Ertuğrul Gazi, yine bir Türkmen olan Halime Hatun ile evlenmiş, bu evliliğinden üç erkek çocuğu olmuştu; Saru Yatı (Savcı), Osman ve Gündüz (Kızlarının varlığı/sayısı bilinmiyor). Oğullarının doğum tarihleri belli olmamakla birlikte Saru Yatı'nın Osman Gazi'den yaşça büyük olduğu kesindir. Zira henüz Osman Gazi doğmadan evvel Alaeddin Keykubat'a elçi olarak gönderilmiştir. Gündüz'ün ise Osman Gazi'den küçük olması muhtemeldir. Zira kayıtlarda Gündüz, Osman Gazi'nin kardeşi olarak geçmektedir (Küçük/Büyük kardeş açıklaması yoktur). Ayrıca Osman Gazi'nin doğum tarihi olan 1258'de Ertuğrul Gazi 70 yaşındaydı. Karısı Halime Hatun ise çocuk sahibi olamayacak kadar yaşlıydı. Bu sebeplerden ötürü Osman Gazi ve Gündüz'ün annelerinin Halime Hatun olma ihtimalleri pek muhtemel değildir [2].
Ertuğrul Gazi'den Önce Kayılar
Ertuğrul Gazi'nin babası Süleyman Şah önderliğindeki Kayılar, Ata yurtları olan Orta Asya'dan Moğol baskıları neticesinde batıya doğru ilerlemek zorunda kalan kitlelerden biriydi. Bu baskılar neticesinde önce Büyük Selçuklu Devleti topraklarına girmiş, göç hareketleriyle İran coğrafyasına girmiş, Horasan'ın Mahan şehrinde yerleşmişlerdi. 12. Yüzyılın ortalarında Selçuklu Devleti zayıflamış, Harzemşahlar Devleti ise yarı bağımsız statüden kurtularak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Bu münasebetle Kayılar aslında Selçuklu tebaası değil Harzemşahlar Devletinin tebaası durumundaydılar.
Kayıların Mezopotamya'ya ulaştıkları dönemde, dönemin şartları hasebiyle herhangi bir Devlete derin bir bağlılık göstermediğini düşünebiliriz. Zira bu dönemde coğrafyayı tahakküm altına alabilmiş yegane bir güçten söz edemeyiz. Bu minvalde gerek Selçuklu ardılı olan Türkmenler, gerek Moğol baskılarıyla batıya kayan Ortaasya'lı Türk (Gayrimüslim) göçerler, gerek Abbasilerin zayıflaması nedeniyle bölgedeki nüfuzlarını kaybeden Araplar, gerekse bölgelerindeki Arap nüfuzundan kurtulmak isteyen Farslar hasebiyle büyük bir sosyo-politik keşmekeş yaşanmaktaydı.
Süleyman Şah, işte bu siyasi atmosfer çerçevesinde Harezmşahlar Devletine tabii ancak kendi istikbalini tayin etmeye muvaffak olabilmiş güçlü bir aile/aşiret lideriydi. Ertuğrul Gazi'nin doğduğu 1188 yılında Harzemşahlar Devleti Mezopotamya'nın yükselen devleti durumundaydı. Harzemşahlar, baş edilemez bir kuvvet olarak görünen Moğollara (Karahıtaylılar) karşı fevkalade mücadele etmiş, kazandığı zaferlerle Moğol ilerleyişini durdurabilmişlerdi. Özellikle 1194 yılında Irak Selçuklularına karşı kazandığı savaşla Irak Selçuklu Devletinin topraklarını da hakimiyeti altına alarak tarihinin zirve noktasına ulaşmıştı.
Batı İran bölgesi, 12. Yüzyılın sonlarında Türk-Fars-Arap eksenli bir sosyopolitik yapıya sahipti. Selçuklu Devleti yıkılmış, Harzemşahlar Devleti yükselerek eski Selçuklu topraklarını hakimiyeti altına almıştı. Ancak Abbasilerin zayıflamasına rağmen bölgede varlıklarını sürdüren Arap kitleler, bir zamanlar idareleri altındaki bu coğrafyadan vazgeçmek istemiyorlardı. Türkler ise İç Asya'dan gelen göçler ve Harzemşahlar Devletinin varlığı ile en önemli güç unsuru durumundaydılar. Farslar yerli halkın temelini oluşturuyorlardı ancak bu politik atmosferde rol alabilecek kadar güçlü değillerdi. İşte Ertuğrul Gazi bu atmosferde doğmuş, o henüz çocukken Süleyman Şah, kazandığı zaferlerle Kayıların güçlenmesini temin etmişti.
12. Yüzyılın sonları İran coğrafyası için bir Arap-Fars mücadelesine sahne oluyordu. Aynı zamanda Selçuklu ve Harzemşahlar devletinin varlığı münasebetiyle bölgeye yerleşen Türk-Moğol kitleler de önemli bir askeri güç durumundaydılar. Yerli İranlılar, Araplara karşı giriştikleri mücadelede Türkler (Müslüman olmayan Türkler) ve Türkmenler ile ittifak kurdular. Bu ittifak neticesinde Batı İran coğrafyasındaki sosyo-politik denge, zaten zayıflamış olan Abbasi nüfuzunun bertaraf edilmesine, İranlıların nüfuzlarını yeniden kazanabilmelerine olanak sağladı.
Esasında Süleyman Şah, bu dönemde bir beyliğin maliki durumunda değildi. Küçük sayılabilecek bir aşiretin liderliğini üstlenmiş, cengaver bir bozkır savaşçısıydı. Farsların diğer konar-göçer Türk kitlelerle yaptığı ittifak neticesinde gerçekleşen mücadelelerde cengaverliği ve kahramanlıklarıyla ön plana çıktı. Bunun üzerine irili ufaklı diğer konar-göçer kitleler, Süleyman Şah'ın liderliğinde hareket etmeye karar verdiler. Aşık Paşazade'nin belirttiği üzere Türkmen, Türk ve Tatarlardan oluşan 50 Bin çadırlık bir kitle, yani en az 200 Bin nüfus Süleyman Şah'a bağlılığını bildirdiğinde, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Kayı Boyu'nun vücut bulmuş oldu. Buradan anlayacağımız üzere Kayı Boyu yalnızca Kayılardan oluşmuyordu. Hatta tebaasının tamamı topyekun İslâm da değildi. Üstelik Türkleşmiş Moğollar olan Tatar kabileler Kayıların sosyopolitik dokusu içerisinde önemli de bir yer etmiş durumdaydı [1].
Selçuklu Devletinin yıkılmasına müteakip bölgede güç kazanan Harzemşahlar Devletinin tebaası olan Kayılar, İran bölgesindeki siyasi keşmekeşten uzaklaşmak, Müslümanlarla değil gayrimüslimlerle savaşarak gaza ve yağma elde etmek gayesiyle Anadolu'ya hareket etme kararı aldılar (1224). Kayıların Anadolu serüveni Ahlat'ta başladı. İlk gazalarını ise Ermenistan üzerine yaptılar. Ardından Erzurum, sonrasında ise Erzincan'a yerleştiler. Moğollara karşı bir set teşkil eden Harzemşahlar Devletinin, Anadolu'nun hakimiyetini elinde bulunduran Anadolu Selçuklu Devleti ile arasında siyasi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Moğollar, Asya'nın kuzey hattı boyunca önlenemez ilerleyişlerine rağmen Anadolu'ya girmeye çekiniyorlardı. Zira kendileri gibi bir bozkır savaşçısı olan Harzemşahlar, kendilerini daha önce defakez mağlup etmeyi başarmışlardı. Üstelik Anadolu, Harzemşahlar gibi güçlü başka bir Türk Devletine daha ev sahipliği yapıyordu; Selçuklular. Harzemşahlar ve Selçukluların ittifakı, Moğolların Anadolu'ya girmelerine izin vermeyecekti. İki Türk Devleti arasındaki bu çekişme elbette Moğolların emellerini kolaylaştırıyordu. Nihayetinde giderek büyüyen sorunlar neticesinde Harzemşah hükümdarı Celalettin ile Selçuklu Devleti hükümdarı Alaeddin arasında yaşanan Yassı Çemen Savaşı sonrasında Harzemşahlar Devleti mağlup oldu (1230). Dolayısıyla bağlı oldukları devletin yıkılması üzerine Kayılar, Ata yurtları olan Ortaasya'ya dönmek gayesiyle göç etmek zorunda kaldılar (1231) [2].
Bu tarihe kadar Ertuğrul Gazi'ye ait herhangi bir vaka kaydedilmemiştir. Muhtemel ki Ertuğrul, ağabeyleri Sungur ve Gündoğdu ile birlikte Kayı Boyunun liderliğini üstlenebilecek yaş ve tecrübeye sahipti. En küçük kardeşleri olan Dündar ise, ölüm tarihi dikkate alınacak olursa bu tarihte henüz küçük yaştaydı [2]. Kayıların Ortaasya'ya göç etme teşebbüsleri Caber kalesi yakınlarında sekteye uğradı. Süleyman Şah, tebaanın karşılaştıkları nehri geçmekten imtina etmesi üzerine öne atılarak bizzat karşıya geçmeye çalışması neticesinde atından düşerek nehirde hayatını kaybetti. Bunun üzerine başsız kalan Kayılar ihtilafa düştüler. Bir kısım Ortaasya'ya göçe devam etme, bir kısım ise Anadolu'da kalma taraftarıydılar. Nihayetinde Ertuğrul Gazi liderliğindeki yalnızca 400 çadırdan mürekkep kitle, geldikleri güzergahtan geri dönerek Erzurum yakınlarında ki Sürmeliçukur'a döndüler. Küçük kardeş Dündar ve ailenin öktemi olan anneleri Hayme Hatun da Ertuğrul Gazi'ye katılmışlardır. Göç yoluna devam eden esas kitle daha sonra tekrar kendi içlerinde ihtilafa düştü. Bir kısım, Horasan'a dönmeyi reddederek Suriye'ye yerleştiler. Sungur ve Gündoğdu'yu takip edenler ise Horasan'a ulaştılar. Bu vaka neticesinde Kayılar üç ayrı parçaya bölündüler. Küçük bir kitle Anadolu'ya geri dönüp istikbalde Osmanlı Devletinin tebaasını oluştururken diğer kısım Suriye'de yerleşerek bugünün Suriye Türkmenlerini oluşturdular. Yaşanan ayrılıklar neticesinde Sungur ve Gündoğdu'ya bağlı kalanlar ise Horasan'a döndüler [2].
Ertuğrul Gazi'nin Hükümdarlık Dönemi
Ertuğrul Gazi, Sürmeliçukur'a döndüğünde 36 yaşındaydı. Muhtemel ki evlenmiş, ilk oğlu Saru Yatı (Savcı) doğmuştu. Kayılar Sürmeliçukur'da bir süre mukim kaldıktan sonra Batıya göç etme gayesiyle belki keşif, belki topyekun harekete geçtiler. Bu hareketleri esnasında hasbelkader bir mücadeleye tesadüf ettiler. Bu mücadele Selçuklu Hükümdarı Alaeddin'in bizzat katıldığı ve Moğol Tatarlarına karşı girişilen bir savaş durumuydu. Kayıtlara bakıldığında, Ertuğrul Gazi'nin rast geldiği bu savaşta savaşan tarafların kim olduğunu bilmediği halde mağlup olan tarafın yanında yer aldığı, bu tevafuk münasebetiyle Alaeddin'in teveccühünü kazandığı belirtilir [1][2]. Ancak şu var ki; Ertuğrul Gazi'nin tebaasının 400 çadırdan mürekkep olduğunu biliyoruz. En iyi ihtimalle 400 gaziden ibaret bir kuvvetin bu savaşın istikametini değiştirebilmesi pek olası değildir. Her ne kadar söz konusu savaşın ne denli büyük olduğuna dair herhangi bir kayda rastlamasak da bizzat Alaeddin'in bulunduğu bir savaşın küçük sayılabilecek nispette olmayacağını düşünebiliriz. Ayrıca böylesi bir savaşta tarafların kim olduğunu anlamak da hiç güç değildir. Her ne kadar Ertuğrul Gazi, Anadolu Selçuklu Devletinin ordusunda görev yapmış olmasa, hatta hiç karşılaşmamış oldukları düşünülse de geçmişte müşahede ettiği mücadeleler hasebiyle Moğol savaşçılarını tanıyamamış olması muhtemel değildir. Elbette bu vaka bir miktar mübalağa ihtiva ediyordur. Ancak yaşandığı aşikardır. Şunu anlıyoruz ki; Ertuğrul Gazi, mahiyetindeki kuvvetle birlikte Selçuklular ile Moğollar arasındaki bir mücadeleye tesadüf etmişler, haliyle Moğolların tarafında yer almayarak Selçuklu Devleti saflarına katılmışlardır.
Selçuklu Hükümdarı Alaeddin, Ertuğrul Gazi'yi, tebaası olmamasına rağmen saflarında mücadele etmiş olması hasebiyle ödüllendirerek bu cengaverden istifade etmek gayesiyle kendisine hilat giydirip tabiiyetini kabul etti. Mükafat olarak da Ermenibeli Dağlarını yaylak, Söğüt ovasını da kışlak olarak bağışladı. Ertuğrul Gazi, nihayetinde gayesine ulaşmış, Selçuklu Devletinin tebaası olmuş, Erzurum'un çetin tabiatına nispeten daha mümbit topraklar olan İç Anadolu'da bir hudut beyliğine sahip olmuştu. Ertuğrul Gazi, Söğüt'de hatırı sayılır bir süre (Belki 10 yıl) kalmış, ancak daha sonra, nüfus ve askeri kuvvet bakımından zayıf olmaları hasebiyle daha sakin bir bölgede iskan etmek istemiştir. Bu gayeyle oğlu Saru Yatı'yı Alaeddin'e elçi olarak göndermiş ve kendilerine yeni bir ikametgah tahsis edilmesini talep etmiştir. Buradan anlıyoruz ki; Kayılar Söğüt'den ayrıldıklarında Saru Yatı büyümüş, elçi olarak vazifelendirilecek yaşa gelmiştir [2].
Alaeddin'in Ertuğrul Gazi'ye tahsis ettiği yeni arazi bugün Kütahya'nın kuzeyinde, Porsuk (Porsak) bölgesiydi. Kayılar bir süre burada sükunet içerisinde ikamet ettiler. Ancak Bilecik bölgesinde bulunan ve aslında Alaeddin'e tabiiyeti kabul etmiş Rum ahali, Ertuğrul Gazi'nin nüfuzundan rahatsız olup taarruz etmeye teşebbüs ettiler. Ertuğrul Gazi, bu teşebbüsler üzerine Alaeddin'in izniyle Bilecik'e bir sefer düzenledi. Doğrudan Alaeddin'in kumandanı sıfatıyla giriştiği bu seferde muvaffak olarak Bilecik'i zaptetti. İlk taarruzda mağlup olan Rumlar, bölgede ikamet eden Aktav Tatarlarıyla ittifak ederek Ertuğrul Gazi'yi durdurmaya çalıştılar. Ancak Ertuğrul Gazi, Bursa Yenişehir dolaylarında gerçekleşen ve üç gün süren çetin bir muharebeyle bu ittifakı da bertaraf etmeyi başardı. Rum ve Tatar kuvvetler, ancak kadırgalara binip Gelibolu'ya kaçarak canlarını kurtarabilmişlerdi. Ertuğrul Gazi, bu seferlerinde 444 süvariden mürekkep bir orduya sahipti [2]. Buradan anlamaktayız ki; Kayılar halen küçük bir oba durumundaydılar.
Sultan Alaeddin, Ertuğrul Gazi'nin zaferini kışlak olarak Sarayönü ve yaylak olarak Domaniç'i tahsis ederek ödüllendirdi. Kayıları artık daha sakin ve itidalli bir istikbal bekliyordu. Bilecik ahalisi gayrimüslim, başlarında ise valileri (Tekfur) idaresinde bulunuyordu. Bilecik tekfuru, Selçuklu Devletinin tahakkümünü tanıyor ve hükümdarlığını kabul ediyordu. Buna mütevellit Bilecik bölgesi Selçuklu Devletinin siyasi otoritesi altındaydı. Malazgirt zaferi sonrasında Türkler ile birlikte Anadolu'ya giren Tatarlar'dan (Türkleşmiş Moğollar) bir kısmı Bilecik'e at koşumu mesafesinde ikamet ediyor, bozkır alışkanlıkları gereği müreffeh bir şehir olan Bilecik'e yağma ve talan gayesiyle tecavüz ediyorlardı. Ertuğrul Gazi, Selçuklu toprağı statüsü taşıyan Bilecik'e karşı girişilen yağma faaliyetlerine karşı kentin güvenliğini tesis etmekle meşgul oldu.
Kayıların Horasan'da başlayıp Ahlat, Erzincan ve Halep'de devam eden serüvenleri, nihayetinde Bilecik'e ulaştı. Ertuğrul Gazi, pek çok meşakkat ve tehlikeyle baş etmiş, nihayetinde Bilecik'te huzurlu ve müreffeh bir istikbale kavuşmuş oldu. 93 yıl yaşamış olan Ertuğrul Gazi, Domaniç'in tahsisinden sonra Bilecik'in ve Karacahisar'ın emniyeti, muhafazası ve güvenliğiyle meşgul olmuştur.
Ertuğrul Gazi'nin Bilecik ve Karacahisar Tekfur'unun tecavüzlerine karşı emniyetini aldığı Tatarlar, muhtemel ki Çavdarlar'dır (Toharlar) . Zira Osman Gazi döneminde yine Tatarlar olarak anılan Çavdaroğulları'nın Osman Gazi'nin kurduğu pazarı yağma etmeleri vakası yaşanmıştı. Osman Gazi, Çavdaroğulları'nın tecavüzünü henüz müslümanlığı kabul etmiş olmaları münasebetiyle affetmiş, ancak Tatar olmaları hasebiyle kendilerine güvenilmemesi gerektiğinin altını çizmişti [1][2]. Buradan anlıyoruz ki; Çavdarlar, Ertuğrul Gazi döneminde henüz Müslüman olmamışlardır. Bu münasebetle Çavdaroğullarını bir Türk Beyliği gibi neşreden kaynakların meseleye hakim olmadıklarını ve isminin Türkçe olması münasebetiyle peşin hükümlü yaklaştıkları anlayabiliyoruz.
Ertuğrul Gazi'nin Rüyası
Nakledilen rivayete göre Ertuğrul Gazi, bir ulema zata misafir olur ve zat, Ertuğrul Gazi'nin önünde bulunan dolaptan bir kitabı alıp -belki de okuduktan sonra- yüksek bir yere koyar. Ertuğrul Gazi, bu kitabın ne olduğunu ve ne anlattığını merak eder. Zat, kitabın Allah'ın Peygamber vasıtasıyla tebliğ ettiği Kelâmullah olduğunu söyler. Ertuğrul Gazi, kitabı alır ve bütün gece okur ve nihayetinde uykusu gelir. Uyuduğunda rüyasında, gaybdan gelen bir ses kendisine şu şekilde nida eder; "Madem ki sen benim Kelâm-ı Kadîm'i o denli hürmetle okudun, evladın ve evladının evladı, neslen nail-i izz'ü şan olacaktır" [3].
Söz konusu rüyayı nakleden Mehmed Neşri, çağdaşı olan tarihçilere nispeten daha gerçekçi ve sağlam deliller ile neşretmesiyle bilinen bir tarihçidir. Kitabı olan Kitab-ı Cihannüma da çağının neşriyatına nispetle bilimsel bir üslupla yazılmış olması münasebetiyle dikkat çeker. Muhakkak ki Neşri, sahihliğinden emin olduğu bir kaynağın rivayetini kaleme almıştır. Burada dikkat çeken husus, rivayetteki anlatımdan Ertuğrul Gazi'nin Kur-an'ı Kerim'i tanımamış olduğu sonucu çıkartılabiliyor. Detay vermese de bu rivayet, Ertuğrul Gazi'nin bu vakadan sonra Müslüman olduğu yorumuna yol açıyor. Ancak gerek Hammer gerekse Mehmed Neşri'nin naklettiklerinde bu görüşü destekleyecek başkaca bir bulgu bulunmamaktadır. Ayrıca Ertuğrul Gazi'nin babasının adının Süleyman olduğu gerçeğini da dikkate almak gerekir. Tüm bunların dışında, Kayıların Selçuklu ve Harzemşah Devletlerinin tebaası olduğunu, söz konusu dönemlerde İslam ile tanışmamış olmaları pek muhtemel değildir. Buradan anlaşılmaktadır ki; Ertuğrul Gazi, çocukluk yaşlarından itibaren İslam bir ailede doğmuş ve yetişmiş, ancak Kur-an'ı Kerim'i daha önce hiç okumamıştır. Ayrıca Ertuğrul Gazi'nin okuduğu kitabın Arapça değil Türkçe'ye çevrilmiş bir tercüme/meal olması daha kuvvetlidir. Bu vaka ayrıca şu hususa da tahakkuk ettirilebilir; Ertuğrul Gazi'nin ilk iki oğlu Gündür ve Saru Yatı'nın isimleri Türkçe, en küçük oğlu Osman'ın ise Arapçadır. Osman Gazi'nin doğumunda Ertuğrul Gazi'nin 70 yaşında olduğunu düşünecek olursak (1258), bu olasılık daha kuvvetli gibi görünür ki; Ertuğrul Gazi evvelce Müslümandı ancak Kur-an ile tanışması onun inanç dünyasını güçlendirmiş ve şekillendirmiştir. Belki de Ertuğrul, bu vakadan sonra Gazi unvanını kullanmayı tercih etmiştir.
Ertuğrul Gazi'nin Son Yılları
Ertuğrul Gazi'nin oğullarından Saru Yatı (Savcı) ile Osman'ın arasında hatırı sayılır bir yaş farkı vardı. Zira Saru Yatı'nın 1237'de vefat eden Alaeddin Keykubat'a elçi olarak gönderildiğini biliyoruz. Buradan hareketle Saru Yatı'nın doğum tarihi en geç 1220 olmalıdır. Özellikle Osman'ın gençlik yıllarında Ertuğrul Gazi'nin ilerleyen yaşı hasebiyle devletin idaresinde oğullarını daha aktif görevlerle vazifelendirmiş olmalıdır. Kaynaklar, Osman Gazi ve diğer varisler hakkında pek fazla kayıt düşmemişlerdir, ancak neşredilen bilgiler dönemin şartlarını değerlendirebilmemiz için yeterlidir.
Osman Gazi'nin Aşkı
Ertuğrul Gazi'nin son yıllarına dair en önemli kayıt Osman Gazi'nin Mal hatun ile evlenmesi sürecidir. Osman Gazi, ergenlik-gençlik yıllarında Ertuğrul Gazi'nin büyük hürmet ve saygı gösterdiği Şeyh Edebali'yi ziyaret ediyor, sohbetlerine iştirak ediyordu. Bu ziyaretleri esnasında Şeyh Edebali'nin kızı Mal hatun ile karşılaşmış, fevkalade şiddetli bir aşka tutulmuştu. Ancak Edebali, Osman'ın iyi niyetinden emin olmamış, hatta onu kızına denk görmediği için bu izdivaçlarına müsaade etmemişti [2].
Osman Gazi, belki de gençliğinin verdiği hezeyan ile aşkının ıstırabını silah arkadaşları ve çevresiyle paylaşıyordu. Bunlardan biri de Eskişehir Beyiydi (İsmi nakledilmemiş). Ancak bu bey, Osman'ın hikayesinden bir şekilde etkilenerek Mal hatuna meyletti ve Edebali'den kızını istedi. Edebali, bu beyi de reddetti. Şeyh Edebali, Osman'ın değil Eskişehir Bey'inin intikam ya da cezalandırmasından korkup buradaki ikametini terk edip Ertuğrul Gazi'nin topraklarına yerleştiler. Ancak vaka burada son bulmadı. Osman ile Eskişehir Beyinin arasında husumet giderek tırmandı.
Osman, gençlik yıllarından itibaren uzak mesafelere ava gidiyor, komşu vilayetlerin tekfurlarıyla ilişki kuruyor, belki de ihtiyarlayan babasının varisi olarak ön plana çıkmaya gayret ediyordu. Bu ziyaretlerinden birinde ağabeyi Gündüz ile birlikte İnönü Tekfurunu ziyarete gitmişti. Eskişehir Beyi, müttefiki Harmankaya Tekfuru Köse Mihal ile birlikte harekete geçip İnönü Tekfurunun kalesine gelerek Gündüz ve Osman'ın kendisine verilmesini istedi. İnönü Tekfuru, bu mütecaviz tavır karşısında misafirlerini teslim etmeyi reddetti. Gündüz ve Osman ise Tekfurun himayesinde kalmak yerine kendisini almak üzere kalenin kapısına dayanmış olan kuvvetler üzerine taarruz etti. Eskişehir Beyi, bu taarruz karşısında geri çekilmek zorunda kaldı, ancak müttefiki Köse Mihal esir edildi. Bu vaka Köse Mihal ile Osman Gazi'nin ilk karşılaşmasıydı. Mevzubahis bir husumet olsa da bu tanışma sonrasında Mihal ve Osman Gazi, uzun yıllar sürecek bir dostluğun temellerini atmış oldular.
Osman Gazi, ümitsiz aşkının ıstırabını tahammül ile yaşıyordu. Bu hislerle tekrar Şeyh Edebali'ye misafir oldu. Gün boyu devam eden misafirliği sonrasında geceyi yine Edebali'nin hanesinde geçirdi. Rivayete göre yatarken sevdası Mal hatunu tahayyül ederek uykuya daldı ve şu rüyayı gördü;
Şeyh Edebali ile aynı odada yatmaktaydılar. Edebali'nin göğsünden bir hilal yükseldi. Hilal büyüyerek yüceldi ve Osman'ın göğsüne geçti. Hilalin etrafında bir ağaç yükseldi. Bu ağaç yücelerek dallarının gölgesi üç kıtanın ufuklarını kuşattı. Ağacın kökünden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri akıyordu. Bu muazzam manzara bir halka gibi genişlemişti ve Osman halkayı parmağına takmak üzereyken uyandı.
Osman Gazi'nin bu rüyası, Şeyh Edebali'nin rızası için yeterli olacaktır.
Ertuğrul Gazi ve Uç Beyliği Meselesi
Kimi tarihi kaynaklar, Ertuğrul Gazi'ye uçbeyliği yakıştırması yapmaktadırlar. Ancak bu yakıştırmanın tarihi bir karşılığı yoktur. Zira Ertuğrul Gazi, kendisine tabi yalnızca 400 çadırlık mütevazi bir güce sahipti. Bu minvalde sahip olabileceği ordunun mevcudu ancak 500 kadar olabilirdi. Ayrıca Ertuğrul Gazi'ye iskan ve kışlak veren Alaeddin Keykubat, bu vakadan birkaç yıl sonra hayata gözlerini yummuştur. Halefi 2. Gıyaseddin döneminde ise Selçuklular zayıflamış, Kösedağ Savaşı sonrasında da Moğollara mağlup olarak Anadolu üzerindeki hakimiyetini kaybetmiştir (1243). Bu tarihten sonra Anadolu, Moğollar ile birlikte gelen Tatar kitleler ile Türkmenlerin mücadelelerine, Türk ve Türkmen kitlelerin ise başıboş ve bağımsız hareket ederek kendi istikballerini çizmeye çalışmalarına yol açmıştır. Böylesi bir keşmekeş içerisinde uçbeyliği gibi bir makam işlemeyeceği gibi, işleyecek olsa bile Ertuğrul Gazi'nin sahip olduğu askeri kuvvet fazlasıyla yetersizdir.
Kayıların Söğüt'e ve Sultanönü'ne göçlerinden itibaren Ertuğrul Gazi'nin vefatına kadar geçen süre, muhtemel ki Kayıların siyaseten en az risk ile hayatlarını idame ettirme gayretlerine sahne olmuştur. Bu çerçevede gerek Bizans'ın uç valileri Tekfurlar, gerekse diğer Türk beylikleri ile sulh içerisinde hareket etmiş olmalıdırlar.
Ertuğrul Gazi'nin Vefatı
Ertuğrul Gazi, 1281 yılında, 93 yaşında vefat etmiştir. Bu tarihte Anadolu, Moğol isyanının en yoğun olduğu dönemi yaşamaktaydı. Kayılar, coğrafyaları itibariyle Moğol taarruzlarından çok etkilenmedi belki ancak başıboş Tatar ve Moğol kitlelerin varlığı Bizans sınırlarına kadar hissedilir olmuştu.
Ertuğrul Gazi, vefat ettiğinde büyük oğlu Saru Yatı en az 60'lı yaşlarında, tecrübeli ve beylik vasıflarına sahip veliaht olarak yönetime geçti. Bu tarihte Osman Gazi, henüz 22 yaşındaydı. Gündüz'ün ise yaşı daha küçüktü. Sanılanın aksine Ertuğrul Gazi'den sonra devletin idaresi Osman Gazi'ye geçmemiş, Saru Yatı'nın Domaniç Savaşında vefat etmesi üzerine (1287) Osman Gazi Beyliğinin idaresini üstlenmiştir.
Ertuğrul Gazi'nin Vasiyeti Meselesi
Kimi mecralarda, hatta kamusal alanlarda, Ertuğrul Gazi'nin ve Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye vasiyeti/nasihati olarak mevzubahis edilen bir takım metinler söz konusudur. Peşinen ifade etmek gerekir ki; söz konusu metinlerin tarihsel bir karşılığı yoktur. Hiçbir tarih kaynağında şu veya bu şekilde vasiyet yahut nasihat olarak geçen bir metin bulunmadığı gibi, söz konusu metnin günümüz edebiyatı ve terminolojisiyle oluşturulduğu aşikardır. Söz konusu metinler tümüyle yakıştırma ve tahayyül eseridirler. 1982 yılında, gazeteci yazar Tarık Buğra'nın yayınladığı Osmancık adlı romanda geçen söz konusu metinler, bir edebiyatçının hayal gücünün eseridir. Öyle ki; yazarın tarihçi bir kimliği bulunmadığı gibi böyle bir iddiası da yoktur.
İstifade Edilen Kaynaklar;
1. Aşık Paşazade (Osmanoğullarının Tarihi)
2. Hammer (Büyük Osmanlı Tarihi)
3. Mehmed Neşri (Kitab-ı Cihannüma )