Yakın tarihte ki en derin sosyo-politik sorunumuz nedir diye sorsalar cevabım çok net olur; Yek vücut olamayışımız.
Çünkü Ayrıştık, kutuplaştık, cepheleştik. Alevi-Sünni, Laik-Dinci, Sağcı-Solcu. Bunlar da yetmedi, dinciler kendi aralarında Mezhepçi-Reformcu diye bölündüler. Laikler mitoz bölünüp Solcu Kemalist - Sağcı Atatürkçü olarak kamplaştılar. Sağcılar Milliyetçi - Millici cephelere konuşlandılar. İdealleri, hatta söylemleri bile aynı olan kitleler küçük detaylardan büyük ihtilaflar evirdiler.
Bugünün meclis yapısına baktığınızda göreceksiniz, bir ideoloji kendine hemen her partide yer buluyor, buna rağmen ortak bir paydada buluşmak mümkün olmuyor.
Hayır, mesele siyaset değil. Mevzubahis Türk Milletinin ta kendisi.
Bu makus tekerrür tarihiminizin hemen her evresinde karşımıza çıkar. Bu esbab-ı mucibe gereği ortak paydadan kopan her parçasıyla bir ulu devlet kurdu Türkler. 10-11. Yüzyıl haritalarına bakın, aynı coğrafyada, aynı çağda yaşamış 5 ayrı Türk Devleti göreceksiniz.
Maalesef, kolay ayrışan bir genetik hafızaya sahibiz. Ancak dirliği sağlamanın bir yolunu hep bulduk. Hun-Göktürk-Osmanlı devirlerinde yek vücut olmayı başardık. Son birliği Cumhuriyet ile başardık. Ama yine ortak paydada kopuyor, ayrışıyoruz. Bizi yek vücut yapacak formül ise yine Cumhuriyetin kuruluş mefküresinde; Türkçülük.
Hayır, "Irkçıyız Ne Olacak" diyen ruhsuz zihniyetin imal ettiği "Sentetik Türkçülükten" bahsetmiyorum. Manüpile edilmeden önceki, yani Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan, Bilimsel (Sosyolojik) temellere oturtulmuş gerçek ve yalın Türkçülükten bahsediyorum.
Bir sosyolog olarak Türkçülük akımını bilimsel temellere oturtan Ziya Gökalp'in tasfir ettiği üzere; Din-Dil-Hars-His dörtgeninde "Bizim İçin, Bize Göre, Bizim Tarafımızdan" şeklinde kolayca özetlenen Türkçülükten bahsediyorum.
Cumhuriyetin inşası ile filizlenen, Mustafa Kemal'in can suyunu verdiği ama erken vefatı ile İnönü döneminde dalları kırılan Türkçülükten bahsediyorum.
Tarihten hesap soralım önce. Boşlevik paranoyasıyla adeta canlı canlı toprağa gömülen Türkçülük, Hitler-Mussolini ekolünden etkilenen bir kısım hiddetli gencin elinde kalmıştı. Bu elim süreç nihayatenide Türkçülüğü toplum nezdinde marjinal bir hareket haline getirdi. Tarih, müsebbibleri olan İnönü ve Nihal Atsız'ı affetmeyecektir elbette.
Ama feraset kabul edilen hatalar, iç hesaplaşmalarla tecrübelerden karlı çıkabilmek değil midir?
Şimdi kâra geçelim. Türkçülüğün telakkisini yeniden, en saf, en yalın, en anlaşılır haliyle yeniden gündemimize alalım.
Tüm ön yargılarımızdan sıyrılıp Ziya Gökalp'in tasfir ettiği Türkçülüğü anlayalım...
Der ki; Aynı din, aynı dil, aynı hars (kültür) paydasında buluşan ve Türk olduğu hisseden herkesin ortak paydası Türklüktür ve esas gaye ve mefküre bu mevcudiyetin istikbalidir.
Şu kısacık tespit bile bugün içinde bulunduğumuz sosyo-politik sorunları kökünden çözmeye, ortak paydada buluşmaya yetecektir. Tabi anlar, doğru anlamlandırır ve kanıksarsak.
Şimdi birlikte kanıksayalım isterseniz...
En dikkat çeken unsurla başlayalım; Din birliği. Dindar olun çağrısında bulunma cüretini göstermeyeceğim elbette. Ama İslam'a yahut İslam'ın uygulanışına alerjisi olan bir kısım zevatın, önderleri addedikleri Atatürk'ün bu alanda gösterdiği hassasiyet ve gayretlerini hatırlatmakla başlayalım. Nutuk'a gösterdikleri ilgi ve teveccühü, fevkalade ehemmiyet verdiği ve ön ayak olduğu Türkçe Kur-an Mealine de göstermeleri pekâla yeterli olacaktır. Hatta İslam'a Atatürk nazarıyla bakmayı başarabilirlerse o zaman inanç dünyalarının kuvvetlenmesi de kaçınılmazdır. Bununla birlikte manevi dünyası kuvvetli muhafazakar zevatın da mezhep ve tarikat ayrılıklarına konsantre olmak yerine "İlahi Kelimetullah" paydasında buluşabilmeleri fazlasıyla yeterli olacaktır. Alt başlıklarda farklı bakış açıları ve fikirler de bir ayrışmaya değil, pekâla ferasete vesile olacaktır.
Dil birliği ise bugün pek hissetmesek bile aslında temel ihtiyaçlarımızdan biri. Her ne kadar, Osmanlı devrinde Saltanat-Halk tabakası arasında ki dil farklılığı bugün mevzubahis değilse bile bugün aynı dili konuşabiliyor olmadığımız da bir gerçek. Burada mevzubahis cümle yapıları, zamir-edat kullanımı değil kullandığımız jargondur. İdeolojimizi, fikirlerimizi, dünya görüşümüzü ifade etmek için jargon kullanma alışkanlığımız farknıda olmasakta bizi birbirimizden ılık ılık ayırıyor. Bu küçük görünen detaya dokunduğumuzda, değiştirdiğimizde sokakta, işyerinde, çay ocağında, plazada karşımıza çıkan ve insanlar arasında görünmez bir duvar gibi dikilen yargılarımızın ne denli güçlü olduğunu, yıkıldığında ise ne denli birbirimize yakınlaşmış olacağımızı kanıksarız.
Kültür meselesi ise en mühim unsurlardan biri. Kendi çevremizde oluşturduğumuz küçük kültür potaları farkında olmadan bizi izole ediyor. Bu izolasyon her kültür potası içerisinde kümeleşmelere, dolayısıyla fikir ayrılıklarına, giderek ideolojik ayrılıklara yol açıyor. İç güdüsel olarak kendi kültür potamızda kendimizi daha iyi hissediyor olsakta bu görünmez sınırların dışına çıkmak bizi daha sosyal, daha kominike ve daha mutlu yapacaktır. Bu da milli aidiyet duygumuzu pekiştirecek mühim bir detay olarak aklımızın bir köşesinde bulunmalı.
Burada bahsettiklerimiz siyasi, ideolojik yahut kitlesel bir mesele değil. Aslında yeni bir fikir yahut sosyal denemede değil. Cumhuriyetin kuruluş döneminde, genç ve parlak zihinlerin parçalanan Osmanlı'yı bir araya getirmek için ürettikleri, geliştirdikleri ve fevkalade faydalı olduğunu gördüğümüz Türkçülük anlayışının ta kendisi. Bu anlayış mezheplere, tarikatlara, derebeyliklerine bölünmüş Türk Milletinin bir araya gelerek tek vücut olmalarını sağlayan anlayıştır.
Bu gün de tam olarak buna ihtiyacımız yok mu?