Türk Ordusu ve Yerli Savunma Sanayi üzerine konuşacağız. Mesele Türk Tarihi, Savunma Sanayi ile ne ilgisi var diyeceksiniz. Alakası olduğu kadar konuşacağız. Hangi roket kaç km gidiyor, hangi motor kaç tork falan bunlardan bahsetmeyeceğim. Ama İçinde bulunduğumuz dönem hatta bugün bile bir tarih sayfası aslında. Yani Tarih yazılmaya devam ediyor ve evet biz şuan tarihin tanıkları durumundayız.
Tarihimizi değiştirecek bir takım gelişmeler yaşanıyor. Türk Savunma Sanayi'de bu değişimin çok önemli bir dinamiği. Yakın zamana kadar askeri alandaki çalışmalar pek gündemimizde yoktu. Ama son birkaç yıldır ciddi bir ilgi ve merak söz konusu. Tabi çok fazla detay ve gelişme olduğu için o parça parça bilgileri bir araya getiremiyoruz. Bu çalışmada da yerli savunma sanayindeki süreci bir genel resim olarak ortaya koymaya çalışacağız.
Belgeseli 4 bölüm olarak planladım. İlk bölümde geçmişte neler yapıldı, bugünlere nasıl geldik onu anlatacağım. Sonraki videolarda deniz, hava, kara kuvvetleri için ayrı ayrı detaylı olarak üzerinde duracağız.
Evet, neler oluyor? Ne üretiyoruz, ne üretemiyoruz, hangi ürettiğimiz ne kadar yerli? Pek çok soru var aklımızda. Şimdi bu soruların yanıtlarını bulacağız birlikte. Önce çok kısa bir tarih serüvenine çıkalım.
Türk Tarihi savaşlarla yazılmıştır. Yani Savaş Tarihimiz Kültür Tarihimizin önüne geçmiştir. Çünkü tarih boyunca zor coğrafyalarda çetin mücadeleler vermek zorunda kaldık. Türkleri büyük ve güçlü bir millet yapanda buydu aslında. Türkler savaşlarını sadece çok cesur oldukları için değil çok iyi silahlar üretebildikleri ve savaşlarda etkili stratejiler uygulayabildikleri için başarılı oldular. Örneğin atlar genellikle ulaşım ve lojistik için kullanılıyorken Türkler atı bir savaş aracı haline getirdiler. Üzengiyi icat edip at üstünde dengeli durarak büyük bir avantaj elde ettiler. Böylelikle arkalarını dönüp ok atabildiler, at üstünde balta ve gürzlerle savaşabildiler. Böylelikle hızlı orduların yıpratıcı darbeleri kendilerinden kat be kat üstün orduların karşısında zaferler elde edebilmelerini sağladı. Ürettikleri hassas uğraş ve üstün teknikler gerektiren kompozit yaylar, alternatiflerine göre çok daha uzun menzilli ve art arda daha hızlı atış yapabilme özelliğine sahipti. Batıda zarif ingiliz ve arap atları olanca zarafetiyle boy gösterirken Türkler bozkırın çelimsiz görünen, ufak tefek, çirkin atlarıyla savaşıyorlardı. Ama ingiliz ve arap atları yorulduklarını anlayamadıklarından çatlıyor, savaş halindeyken ürkebiliyor, çok yüksek oldukları için de yaya savaşçılara karşı dezavantaj oluşturuyordu. Oysa çirkin Türk atları çatlamıyor, daha uzun mesafeleri daha az yem ve suyla gidiyor, boyları kısa olduğu için yaya savaşçılara karşı da zafiyet oluşturmuyordu. Türkler, sahip oldukları bu üstün araçlarla yaşadıkları çağın savunma sanayiinde öncü durumundaydı. Bu durum 17. yüzyıla kadar böyle devam etti. Ama sanayi devrimi herşeyi değiştirdi.
Sanayi devrimi ile yeni savaş gereçleri ortaya çıktı ve bu gereçler tüm dengeleri değiştirdi. Barutlu tüfekler, toplar, zırhlı taşıyıcılar, gemiler, tanklar, uçaklar, helikopterler. Sanayi Devrimini kaçıran Osmanlı bunun bedelini çok ağır şekilde ödedi. Bu bedeller ödenerek kurulan Cumhuriyetle birlikte pek çok şey değişti tabi.
İlk hamle Uçak üretiminde oldu. Mustafa Kemal'in emriyle 1925 yılında temelleri atılan projeyle Almanlarla birlikte ortaklaşa uçak fabrikası kurduk. İlk uçak 1927'de üretildi. Önceleri montaj ve bakım kabiliyetine sahip olan bu fabrika, 1930'da üretim merkezi haline getirildi. Bu fabrikada sadece 10 yılda 134 uçak üretildi. Ancak Almanlarla yapılan ticari anlaşmalarda aksaklıklar ortaya çıktı ve 1930 yılında faaliyetlerine son vermek zorunda kaldı. Sonrasında Vecihi Hürkuş dönemi başlar. Vecihi Bey, uçak üretimindeki gelişmeler üzerine Kadıköy'de bir fabrika kurdu. 1936'da Vecihi K-14 adlı ilk sivil uçağını üretti ve Çekoslavakya'ya götürerek sertifikalandırdı. Ama Devletten hiçbir destek görmedi, hatta uçağını Posta Servisine hibe etti. Hatta hazindir, THY onu mühendislik eğitim alsın diye Almanya'ya göndermiş, sadece 2 yılda bütün eğitim sürecini tamamlayarak uçak mühendisi olmuş, döndüğünde THY kendisine mühendislik ruhsatı vermemiştir. Vecihi Bey yine de vazgeçmeyerek 1954'de ilk sivil havacılık şirketi olan Hürkuş Havayolları'nı kurdu. THY'nin elden çıkarttığı uçakları onarıp geliştirerek filosuna kattı. Ancak bu başarısı cezasız kalmadı; uçaklarına sabotajlar düzenledi, ekonomik zorluklarla karşı karşıya kaldı. 1969'da vefat ettiğinde geriye sadece adı kaldı. Bir hamle de Nuri Demirağ'dan geldi. Aslında Demiryou Müteahhidi olan Demirağ, 1936'da Bugün Atatürk Havalimanı'nın olduğu alanda uçak fabrikası kurdu ve 1936'da ilk uçağını üretti. 1938'de de ilk yolcu uçağımız olan NUD-38'i üretti. 1944 yılında A sınıfına alınan bu uçaklar THY'nın alımdan vazgeçmesi üzerine hüsranla sonuçlandı. Demirağ, uçaklarının bir kısmını Hollanda'ya sattı. Sonrasında ise Demirağ'ın uçaklarını yurtdışına satması yasaklanınca fabrika kapandı ve kalan uçaklar hurdacılara satıldı. Bu yasak nedeniyle Irak ve İran'ın verdiği siparişler iptal oldu. Son uçak üretme girişimi ise doğrudan Devlet tarafından başlatıldı. Türk Hava Kurumu 1936'da Akköprü'de kurduğu uçak fabrikasıyla planör ve hafif uçaklar üretmeye başladı. 2. Dünya Savaşında Almanya'dan kaçan polonyalı mühendislerin görevlendirildiği bu atölyede ilk başarılı proje THK-5A oldu. 6 yolcu kapasiteli bu nakliye uçağı büyük ilgi gördü ve Türkiye, ilk uçak ihracatını Danimarka'ya ihraç etti. Uçak üretimi ilerleyen yıllarda da hız kazandı. 1952-54 yılında yine Türk Hava Kurumu ve MKE işbirliğiyle 6 ayrı modelin imal edilmesine karar verildi. Ancak Türkiye'nin Nato'ya girişi ile savunma sanayii büyük bir darbe aldı. ABD'nin T-33 Jet uçaklarını hibe etmesi ve Nato standartları gibi argümanlar nedeniyle küçük amerika olmaya heveslenen Türkiye, savunma sanayii alanındaki tüm projelerini sonlandırdı. 1950'de büyük bir ivme kazanan savunma sanayii, 1960'a gelindiğinde tüm üretimleri durmuş hatta ürettiği uçakları imha eder hale gelmiştir.
Uçak üretimi dışında ilk silah fabrikamızı da 1930'da kurmuştuk. Nuri Killigil, Sütlüce'de kurduğu fabrikada tabanca, mermi ve havan topu üretmeye başlamıştı. Ancak bu fabrika, Amerika'ya yakınlaşmaya başladığımız 1949 yılında kundaklandı ve yok oldu. Nuri Killigil de bu patlamada şehit oldu.
Göreceğiniz gibi Cumhuriyet'in ilk dönemlerini trajik şekilde anmak zorunda kaldık. Atatürk henüz hayattayken gösterilen gayret ve ulaşılan başarılar Atatürk'ün vefatı sonrasında heba edildi. İnönü döneminde kısıtlı imkanlara rağmen ortaya konan büyük başarılar ve yıllar süren deneyim adeta kasıtlı şekilde suikastlar, sabotajlarla ortadan kaldırıldı. Menderes dönemindeyse Küçük Amerika olabilme hayaliyle savunma sanayi adeta yok edildi. Herşeye rağmen ortaya konan başarılar herşey yolundayken aniden, anlam verilemeyecek bir şekilde ve birdenbire ortadan kaldırıldı. Böyle siyaset yapıyor gibi olduk ama sorun İnönü ya da Menderes değildi. Zaten sonrasında da hiçbir şey değişmedi. 1960'dan 1970'e kadar durum daha da kötüye gitti. Türkiye hiçbirşey üretemez, kılını kıpırdatamaz hale geldi. Türkiye ABD'nin savaş artığı emekliye ayırdığı silahlar, gemiler, uçaklarla yetinmek zorunda bırakıldı.
Ama 1970'lerden sonra her şey değişti. Hem de çok hızlı, beklenmedik ve fevkalade bir şeklide. Türkiye, Kıbrıs sorunuyla uğraşırken ne zaman adım atmaya teşebbüs etse ABD ambargo kozunu oynuyordu. Kıbrıs'ta akan Türk Kanı'na karşı elimiz kolumuz bağlı hale gelmişti. Uçağımız, Donanmamız, Silahlarımız vardı ama hiçbirini kullanamıyorduk. İşte bu kaos ortamı aklımızı başımıza getirdi.
Önce ilk savaş gemimizi yaptık. Hemde sadece birkaç yılda. Üstelik bu gemi en üst sınıf zırhlı muhrip yani bir Destroyer'di. TCG Berk. 1972'de suya indi. Tümüyle yerli değildi. Amerikan Claud Jones destroyerinden ilham alındı. Motoru Amerika'dan, Uçaksavarı İtalya'dan, Topçu bataryası Almanya' dan ithal edilmişti. Ama tasarımı bize aitti. Kimse ambargo koyamıyordu. Bu destroyerle Kıbrıs harekatına girdik. O tarihte sadece 2 destroyerimiz vardı. TCG Kocatepe ve milli savaş gemimiz TCG Berk. Amerika'dan ithal ettiğimiz Kocatepe, Kıbrıs Harekatında dost ateşiyle uçaklarımız tarafından "yanlışlıkla" vurulunca yerini TCG Berk aldı. Berk olmasaydı belki de operasyon iptal edilecekti. Çünkü çıkarma gemilerimizi koruyacak üst sınıf bir muhribimiz yoktu yani açık hedef haline gelecekti. Üstelik Vurulan Kocatepe gemisindeki mürettebatı da Berk kurtarmıştı. Bize Kıbrıs Harekatını kazandıran milli savaş gemimiz, harekattan sonra donanmanın amiral gemisi durumuna geldi. Harekattan hemen sonra ikinci destroyerimizi yaptık, hemde daha üstün özelliklerle. TCG Peyk. İsminden ingilizce olduğu sanılmasın, Peyk osmanlıca bir terimdir, emre amade demektir.
Kıbrıs Harekatından sonra Milli Savunma Sanayine olan ihtiyacımız daha da gün yüzüne çıktı. Türkiye, Nato bünyesinde, ABD'nin ürettiği telsizlerle iletişim kuruyordu. Kıbrıs Harekatı sırasında ABD telsizleri kullanıma kapatmış, bu nedenle harekat büyük sekteye uğramıştı. Harekattan sonra, 1975'de ordunun telsiz ve iletişim irtibatını sağlayacak ekipmanların üretimi için, bugün Savunma Sanayii'nin amiral gemisi olan ASELSAN kuruldu. Birkaç yıl sonra, 1980'li yılların başında ilk telsiz üretimine başladı. Sırt, tank ve el telsizleri üretimini başarıyla gerçekleştirdi. 1985'de lazer mesafe ölçüm cihazları, 1986'da elektronik harp cihazları üretmeye başladı. 1987'de ise Nato bünyesinde Stinger füze üretiminde projeye dahil oldu. 1988'de ise F-16 savaş uçaklarının aviyoniğini üretmeyi başardı. 1992'de Radar üretimine, 1995'de ise Kızılötesi güdüm, lazer güdümü, termal görüntüleme sistemlerinin üretimine başladı. Hatta 1997'de Türkiye'nin ilk cep telefonunu üretti.
1970'lerde ki milli sanayi hamlesinin bir diğer aktörü de TUSAŞ. 1973'de kurulduğunda, havacılık alanında kaybedilen 20 yılı geri kazanmak için harekete geçti ve bugün yerli ve milli eğitim ve sivil amaçlı uçaklarımızı görebilmemizi sağladı.
Hava ve Deniz Kuvvetleri tarafındaki savunma sanayi atılımlarını arkasından Kara Kuvvetleri tarafında ki atılımlar gerçekleşmeye başladı. Daha çok Alman sanayiinin üretimi olan vurucu güçlerimiz tanklar ve obüs topları 1990'larda PKK'ya karşı kullanılmaya başlandığında Almanya, tanklarının kullanımı ile ilgili sorunlar çıkartmaya, ambargo söylemlerini masaya koymaya başlamıştı. Aranan çözüm 1995 yılında bulundu. Güney Kore'li Samsung firması ile yapılan teknoloji transferiyle Fırtına Obüsleri ve sabit/hareketli toplar üretimine başlandı. İlerleyen yıllarda Güney Kore ile geliştirilen bu ortaklık milli tankımız Altay'ın üretiminde daha da güçlendi.
Bugün Hava, Deniz ve Kara'da ihtiyaç duyduğumuz silahların üretimi noktasında fevkalade bir noktaya geldik. Üstelik bu noktaya ambargolarla, darbelerle, ekonomik krizlerle, siyasi kaoslarla geldik. Bahsettiğimiz geride kalmış 50 yıllık bir serüven. Ve önümüzdeki en az 50 yıllık tarih serüveninde içimizi rahatlatan, güvenimizi arttıran, geleceğe ümitle bakabildiğimiz bir serüven. Çok şey yaptık, yapacağımız daha çok şey var. Emin adımlarla ilerliyoruz. Bu belgeselin amacı da bu farkındalığı ortaya koyabilmek.
Namık Kemal'in o veciz dizesini hatırlayalım;
Ecdadımızın heybeti maruf-i cihandır, Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır.
Önce tarihsel bir açılım yapalım istedim. Devamında sırasıyla Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri için 3 ayrı çalışma olacak şeklide devam belgeselleri olacak. Hangi alanda ne kadar yerli üretime sahibiz, devam eden çalışmalar neler, gelecekte hangi başarılara ulaşacağız birlikte inceleyeceğiz. Diğer bölümler için takipte kalın.
İzlediğiniz için teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.