadesinin kelime kökenine dair yorumlarda geçen KÜN eşleştirmesi bu yönüyle doğru. Ancak HUN/KÜN ifadesinin Çince’ye geçmiş olduğu fikri vahim bir hata. Çin kaynakları Türkçe olan ŞIN ifadesini Çinceleştirirken ŞİONG halini almış, diğer taraftan Hun Türkleri kendilerine hem HUN hem ŞIN demişlerdir. Tıpkı TÜRÜK ve OĞUZ gibi unvanları birlikte kullandıkları gibi.
KÜN kelimesinin HUN halini alması da şaşırtıcı değil. Günümüzde kullandığımız Türkçe, geçmişte kullandığımız Türkçe’de ki bazı seslerden mahrum durumdadır. Bu seslerden ikisi NG (Geniz N’si) ve KH (Gırtlak H’si). NG sesini günümüz Konya ağzında, KH sesini ise Kıpçak etkisiyle Karadeniz ağzında görebiliriz. Divanü Lügat’it Türk’te KÜN kelimesinin ince kef (ﻛ) ile yazılması bizi şaşırtmamalı. Arapça’da bulunan KHA (خ) sesi sonuna Ü koymak mümkün olmuyor. Bu nedenle ince ünsüz olarak Kef ile yazılmış ancak kelimenin bizzat Hunlar tarafından okunuşu KHÜN olmalıdır.
KHÜN ifadesinin anlamını tetkik ettiğimizde şaşırtıcı şekilde TÜRK ve OĞUZ ifadeleriyle aynı tasavvuru yansıttığını görürüz. TÜRÜK ifadesi Göktürk Döneminde ortaya çıkan Türeyiş destanına atıfla Türemiş, Türdeş anlamına tekabül eder. Aynı Tür’den olan, Tür’ü bir, birlikte Tür’eyen gibi muhtelif tasavvurları ifade eder. OĞUZ kavramında ise OĞ kelimesi kadim soy bağını temsil ederek doğan çocuğa OĞ-ul, yakın akrabalara OĞ-uş, aynı akrabalık bağını geliştirdiği topluma OĞ-uz ifadesini kullanır. Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi KHÜN de genel anlamı ile halk ve unsuru olduğu milleti ifade eder. Bu soyut ifade Güneş ve Gündüz kelimelerinin de anlam kökü olmuştur. Eski Türklerde göğün kutsiyetini ve güneşin saygı ve ibadet unsuru olduğunu biliyoruz. Gumilev, Hunların din ve dünya tasavvurunu naklederken; güneş doğarken doğuya dönerek saygı gösterdiklerini nakleder. Bu yönüyle halk anlamına gelen KHÜN, halka eşlik eden anlamında KHÜN-eş kavramlarını türetmişlerdir. Hunların büyük saygı gösterdikleri muazzam ışık ve yaşam kaynağı olan bu göksel varlığı halkının eşi addetmeleri, bir yönüyle de kendilerini güneşin halkı addetmelerinden ileri geliyor olsa gerek.
Tüm bu verilerin ışığında Göktürk dönemi itibariyle Türk ve Oğuz ifadeleri birlikte kullanılmış, Göktürk öncesi dönemde de kendilerini aynı anlam ve tasavvur karşılığıyla KHÜN ve ŞIN olarak ifade etmişlerdir. Tıpkı Hun öncesi dönemlerde Sakh (Saka) ve Khum (Kuman) kavramlarıyla ifade ettikleri gibi. Aslında bu tasavvuru günümüzde de kullanmaktayız. KHÜN, Türük, Oğuz kavramlarına paralel olarak aynı anlam ve tasavvuru yansıtan ULUS kavramı kullanmaktayız.
Hun Coğrafyası
Hun Devletinin bulunduğu coğrafi sahayı bugünün Moğolistan toprakları olarak kabul edebiliriz. Bilindiği üzere Türklerin Ata yurdu olarak görülen Ötüken, Göktürk, Uygur ve Moğol Devletlerinin olduğu gibi Hun Devletinin de devlet merkezidir.
Hun Devletinin merkezi sınırlarını çizecek olursak doğuda Mançurya’nın Kingan Dağlarından batıda Altay Dağları arasında kalan, kuzeyinde Sibirya Ormanları, güneyinde Gobi gölü bulunan münhasır bir bölge karşımıza çıkar. Bu bölgede ortalama rakım 1463 Metredir.
Doğusu aşılması imkansız Altaylar, batısı muhkem surlar gibi dizilmiş Kingan Dağlarıyla çevrili, güneyinde ise Çinlilerin İblis Ülkesi (Guifang) olarak adlandırdığı Gobi Çölü bulunur. Kuzeyi çevreleyen Sibirya Ormanları vahşi doğasıyla düşmanlara karşı korunaklı bir alan olduğu gibi ok ve yay yapımında kullanılan kompozit malzemeler için benzersiz bir hammadde kaynağı durumundadır. İhtişamlı dağlardan gelen bereketli akarsular Hun ovasına hayat verir. Ancak etrafı çevreleyen yüksek dağlar okyanuslardan gelecek nemli havanın geçemeyeceği kadar yüksektir. Her ne kadar sulak ve bereketli bir coğrafya olsa da gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı 50 derecenin üzerine çıkabiliyor. Bu bereketli coğrafyada yaşayabilmek içinasimetrik bir yaşam modeli geliştirmek zorunludur.
Merkezi Hun coğrafyası ormanlara sahip, hem akarsularla beslenen bereketli bir coğrafya hem de çevresi dağ ve çöllerden oluşan coğrafi setlerle çevrili güvenli bir alan olması Hun Toplumunun bölgede uzun yıllar var olabilmesini, nihayet güç merkezi haline gelecek büyük bir devlet kurabilmesini sağlamıştır.
Devletin merkezi, yani Hun Hükümdarının otağı sanıldığı kadarıyla Orhun ve Tula Irmaklarının kıyısında, iki nehrin arasında bulunuyordu. Bu iki ırmak kuzeye doğru akarak Selenge Irmağına katılır ve Baykal Gölüne akar.
Ötüken Nerede?
Ötüken, Hun, Göktürk ve Uygur devletlerinin başkenti durumundadır. Her ne kadar fiziki sınırları çizilmese hatta Ötüken ismi hem soyut hem somut anlamıyla tasavvur edilse de Ötüken olarak anılan bölgenin neresi olduğuna dair elimizde belirli tasfirler bulunuyor.
Türk yazıtlarında Ötüken ile ilgili geçen ifadelerde rastladığımız üzere;
- Atalarım 80 yıl tahtta kalmışlar. Ötüken yurdu, Ögres yurdu imiş. Bu ikisinin arasında, Orhun Irmağında hüküm sürmüşler. (Taryat, Doğu/3-5)
- Ötüken ve Ögres yurdu arasında hüküm sürmüş. Suyu Selenge imiş. (Şine Usu, Kuzey/2)
Anlaşılacağı üzere Ötüken coğrafya isminden çok bir makam adıdır ve kimi dönemlerde bulunduğu yer değişiklik göstermiştir. Yazıtlarda geçtiği üzere Orhun Irmağı ile Selenge Irmağı Ötüken olarak anılmıştır ancak bu iki alan birbirlerinden yüzlerce kilometre uzaktadır. Ayrıca Ötüken Dağı’nın da bulunduğu yeri bilmekteyiz; bu dağ en yakınındaki Orhun Irmağından yüzlerce kilometre güney-batıdadır.
Ötüken isminin anlamını inceleycek olursak; “Buyruk Verilen Makam” şeklinde bir anlamla karşılaşırız. Divanü Lugat-it Türk’te ÖT kelime kökü Ötüş, yani güzel/zarif/hikmetli söz olarak türetildiğini görebiliriz. Örneklendirecek olursak; Ötük: hakana sunulan dilek, Ötükçi: Hakanın şefaatçisi (Veziri), Ötüklük: Hakandan dileği olan kimse olarak tercüme edilmiştir. Buradan anlaşılıyor ki; Ötüken hakanın makamı, emir ve buyruklarının ilan edildiği, hükümlerin verildiği makam anlamına geliyor olmalıdır.