Türk Tarihinde göç meselesi mühimdir. Geniş sahalara yayılma, diğer medeniyetlerle temas ve etkileşim, kaynakların çeşitliliği ve araştırma sahalarının genişliği gibi pek çok husus, Türklerin göç nedenleri ve göç güzergahlarını anlamayı ve anlamlandırabilmeyi zorunlu kılıyor. Buradan hareketle Türklerin göçleri üzerinde durmamız, elimizdeki tüm veriyi bir araya getirerek analiz etmemiz gerekiyor.
Göçebelik
Öncelikle pek çok kez karşımıza çıkacak olan bu kavramı doğru anlamamız ve yorumlamamız gerekiyor. Zira Göçebelik, Göçerlik, Konar-Göçerlik gibi muhtelif kavramlarla karşımıza çıkacaktır. Bu kavramlar birbirine çok yakınlarmış gibi görünselerde aslında çok farklı kültürel unsurlar içerirler ve hatta birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar.
Göçebelik (Nomad): Yersiz, yurtsuz toplumların topraklarına sahip çıkacak güce ulaşamamış küçük çaplı kitlelerin ya da kaçak toplulukların yaşam biçimidir diyebiliriz. Göçebeler, adeta avcı-toplayıcı kitleler gibi sürekli hareket halinde kalarak tehditlerden uzak kalmaya gayret ederler. Böylece savaşmak zorunda kalmazlar ve kimse için tehdit oluşturmazlar. Bununla birlikte müstakil bir kültür oluşturmaları, sanat ve bediyatla uğraşmaları da pek olası değildir. Ancak sözlü kültürleri (Müzik, Mit, Efsaneler) oldukça güçlüdür. Örneklendirecek olursak; Roma'nın göçerlerini (Zingariler/Çingeneler) söz konusu edebiliriz. Milat öncesi dönemlerden itibaren Hindistan'dan yayılan, Afganistan, İran, Anadolu, Yunanistan ve Roma'ya kadar geniş coğrafyalarda yaşayan Zingariler, Roma Devleti tarafından köleleştirilene kadar özgür birer Dünya Vatandaşı gibiydiler. Roma ve Bizans'ın kendilerini ülkesiz olarak tanımlamak için kullandıkları Rom(İnsan) ifadesi bugün Roman kavramı ile yaşamaya devam eder. Roma tarafından köleleştirilen bu toplumlar 19. yüzyılda yaşadıkları bölgede bir devlet kurarak bugün Romanya Devletinin kurucu unsuru olmuşlardır.
Göçerlik: Tabiat şartları ve yaşanılan coğrafyanın zorluklarıyla başetmek mecburiyetiyle çok sık yer değiştiren ancak genel olarak belli bir bölgede yaşayan toplumlar Göçer sınıfına girerler. Müstakil olarak bir millet anlayışları, ortak dil/lehçe gibi değerleri olmakla birlikte yaşadıkları coğrafi sahada yerleşik kalamadıkları için bir medeniyet inşa edemezler. Bunun yanında sözlü edebiyatta çağdaşlarından önde oldukları bir gerçektir ki; tüm bediyat anlayışları sözlü edebiyata konsanre olmuştur diyebiliriz. Bu toplumlar muhakkak ki hayvancılığa büyük önem vermek zorundadırlar. Tarıma elverişli olmayan ancak yaban meyvesi gibi ürünlerden istifade eden, hayvan sürülerine yaşam imkanı arayan bu kitleler belli bir bölgede yaşayamamış olmaları bakımından geri bir medeniyete ancak yoğun bir insan nüfusuna sahip olabilirler. Sayıca küçük kitleler halinde yaşıyor ve belli bir coğrafyada hayatta kalmaya çalışıyor oldukları için aslında aynı dili konuştukları, aynı milletin mensubu oldukları diğer kitlelerle savaşabilmiş olmaları söz konusudur. Yani savaşçı sayılabilirler. Ancak göçer kitlelerin sayıca geniş bölüklerden oluşması olası değildir ve en fazla birkaç yüz kişilik klanlardan oluşan aşiret düzeninde savaşlar yaşanabilir. Buna daha çok kalabalık kavgalar da diyebiliriz. Onbinlerce askerin karşı karşıya geldikleri, gelişmiş savaş taktikleri uygulanan savaşlardan ziyade daha çok birkaç dakikada neticelenen küçük çaplı çarpışmalar yaşanabilir. Yine örneklendirecek olursak; göçebe bedeviler açık bir örnek teşkil edebilirler. Daha çok çöllerde, iklimin yumuşayıp sertleştiği birkaç haftalık periyotlarda sık sık yer değiştirerek hayvanlarını hayatta tutmaya çalışan toplumlar Göçer sınıfına girerler.
Konar Göçerlik: Yaşanan coğrafyanın dört mevsim iskana uygun olmaması durumunda mevsime göre yaşanacak yerlerin belirlendiği, genellikle iki ya da üç ayrı bölgede mülkiyet ile iskan edilen yarı yerleşik yarı göçer yaşam biçimi Konar-Göçerlik olarak tanımlanabilir. Bu yaşam biçiminde yaşanılan coğrafyanın iklimsel şartları zor ancak mevsim boyunca elverişlidir. Göçerlikten farklı olarak; göç nedenleri aşırı sıcaklar değil genellikle aşırı soğuklardır. Yerkürenin yengeç dönengeci hizasının hemen üst hattında bulunan, son buzul çağı sonrasında tundraya dönüşen, kumulsuz çöller ve kısa boylu bitki örtüsünden oluşan bu iklim yapısında kışın sulak ve yaşanabilir hale gelen ancak yazın su kaynaklarının azalması nedeniyle kalabalık kitlelerin ihtiyaçlarına cevap veremeyen iklim şartları, kitleleri yaz-bahar-kış dönemlerinde iskana zorunlu tutar. Bu yaşam biçiminde görece kalabalık klanları, aşiretler/boy yapısının birbirlerine yakın ancak müstakil yaşayabilmesini mümkün kılar. Genellikle yazın yüksek rakımlarda karların altında yaşayabilen güçlü otların baharla birlikte yeşermesi hayvanlar için müsait ortamı hazırlar. Kışın ise alçak rakımda oluşan su kaynaklarından istifade edilerek ağaç kesimi yapılabilecek küçük ormanlık alanların bulunması kışın iskanı mümkün kılar. Bu tür yaşam biçiminde mülkiyet vardır ve önemli bir varlık nedenidir. Yazları yüksek rakımlarda yaşanan yaylaklar, kışları alçak rakımlarda iskan için kullanılan kışlaklar ve bahar döneminde geçici iskan için değerlendirilen güzlükler hem müstakil aşiretlerin ortak kullanımları için müsait hem de mülkiyet hakkı ile korunan geniş yaylaklar ile aşiretlerin birbirlerine temas ederek varlıklarını sürdürebilmeleri için ideal yapılardır. Konar-Göçer yaşam biçiminde aşiretler (klanlar) daha kalabalık olabildiği gibi birkaç aşiretin iyi/kötü ilişkiler kurabilmesi için müsaittir. Konar-Göçer yaşam biçimi topyekün bir milletin belli bir coğrafyada birlikte yaşayabilmelerine imkan sağlaması dolayısyıla yaşam biçimine özgü güçlü medeniyetlerin inşa edilebilmesini de mümkün kılabilir. Bu yaşam biçimine örnek teşkil edebilecek tek millet Türkler ve bu yaşam biçimini zorunlu kılan tek coğrafi alan da Türkistan'dır (Orta Asya) diyebiliriz.
Konar-Göçen Medeniyet
Türkler, konar-göçer yaşam biçimleri üzerinden güçlü bir medeniyet inşa edebilmişlerdir. Son buzul çağı öncesinde kuzey asya bölgesinin yaşama elverişli hale gelmesi, son buzul çağı ile buzullarla kaplanarak burada yaşayan kitlelerin güneye zorunlu göçleri ile Hazar Denizi'nin kuzeyinden kingan dağlarına kadar olan hattın bir coğrafi hudut haline gelmesi Asya tarihinin temel dinamiğini oluşturur. -10 Bin'de ki buzul çağının sona ermesiyle kuzey asya ormanları gün yüzüne çıkmış ancak Hazar'dan Kingan'a kadar olan hat su kaynaklarından yoksun kalarak tundraya dönüşmüştü. Türklerin tarih öncesi çağlardaki mevcudiyeti de bu coğrafi/demografik devinimin dinamikleriyle ilişkili olarak değerlendirilmelidir. -10 Bin itibariyle dört mevsim yaşanması mümkün olamayan Orta Asya iklimi, Konar-Göçer medeniyetin zeminini meydana getirmiş, eldeki imkanları doğru kullanabilen toplumlar da kendi yaşam biçimlerini geliştirerek Konar-Göçer medeniyeti inşa etmişlerdir.
Göçler
Orta Asya, devinimleri ile göç zorunluluğunun olağan olduğu bir tabiattır. Bu nedenle Türklerin tercihen ya da zorunlu olarak gerçekleştirdiği göçler şu veya bu şekilde tabiat şartları ile etkileşim halindedir. Bilindiği üzere Türklerin Anayurdu bugün kahir ekseriyetle yaşamış oldukları coğrafyanın daha kuzeyinde, daha doğusundadır. Bugün Rusya Federasyonuna bağlı özerk bir Türk Cumhuriyeti olan Hakasya, tarihçiler tarafından Türklerin anayurdu olarak kabul edilmektedir. Kazakistan ve Moğolistan'ın bile kuzeyinde yer alan, bugün Türk Tarihinin en eski kaynakları olarak görülen eserlerin bulunduğu bölge bile Hakasya'nın güneyinde yer almakta, kalabalık Türk kitleleri yine bu bölgenin Güney ve Batı hattında mevcudiyetini sürdürmektedir. Buradan hareketle Türklerin yoğun göçlerle Asya'ya yayıldıkları yadsınamaz bir gerçektir. Türklerin bugün yaşadıkları geniş coğrafya, tarih öncesi devirlerde başlayan Türk göçleri ile Türk tarihinin bir parçası haline gelmiştir.
Türk göçlerinin kahir ekseriyetle aynı yönü takip ettiğini görüyoruz; Güney ve Batı. Hazarın kuzeyindeki Ural dağlarından Baykal Gölü'ne kadar ulaşan Altaylar dağları çevresi Türklerin ortaya çıktıkları coğrafya olarak kabul görür. Ancak ormanlık coğrafya olan bu bölge vahşi tabiatı nedeniyle geniş insan kitlelerinin yaşamasına el verişli olmadığından daha açık arazilere sahip olan güneye, Orta Asya'ya doğru geniş bir yayılımın olduğunu anlayabiliyoruz. Bu göç dalgası ardında Andronovo ve Afaneayevo kültürlerini bırakmışlar, güneye indikçe Saka kültürünü meydana getirmişlerdir. Batı'da ki güneye iniş Anav kültürünü, Doğu'da ki güneşe iniş ile Çin irtibatı beraberinde Chou (M.Ö. 11. yy) dönemini ve çok sonraları da Hun dönemini ortaya çıkartmıştır. Her ne kadar Anav kültürü Andornovo kültüründen daha eski dönemlere tarihlendirilse de Andoronovo kültürünün tespit edilebilmiş kalıntılarının tarihlendirmeleri bizi yanıltmamalı. Anav kültürünü ortaya çıkartan toplumların Andronovo sahasında daha eski dönemlerde yaşamış ve göçlerden sonra bu bölgede varlığını devam ettiren kitleler tarafından ortaya çıkartılmış olduğunu anlayabiliyoruz.
Batı'da ki güneye göçlerin genel sınırları Moğolistan bölgesidir diyebiliriz. Özellikle M.Ö. 11. yüzyıldan daha önce güneye inmiş olan öncü Türk kitleler burada bir hanedanlık kurmuş, hakimiyet kurdukları coğrafyada bir Türk-Çin hükümdarlığı meydana getirmiştir. Özellikle dini ve kültürel motifleri incelendiğinde Türkler tarafından kurulmuş ilk devlet olarak karşımıza çıkması gerekir. Zira pek çok tarihçi Chou hanedanlığının geleneksel ve dini yönüyle Türk motifleriyle bezendiğinde hem fikirdirler. Elbette yönetim teamülleri ve yaşanan coğrafyadaki demografik varlık ağırlıklı olarak Çinlidir ancak Türkler ile Çinlilerin şu veya bu şekilde bir arada yaşadıklarını ve Türklerin liderliğinde yüzyıllar boyu varlıklarını sürdürdükleri açık bir gerçekliktir. Bu kitle, Çin hanedanlığının güçlenmesi ile Hun Devleti olarak karşımıza çıkacaktır.
Söz konusu göç hareketleri milat sonrasında da devam eder. Ancak bu kez siyasi faktörler daha ağır basacaktır. Çin hakimiyetinin güçlenmesi, Sienpiler, Yüeciler gibi toplumların bir güç unsuru haline gelmesi Türklerin bölgedeki kayıtsız şartsız hakimiyetlerine gölge düşürür. Siyasi olarak bölünen ve zayıflayan Türk Devletleri, tabi durumda olan ve bağımlı yaşamaya alışkın olmayan konar-göçer Türk kitlelerin siyasi olarak daha elverişli coğrafyalara göç etmeye teşvik etmiştir. Elbette bu göçler yüzyıllar boyunca devam ettiğinden siyasi bir tezahür ile başlayan göçleri doğal afetler ve iklim şartları da desteklemiştir diyebiliriz. Zira yüzyıllar boyu sürecek bir göç dalgasını siyasi bir tezahüre bağlamak rasyonel olmayacaktır.
Milat sonrasından itibaren göçlerin istikameti Batı'ya yönelir. İşte Türkistan olarak tanımladığımız Hazar-Altay hattının Türk göçleriyle neredeyse tümüyle Türk tahakkümüne girmesi bu dönemde söz konusu olur. Avrupa Hun, Göktürk, Eftalit göçleri batıya akan Türk göçlerinin neticeleri olarak karşımıza çıkar. Hazar'ı geçip Avrupa steplerine ulaşan Hunlar, güneye inip Mezopotamya'ya kadar yayılan Eftalitler, Karadenizin kuzeyi ve Hazar'ın batısında mukim hale gelen Peçenek, Uz, Oğuz kitleleri yüzyıllar süren göçlerin ortaya çıkarttığı gelişmelerdir.
Son göçler ise Kıtay-Moğol baskılarıyla şekillenmiştir. Orta Asya'da yoğun olarak yaşayan Türkler, kurulan yeni uç devletlerle daha müreffeh, güvenli ve gelişmeye müsait coğrafyaları tercih etmeye başlamışlardır. Bu göçler neticesinde yaşadıkları bölgede varlıklarını sürdürebilenler günümüze kadar ulaşmış, azınlık durumunda kalanlar asimile olarak pek çok devlet ve milletin demografik yapısı içerisinde yerini almıştır.