Kabul gören tez; Osmanlı’nın yeniliklere, buluşlara ve aslında bilime kapalı olduğu, devletin de bu mahsurlu bakış açısından ötürü gerilediği yönünde. Evet, bir kısım itirazlar olmakla birlikte tümüyle reddedemeyeceğimiz bu görüş üzerinden hareket ederek 600 yıllık Türk-İslam tarihi zirvesini analiz edelim.
Osmanlı Devletini İslam Medeniyeti çerçevesinde değerlendirirsek; Abbasilerden sonra yenilenme arzusunun yok olduğu görürüz. Hadi biraz da popülist bir söylemle tasvir edelim bu durumu; zirvedeki yalnızlığın hazin sonu. Osmanlı’ya gelmeden önce çağın bilim anlayışını ve gelişimini bir hatırlamakta fayda var.
Abbasiler, Emeviler döneminin baskıcı ve katı merkeziyetçi politikalarına muhalif bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Siyaset, felsefe, din hatta mağruf gibi pek çok meselede alternatif fikirlerin geliştiği bir dönem oldu. Türklerin Çin’deki ipek kâğıtlarda gördükleri teknikleri geliştirip dut ağacı kabuğundan ürettikleri Semerkant Kâğıtları’nın kullanılmaya başlanması da ucuz ve kolay kâğıt teminini sağladı. Böylece bilgi hızla çoğaltılarak yayılmaya başladı. Alternatif fikirlerin çoğalması ve yeni fikirlerin hızla yayılması beraberinde İslam’a altın çağını yaşattı. Ancak bu ivmenin bir doyum noktası oldu elbette. Zaman içerisinde muhalif ve alternatif bir bakış açısına sahip olan Abbasiler, Emeviler gibi merkeziyetçi ve otoriter bir yapıya dönüştü. Diğer taraftan bilimsel açıdan bir rekabet ortamı söz konusu olmadığından telifler kahir ekseriyetle din, tasavvuf ve siyasi alanda çeşitlendi. Mezhep, tarikat ve ekollerin ortaya çıkışının bu döneme tekabül etmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
Bilimin en erken merkezlerinden biri de uzak aysaydı. Çin, savaş teknikleri, sanat ve sosyal yaşama temas eden alanda bilimsel kazanımlar elde etmişti. Ancak rekabet ortamının söz konusu olamayışı, diğer taraftan ise Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru uzaklaşması Çin için mutedil bir dönem meydana getirdi. Diğer taraftan siyasi istikrarın nispeten tesis edilmesi Çin’de yeni fikirler ve gelişmelere olan ihtiyacı önemli ölçüde ortadan kaldırdı. Çin’de ki bu “yenilik ihtiyacının ortadan kalkışı” Abbasilerden önce gerçekleşmişti. Aslında Çin’de gördüğümüz çan eğrisi Abbasiler döneminde de karşımıza çıktı.
Mısır ve Semerkand’dan söz etmeye bile gerek görmüyorum. Helenlerin Mısır’ı, Moğolların Semerkant’ı işgal etmesinden sonra bu iki antik bilim merkezi tarih sahnesinden siliniverdi. Batıda ki durum ise çok daha vahimdi. Hristiyanlığın kurumsallaşarak siyasi otoritenin bir uzvu haline gelmesi, batıyı doğu’daki çağın en az birkaç yüz yıl gerisinde bıraktı. Bu kaotik ve karanlık dönem, Rönesans ve Aydınlanma adı verilen dönemlerin Kurumsal Hristiyanlık engelini aşmasıyla son bulabildi.
Görüldüğü üzere Bilimsel Gelişim ve Yeni’ye Olan İhtiyaç elzem veya gerçekten gerekliyse, şartlar olgunlaşmışsa, hatta sosyolojik, siyasi ve ekonomik tüm unsurlar tam anlamıyla birbirleriyle örtüşüyorsa mümkün olabiliyor. Söz konusu Osmanlı olunca bu denklemin hiçbir zaman kurulamadığını söyleyebiliriz. Hatta Cumhuriyet dönemi de dâhil olmak üzere; 1960’lı yıllara dek gerçek anlamda bilim ya da teknolojik gelişimden söz etmek gerçekçi olamayacaktır.
Günümüzde bilim ve gelişme alelade bir ihtiyaçken 20. Yüzyıla kadar elzem bir ihtiyaç olduğu gerçeğini önümüze koyarak tarihi yorumlamalıyız. Zira batıda aydınlanma dönemi, tıpkı Emeviler döneminde olduğu gibi dini otoritenin teokratik tahakkümüne karşı bir reaksiyon, endüstri devrimi ise artan nüfusu doyurmak ve sömürülecek coğrafyaların lojistiğini sağlamak gibi gereksinimlerle, üstelik doğrudan devletler tarafından sübvanse edilerek gelişmişti. Osmanlı Devleti için bu gibi gerekliliklerden söz etmek, en azından imparatorluğun son yüzyılına kadar mümkün değildi. İhtiyaç ortaya çıktıktan sonra ise iş işten geçmişti.
Batı, Osmanlı için daima kontrol altında tutulan faydalı bir düşman, iktisadi kaynak ve devletin anlamını pekiştiren “küfür diyarı” olmuştur. Doğu’da sönümlenen bilim ve yenilikçilik anlayışına karşı batıda zaten karanlık çağ yaşanıyordu. Öyle ki; bu diyarların fethedilmesine bile gerek yoktu. Osmanlı’nın denizler ve ticaret yolları üzerindeki hâkimiyeti, gerektiğinde otoriteyi sağlayacak askeri gücü ve devletin varlığına anlam katan hilafet, Osmanlı için kâfi idi.
Her ne kadar Bilim ve Yenilikçilik gibi kavramsallaşmış önermeler çerçevesinde düşününce Osmanlı’nın yetersizliğini kabul etsek de Selçuklu döneminden beri süregelen bir Medrese geleneği mevcuttu. Osmanlı da halk nezdinde eğitim ile saray nezdinde bilim adımları 2. Mehmet (Fatih) döneminde nüvelenmeye başlamıştır. Kendisinden önce gelen sultanlardan farklı olarak entelektüel bir kimliğe sahip olan 2. Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Bizans bakiyelerinden istifade etmekten de çekinmedi. Fetihten hemen sonra kurduğu 16 medrese, günümüze değin en üst düzeyde eğitim veren kurumlar olmuştur. Üstelik Fizik, Kimya, Matematek, Astronomi gibi pozitif ilimlerde var olan ilmin temini ve sonraki nesillere tekabülünü sağlamıştı. Bu eğitim kurumlarında Roma, Mısır, Bizans, Abbasi ve Çin menşeli bilgilerin çevirileri, derlenip terkibi sağlandı. Ancak bu bu ilham veren gelişme 2. Bayezid döneminde farklı bir tezahüre yol açacaktır.
2. Bayezid döneminde Arapça eserler kataloglanmaya başlandı. Bu durum Osmanlı entelektüelleri arasında Farsçanın yükselmesine, yine sarayın siyaset tasavvurunda Arap kültürünün tesirine zemin hazırladı. Her ne kadar önceleri Arap kültürünün etkisi zayıf olsa da, Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren Safevi husumetinin etkisi ve devletin Bektaşilikten uzaklaşması ile Fars etkisi zayıflamış, bu boşluğu Arap tesiri doldurmuştur. Ancak 17. Yüzyıldan itibaren doğudan istifade edilecek bir yenilikçilik ya da bilim anlayışı söz konusu değildi. Diğer taraftan batıdaki ilerleyiş doygunluğa ulaşmış, imparatorluğun temel ihtiyaçları ise süregelen ticari gelirlerle birlikte gayrimüslim azınlıklardan elde edilen vergilerle sağlanır olmuştu. Dolayısıyla yenilikçilik gibi fikirler sübvanse edecek herhangi bir gelişimden söz edemediğimiz gibi, devlet otoritesini etkileyecek memnuniyetsizliklerden doğan isyanlar, halk hareketleri ve sosyopolitik gelişmeler, yenilikçilik kavramını bilakis tehlikeli bir hale getiriyordu.
Osmanlı elit tabakası için durum buyken avamda durum pek iç açıcı değildi. Mossensohn’a göre 16-17. Yüzyıllarda Türkçe konuşulan kentlerde okuma-yazma oranı ¼ iken bu veri en azından Kuran’dan birkaç sure bilenler dâhil edildiğinden bu oran vahim görünüyor. Gerçi bu durumu batıyla kıyasladığımızda belki bir teselli olarak bir miktar ilerde olduğumuzu düşünebiliriz; ancak batıda bulunmayan medrese tipi kurumların varlığına rağmen eğitimin halen varlıklı ailelerin çocuklarından ibaret olması ve öğretimin neşren değil sözlü olarak yapılması bilim ve yenilikçilikten çok tekrar ve dar çerçevede, gelişimden uzak bir bilgi edinim çabası olarak değerlendirilebilir.
Bu sancılı süreç batıda ortaya çıkan aydınlanma ve sonrasında gelen endüstri devriminden sonra Osmanlı için kaçınılmaz bir edinim süreci başlattı. Ancak bu edinim sürecine hazırlık olmayan İmparatorluk, özellikle Tanzimat döneminde atılan cesur ancak yetersiz ve başarısız adımlarla belki de treni ikinci kez kaçırmış oldu. Belki de Osmanlı için bir tür defakto halini alan siyasi kalıplar kırılmadan yenilikçiliğin yerleşmesini beklemek hayalperestlik olur ancak her halükarda başarısız ve sancılı bir geçiş olmaktan öteye geçemeyen Tanzimat dönemleri, ancak 20. Yüzyıldan sonra, 2. Abdülhamid ile birlikte gerçekçi ve iddialı adımlarla karşımıza çıktı. Vefekât; siyasi çıkmazlarla dolu bu kaotik dönemin belki de tek meyvesi Jön Türkler olabildi. Evet, zengin neşriyat, mecmuacılık ve telif eserlerin sayıca artması belki tümüyle anlamsız değildir ancak pozitif bilimler alanında atılamayan adımlara rağmen sosyal bilimler alanında ki yükselişi de görmezden gelemeyiz. Aslında bir yönüyle de intibak ve geçiş süreci olan sosyal bilimlerdeki yükseliş ve Jön Türk hareketinin şu veya bu şeklide devletin teamüllerine tesir etmesi, tüm siyasi çalkantılara rağmen Anadolu’yu batı medeniyetine adım adım yaklaştırdı.
Bir genel kabul olarak; muasırlaşmayı Cumhuriyet’e tekabül ettiririz. Ancak 1960’lara kadar ortaya konmuş menkulü makbul bir edinimden söz etmek zordur. Kronolojisine itibar etmeden değerlendirmek gerekir ki; bu edinimler ancak 1960’lardan itibaren hayatımıza renkler ve değerler katmaya başlamıştır. Her ne kadar bir tür Amerika Güzellemesi gibi görünse de Yakın Batı’dan temin edemediğimiz bilim, teknik ve yenilikçilik tasavvurunu Küçük Amerika olmak hayaliyle, Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi; “Amerika’dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek” şevki ve düsturuyla Uzak Batı’dan temin etmeyi başardık.
1950’li yıllara kadar tarım ekonomisini benimseyen Türkiye, 1957’de yaşanan rekor seviyede devalüasyon ve hızlı ekonomik çöküşten sonra yerli sanayi ve milli ekonominin ısrarla, bilimsellik ve yenilikçilik ile mümkün olduğuna kanaat getirdi. Üstelik bu kez tüm şartlar müsait, imkânlar yeterliydi. Cumhuriyet döneminde doğan jenerasyon yeni teknikler ve dünyaya entegre eğitim modelleriyle, tüm diğer kusurlara rağmen muasır medeniyetlere temas ve kıyasla bilim insanları yetiştirmeye başladı. 1961’de üretilen ilk yerli otomobil Devrim, 1967’de tersaneye giren ilk savaş gemisi Berk ve 1975 Amiral gemisi olarak inşa edilen TCG Peyk bu gelişimin ilk ilham veren, üstelik somut örnekleri oldu. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında uygulanan ambargolar ise yerli sanayi, bilim ve yenilikçilik için kışkırtıcı birer unsur haline geldiler.