Talihin türlü cenderelerinden geçen Türkler her zaman bir bütün, yekpare bir kitle olarak kalamadılar. Sürünün kıyısındaki koyunlar gibi karnını doyurma içgüdüsünün gafletle tezahürü ile kendilerini sürüden kopmuş, karnı tok ama istikbali kör bir vaziyette buldular. Zamanla asimile oldular, dillerini, kimliklerini ve benliklerini unuttular. Çoğu varlığı bilinmeyen, bilinse bile hatırlanmayan, hatırlansa bile izine rastlanmayan bu kitleler, enformasyon çağının sunduğu imkanlarla, son yüzyılda biz buradayız diyorlar. Onlar Hristiyan Türkler.
Tarih araştırmalarımda Türklerin ne denli geniş sahalara, uzak coğrafyalara pervasızca yayıldığını müşahede ettikçe hayrete düşmüşümdür. Çin, Arap, Mısır, Roma gibi çağlara iz bırakmış diğer milletlerin coğrafyalarını benimsemeleri ve tarihten silinme, yok olma pahasına topraklarından vazgeçememelerine karşın Türklerin tüm yeryüzünü vatanları addedip yeryüzünün herhangi bir habitatına göç edip zaten oradalarmış gibi yaşamaları bana fazlasıyla sıradışı görünmüştü. Türklerin yaşam kuralları, kozmosa bakış açıları ve kültürel değerlerini kanıksadıkça bu durumun ne kadar akıllıca ve diğer milletlere karşı ne denli üstün bir yöntem geliştirdiklerini anladım. Ancak bu yöntemin demografik bir kusuru vardı. Çok fazla kültürel zayiata yol açıyordu.
Türkler, yoğunlukla hakasya bölgesinde başlayan ve Orta-Kuzey asyaya yayılan tarih serüvenlerine kutlu Hun Devleti ile bir siyasal bütünlük elde edebilmişlerdi. Ancak bir tür aşiret düzeniyle yaşayan bozkır insanları, siyasat bütünlüklerini sağlayacak kutlu bir lider bulamazlarsa kendi başlarının çaresine bakmayıda öğrenmişlerdi. Hun Devletinin önce bölünmesi, sonra kendi içinde tekrar bölünmesi ve nihayet yıkılması ile kutbulmuş liderlerinden yoksun kalan Türk Kitleler, oba-oymak nizamıyla yaşayıp kendi istikballerini aramaya karar vererek atlarının, hayvanlarının ve evlatlarının temel ihtiyaçlarını giderme gayesiyle, biraz daha fazla ot ve su bulabildikleri her coğrafyayı tecrübe etmeye başladılar. Bu kitlelerin bir kısmı medet için Çin'e sığınmış, bir kısmı güneşin battığı yöne doğru yeni coğrafyalar tecrübe etmeye yeltenmiş, bir kısmı ise Ötüken'den paylarına düşene razı olup ata yurtlarında kalmışlardı.
Çin'e sığınanlar asimile oldular. Ötüken'de kalanlar Göktürk kağanlığını kurdular. Batıya göç edenler ise denizde bir gemi misali dümenlerinden çok dalgaların, rüzgarların uğuruna güvendiler. Geniş coğrafyara yayılan bu kitleler, batıda sayısız beylik ve onlarca devlet kurdular. Her kurulan devlet, kitleyi bir kutlu liderin himayesi altında toplamaya çalışsa da bu sancılı süreç kaçınılmaz olarak ardında sürüden kopmuş, asimile olmuş kitleler bıraktı. Bugün Afganistan, Hindistan, İran, Çin coğrafyalarında ataları bozkırda at sürmüş ama dilini, kültürünü yaşayamadığı için asimile olarak atalarının kim olduğunu hatırlamayan Türkler yaşarlar.
20 asırlık sancılı bir süreçten sonra (M.ö.10.yy / M.s.10.yy) depremler sonrasında jeolojik formunu yakalayan yerküre gibi insanlık tarihi temel hatlarıyla şekillenmiş, yerküre paylaşılmış, ayakta kalabilen milletler, kültürler ve diller izi sürülebilir hale gelmişti. Artık kitleler yanlızca bedenlerini yaşatmak için mücadele etmiyorlardı. Coğrafi sınırları din ve maneviyat gibi derin hisler şekillendirmeye başladı.
Türklerin kadim maneviyatı olan Gök Tanrı İnancı fazlasıyla homojendi. Bu inanç toplumu şekillendirmiyor, kitleleri bir arada tutacak sosyo-kültürel bağlar ihtiva etmiyordu. Bu nedenledir ki; Türkler Gök Tanrı İnancını kolaylıkla terk edip başka bir inanç mekanizmasını benimseyebiliyorlardı. Çekirdeğinde birleştirici bir unsur bulunmayan Gök Tanrı İnancı, içinde kuvvetli mefküreler barındıran diğer inançlar kadar idealist ve teşvik edici değildi. Üstelik Türkler, 10 asırlık bir serüven neticesinde Orta Asya'yı bırakıp Orta Doğu ve Doğu Avrupa sathına yığılmış, demografik varlığının dengesi Doğu'dan Batı'ya evrilmişti.
10. Asıra gelindiğinde Batı, Din devinimini tamamlamış, nihayet Hristiyanlığı benimser hale gelmişti. Orta Doğu ise İslam'ın en parlak dönimini yaşıyordu. Türkler, bu coğrafyanın önemli aktörlerinden biri haline gelirken halen kutlu bir lider arıyor, o kutlu lider bulunamazsa irili ufaklı parçalar halinde yaşıyor, çoğu zaman en iyi bildikleri şey olan savaşmayı bir meslek haline getirerek lejyonerlik yapıyorlardı.
Sırada Türklerin Din Devinimini vardı. Türkler, farkında olmasalar da, bu yeni coğrafyada bozkır nizamıyla yaşayamazlardı. Kitleyi bir arada tutacak, toprağın kili, betonun çimentosu gibi homojen dokusundan taş gibi sağlam hale getirecek bir siyasi mekanizmaya ihtiyaçları vardı. Kısa sürede ve kaçınılmaz olarak bulundukları coğrafyanın hakim inancı olan İslam ile tanıştılar ve çok sevdiler. Çok sevdiler diyorum, çünkü savaşmayı emrediyordu. Türkler savaşsız yapamazlardı. Kadim bozkır coğrafyasında yaptıkları yağma akınlarının yerini cihat almıştı artık. İç güdülerindeki savaşma arzusunu bastıracak, üstelik daha yüce, daha kalbe dokunan bir sebepleri vardı artık.
Çağın Türk Devletleri Oğuz Yabguluğu, Karahanlılar, Gazneliler, adım adım müslümanlığı benimsemeye ve içselleştirmeye başladılar. Ardından Selçuklu Devleti vücut buldu ve hakim güç haline gelerek yaşadıkları çoğrafyada siyasi-kültürel keşmekeşlerle boğuşan Türkleri bir araya toplamaya muvaffak oldu. Şüphesiz bu muvaffakiyetin yegane vasıtası İslam olmuştur. Nihayet 13 asır sonra Türkler yeniden yegane bir güç unsuru haline gelebildiler. Karahanlı, Gazne Devletleri yıkıldıklarında bakiyeleri Selçuklu Devletinin tabaası haline geldi. İslam birleştirici unsur oldu ve artık Türkler, birlik olabilmek için kut bulmuş bir liderin yeryüzüne nüzulünü beklemek zorunda değillerdi. Gök Tanrı İnancının ortadan kalkması ve İslam'ın adım adım kültürel dokuya yerleşmesi ile tek vücut haline gelen Türkler yeniden dil-din-coğrafya-iktidar birliğine kavuştular.
Ama sürü her göç ettiğinde ardında zayiatlar bırakır. Güney-Doğu Hazar coğrafyasında yaşanan bu devinim, bölgede yaşayan Türkleri bir araya getirebilmişti. Ancak Türkler yalnızca bu coğrafyada yaşamıyorlardı. Yüzlerce yıl önce Hazarın Batısına ulaşan, Doğu Avrupa'da yüzlerce yıl yaşayan Kuman, Kıpçak, Uz ve Peçenek kitleleri bu manevi ve siyasi inkılaba uzak kalmışlardı. Artan insan nüfusuna karşın, önceleri bölgelerinde söz sahibi olan bu kitle, kutlu bir lider beklemekle zaman kaybederken etrafındaki Germen, Slav ve Avrupa'nın diğer barbar orman kabileleri kalabalıklaşıyor, medenileşiyor, Kuzey Karadeniz bölgesine yayılıyorlardı. Zamanla üstün güç olma özelliklerini kaybeden Doğu Avrupa Türkleri, yine küçük parçalara bölünmüş, oba-oymak düzeniyle yaşayıp en iyi yaptıkları şeyler hayatlarını idame ettirmişlerdi; Savaşmak.
Roma, Türklerin savaş kabiliyetlerinden istifade ediyor, Türkler ise lejyonerlik yapıyor, en iyi bildikleri şeyi yaparak hayatta kalıyorlardı. Ancak bu tarihi tezahür, Doğu Avrupa Türklerini 10-11. Yüzyılda ki Türk Dirliğinden kopardı. Anadolu-Hazar-Ortadoğu sathında yaşayan Türkler İslam çimentosuyla bir araya gelmeyi öğrendiklerinde Batı Avrupalı Türkler lejyonerlik yapıyorlar, kaçınılmaz olarak asimile oluyorlardı. Herhangi bir misyonerlik faaliyetine maruz kalmadan, temas ettikleri toplumlardan etkilenen Kuman-Kıpçak-Uz-Peçenek Türkleri, zaman içerisinde Hristiyanlığı benimsediler. Hatta öyle ki; Türkler, Anadolu'ya girdiklerinde Alparslanın karşısına dikilen Roma Ordusunun en önemli savaş stratejisti ve Diyojen'in sağ kolu bir Türk'tü (Tarkal). Alparslan'ın savaşı kazanmasını sağlayanlar ise saf değiştirip Türklerin yanına geçen Peçenek-Uz birlikleriydi. Tarih, bu iki Türk kitlesini yüzlerce yıl sonra, destansı bir savaşta, kutsal bir tesadüfle bir araya getirmiş, birbirlerini uzun süre görmeyen iki yakın akrabanın karşılaşması Dünya Tarihinin seyrini değiştirmişti.
Türkler nihayet Anadolu'ya girdiler. Ancak 20 asırlık bu serüven neticesinde Orta Asya'da sürüden ayrılan pek çok kitle kalmış, bu kitleler Çin, Afganistan, Hindistan gibi ülkelerin demografik havuzlarına dahil olmuş ve kaybolmuşlardı. Şüphe yok ki; Orta Asya'da kalıp kimliklerini kaybetmeyenler yalnızca Müslüman olan Türkler olmuştur. Bu kitleler bugün Türki Cumhuriyetler olarak bildiğimiz, kadim topraklarımıza çıkan Türk Devletleridirler.
Anadolu'da filizlenen Osmanlı Devleti, nihayet Marmara'yı aşıp Trakya'ya ayak bastığında yine soydaşlarıyla karşılaştılar. Osmanlı, Trakya'ya ayak bastığında, neredeyse 10 asır önce Batı Avrupa'ya ayak basmış, yüzlerce yıl Roma'ya hizmet etmiş ve Hristiyanlaşmış kitlelerle karşılaştılar; Gacallar, Konyarlar ve Çitaklar. Zaman içerisinde farklı lehçelerle konuşur hale gelen Osmanlı Türkleri ile Trakya Türkleri, burada ortak dilleri sayesinde iletişim kurabiliyorlardı. Bu iletişim, onları Gayrimüslim Teba olmaktan öteye taşıdı ve yakın akrabaları olan Osmanlı Türkleriyle kaynaşan Trakyalı Türkler birkaç yüzyıllık gecikmeylede olsa İslam Potasına girebildiler. Ancak Doğu Avrupa'da yaşayan başka Türkler de vardı. Gagavuzlar.
Gagavuzlar
Avrupa Hunlarıyla Doğu Avrupa'ya ayak basan, ardından gelen akrabaları Uzlarla, Peçeneklerle kaynaşan, zamanla eski güçlerini yitiren ancak varlıklarını sürdürebilen Türklerden Trakyaya ulaşanlar ve Kırım'da yaşayanlar İslam potasına girerek Türk Dirliğinin bir unsuru haline gelebildiler. Ancak yaşadıkları coğrafya bakımından Müslüman Türklerle temas kuramayan Gagavuzlar Hristiyan olarak kaldılar. Aradan geçen 7-8 asır boyunca bu kimliklerini unuttular. Onlar Hristiyan Batı Dünyasının bir unsuru haline gelmiş, Türklükle ilişiklerini neredeyse tümüyle kaybetmiştiler.
Enformasyon çağı, Tarihin derinliklerini aydınlattığında Macar aydınları bir gerçeğin farkına vardılar. Konuştukları dilin Türkçe ye bu denli yakın olmasını anlamlandırmaya çalıştılar önce. Türkçe ile Yüzlerce ortak kelime kullanan Gagavuzlar bunun tesadüf olamayacağının farkına vardılar. Ardından kültürlerindeki izlerin Bozkır Türklüğünün bakiyesi olduğunu tespit ettiler. Tarih sayfalarından sürdükleri izlerle Türk olduklarını farkettiler.
Bugün, Moldova ve Macaristan'da yaşayan Gagavuzlar kutladıkları Hun Türk Kurultayı ile Türk Dünyasına "Burada Türk Kardeşleriniz Var" diye sesleniyorlar.
Hristiyan Karamanlılar
Bir diğer vaka ise Hristiyanlıktan vazgeçmeyen Karamanoğulları Türkleridir. Osmanlı-Karamanoğlu mücadelelerinde Anadolu Türk Birliğinin tahsisini geciktiren bu Türk kitleler, Karamoğulları Beyliğinin yıkılması ile Osmanlı Tebaası haline gelmişlerdi. Ancak içlerinde Hristiyanlığı tercih eden kitleler barındıran bu Türk toplumu Osmanlı için bir risk teşkil ediyordu. Bir kısım Karamanlı Türkler uç beylikleri olan Bulgaristan-Yunanistan bölgesine göç ettirilirken Müslüman Olmayan Türkler Anadolu'da Bozkır hayatı yaşamaya devam ettiler. Zamanla bir azınlık haline gelen Hristiyan Karaman Türkleri, maalesef Cumhuriyetin kuruluşundaki sancılı süreçte Yunanistan ile yapılan mübadelelerle Rum muamelesi görerek Yunanistan'a nakledildiler. Bugün Yunanistan'ın demografik yapısı içerisinde yer alan bu Türk kitle, kimliklerini biliyor olsalar bile gizliyor, saklıyor ve unutmaya çalışıyorlar.
Tüm bu vakalar, şunu açıkça gösteriyor ki; Türkler Müslüman olmasalardı 10. yüzyılda değişen dünya düzeni Türkleri yaşadıkları coğrafyaya savuşturacak, muhtemelen asimile edecek, kurabilecekleri irili ufaklı küçük özerk cumhuriyetler dışında siyasi bir güç unsuru olamayacaklardı. Günümüzde Müslümanlık akımı dışında kalan ve kaçınılmaz olarak Hristiyan dünyanın içerisinde kaybolan Türkler, bugün kimliklerini, dillerini ve genetik hafızalarını yitirmiş durumdadırlar. Elbette bugün onlar bizim din kardeşimiz değillerse de kan kardeşimizdirler ve hasretle Türk Dünyası içerisinde yer almayı ümit ediyorlar.