Türk Milleti’ne mülteci muamelesi yapan nesebi bulanıklar, Adem-i Merkeziyetçilik soslu Arap seviciler, hatta Atatürkçülük soslu Osmanlıcılık artığı Anadolucular dillerine yeni bir ezber doladılar; “biz de buraya bir yerlerden geldik”
Kendimize soralım? Biz Anadolu’yu istila eden mülteci barbarlar mıyız? Anadolu bizim mi yoksa başkaca milletlerle paylaşmak zorunda olduğumuz ortalık malı, anonim bir bozkır artığımı?
Konuyu tarihi veriler ve sosyoloji biliminin temel dinamikleri ışığında, tümüyle yalın, ideoloji ve algı savrulmalarından uzak ve gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendireceğiz.
Önce genel bir çerçeve oluşturalım. Anadolu’nun tarih öncesi tarihini kavrayarak başlayabiliriz.
Anadolu, yeryüzünün en eski yaşam alanlarından biridir. Paleolitik çağın sınırına dayanan Göbeklitepe, Neolitik çağda Çayönü ve Nevali Çori ilk modern insan yerleşimlerine işaret eder. Daha da eskiye gidersek Antalya’daki Karain ve İstanbul’da bulunan Yarımburgaz mağarası ile 400 Bin yıl öncesine kadar giden yaşam alanlarına ulaşırız. Anadolu’nun insanlık tarihinde öncü bir coğrafya olarak öne çıkmasını sağlayan özelliği, Holosen çağının yaşam alanı sınırı olmasıdır. Son yaşanan buzul çağında kuzey buzul hattının sınırını teşkil eden Anadolu, buzulların daha da kuzeye çekilmesiyle önce Tundra, ardından bozkıra dönüşmüş, nihayet neolitik çağ itibariyle istikrarlı bir iklime kavuşarak kalabalık kitleleri barındıracak tabiat koşullarına sahip hale gelmişti. Bu tarihi verilerden hareketle, Anadolu’da medeniyet potansiyeli taşıyan ilk insan topluluklarının varlığını Neolitik çağdan başlatmak zorundayız.
Elimizdeki en eski insan kalıntılarının bulunduğu Çayönü Höyüğü bize yeterli bilgiyi verir. MÖ 8200-6000 aralığında, günümüz Ergani bölgesinde yaşayan insan topluluklarına ait çok sayıdaki kafatası örneklerinin dolikoefal ağırlıklı olmak üzere mezosefal ve brakisefal oldukları tespit edilmiştir (Özdoğan, 1994). Bu veri bizi şaşırtıcı bir sonuca ulaştırır; Afrika kökenli dolikosefal, Mezopotamya kökenli mezosefal ve Kuzeyli Beyaz Irk’ı temsil eden brakifeal insanlar bir arada, üstelik aynı kazı tabakasında, yani aynı yer ve zamanda birlikte yaşamışlardır. Anlaşılan o ki; Anadolu, tarih öncesi dönemlerde de medeniyetlerin kesişme noktası, kozmopolit ve heterojen bir yapıya sahipti.
Bilimsel bir yöntem olmak üzere; tümden gelim ile ulaştığımız sonuç, Anadolu’nun bir yönüyle sahipsiz, diğer yönüyle herkesin sahip olduğu bir coğrafya olduğudur. Antropolojik veriler ışığında oluşan bu anlam zemini üzerine tarihi veriler ışığında bir çıkarım inşa edebiliriz artık.
Anadolu’nun demografik atmosferi, Kalkolitik dönemden Maden çağına evrilirken ciddi bir dönüşüm yaşadı. Tufan dönemine tekabül eden bu tarih diliminde Karadeniz taştı, boğazlar taşkınla doldu, İç Anadolu tundradan bozkırlara dönüşüp nispeten kuraklaşırken Güneydoğu Anadolu, taşkınlar ve su yataklarının değişimi sonrasında istikrarlı akarsulara kavuştu. Aynı şekilde Mezopotamya da Dicle ve Fırat’ın istikrara kavuşmasıyla tarih öncesi bir vaha, yaşanası bir coğrafya haline geldi. MÖ 4. Binyıldan itibaren Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu geniş insan kitlelerine ev sahipliği yapabilecek hale geldi. Tamda bu noktada; Anadolu ve Mezopotamya’nın ilk sakinleri bölgeye yerleştiler…
Eğer bir tarih eşiği koyacaksak, o eşik MÖ 4. Binyıl olmalıdır. Bu tarihten önce primitif insanların seyrek yaşam alanları yerini kalabalık kitlelerin yurt edinişlerine, nüfus taşkınlarına ve medeniyet arayışlarına bırakmıştır. Kendilerine yeni yaşam alanları arayan bu ilk “Anadolulular”, ayak bastıkları bu bakir ama bereketli coğrafyanın ilk sakinleri oldular. Şüphesiz bu kitleler Anadolu’dan önce Mezopotamya’ya ayak basmış, belki bin yıllık gecikmeyle Anadolu’ya ulaşmışlardır. Buradan hareketle Anadolu’nun ilk medeni sahipleri, bir evre önce Mezopotamya’nın da ilk sahipleri olan, kim olduğu kesin olarak belirlenememiş ama var oldukları tartışmasız kimselerdi.
Şimdi daha somut, daha keskin çıkarımlara ulaşabileceğiz. İlk Anadolulular Mezopotamya’dan gelmişlerdi. Peki bu ilk Mezopotamyalılar kimdir ve nereden geldiler? Elbette kim olduklarını biliyoruz; Sümerliler. Son buzul çağının etkisiyle kuzeydeki yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan, Hazar’ın doğusundan güneye inerek MÖ 5. Binyılda bugünkü Türkmenistan coğrafyasında Anav kültürünü kuran bu toplum, ardından batıya hareket ederek Zagrosları aşıp Mezopotamya’ya ulaştılar ve tarihin bilinen en eski kültür ve medeniyetini inşa ettiler.
Peki Anav insanları Mezopotamya’ya geldiklerinde kimlerle karşılaştılar? Tıpkı Anadolu’da olduğu gibi Mezopotamya’da da, hatta Anadoluyla ilintili olmak üzere; Paleolitik çağa kadar dayanan bir insan varlığı mevcuttu. Antropolojik tanımlamayla önce Kebara (MÖ 19-12 Binyıl) ardından Natuf (MÖ 11. Binylı) kültürüne rastlarız. Levant bölgesi olarak tanımlanan Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayan, Neolitik dönemde Güneydoğu Anadolu hattından geçerek Zagros eteklerinden Basra’ya inen, bereketli hilal olarak tanımlanan coğrafyanın ilk avcı-toplayıcı sakinleri olan bu toplum Mezopotamya’nın ilk sahipleriydi. Peki kimdir bu Natuf kültürü insanları.
Sanıldığının aksine Natuf insanları Semitik değil Afro-Akdeniz insanlarıydı (Martiniano, 2022). Bu konuda yapılan en yeni çalışmalar göstermektedir ki; Levant, Kuzey Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu’nun ilk insan kütlelerini Akdeniz Afrikalısı E1b1 insanları oluşturmaktadır. Her ne kadar Sümerlilerin göçleriyle oluşan popülasyon baskısı neticesinde varlık gösteremeyen bu toplum, bugün bu coğrafyada yaşayan her bir bireyin gen halkaları içerisinde eser miktarda da olsa yaşamaya devam etmektedir.
Mezopotamya ve Anadolu’nun bu ilk evre genetik ve kültürel bütünlüğü M.Ö. 2. Binyıl itibariyle sarsılacak, istilalar ve göç hareketleriyle yeniden şekillenecektir.
Sümerliler, iktidarlarını 2 Bin yıl boyunca istikrarla devam ettirdiler ve nihayet istilacı komşularının göçleriyle hâkimiyetlerini kaybederek yok oldular.
Şimdi meseleyi Tarih ve Sosyoloji ekseninde ele alacağız.
Tarih 2270. Kiş Kralı Ur Zababa, vaktiyle güneydeki Semitiklerle yaptığı savaşta savaş esiri olan ele geçirilen küçük Sargon’a merhamet ederek ibrikçisi yapmış, bu genç Semitik çocuğu merhametle büyütüp yıllar sonra devlet hazinesinin başına geçirmişti. Ur Zababa, mağlup olduğu bir savaştan sonra ülkesine dönerken devlet hazinesine hükmeden Sargon, sahip olduğu her şeyi kendisine bahşetmiş olan kralın mahiyetini de ikna ederek, Ur Zababa’yı öldürdü ve Sümer tahtına oturdu. Böylece Mezopotamya’nın tarihi değişti.
Arap yarımadası ve Mısır bölgesinde yaşayan Semitikler, medeni ve müreffeh bir ülke olan Sümer topraklarına iltica ediyor, çoğunlukla tarlalarda işçi olarak çalışıyorlardı. Ekonomi, siyaset ve askeri alanlarında söz sahibi olan Sümerliler için bu güneyli Semitikler önceleri bir tehdit teşkil etmiyordu. Ancak Sargon, Kiş tahtını ele geçirdikten sonra kendisiyle aynı dili konuşan soydaşlarını önce Kiş, ardından ele geçirdiği diğer Sümer kentlerine göç ettirerek Kralı olduğu Sümer Devletini bir Semitik Krallığa dönüştürerek tarihin ilk Arap-Semitik Devletini, demografik olarak ezdiği Sümer Medeniyeti üzerine inşa etti.
Güneyden istila hareketleriyle Sümer kentlerine yerleşen ve Sargon’un öncülüğünde etnik dönüşümü gerçekleştiren Semitikler, devam eden birkaç yüz yılda Babil ve Asur devletleri döneminde Sümerlilerin varlığını tümüyle ortadan kaldırarak Semitik Mezopotamya’yı inşa ettiler.
Bir diğer istila hareketi ise Semitik istilalarından birkaç yüz yıl sonra, Kuzeyden gelen Hint-Avrupalı istilalarıyla gerçekleşti. MÖ 2. Bin yılda Kuzey Karadeniz’den doğuya hareket eden Yamna İnsanları, önce Kelteminar kültürünü çiğnemiş, ardından Anav medeniyetini yok ederek Zagros dağının eteklerine kadar ulaşmıştı. M.Ö. 16. Yüzyılda ise Kafkaslar’dan girerek Anadolu’yu istila eden bu Aryan kitleler, Sümer Medeniyeti’nin bir uzantısı olan ve Anadolu’da yerleşik bulunan Hatti Uygarlığının üzerine Hitit Devletini kurarak başka bir etnik dönüşüm gerçekleştirdiler.
M.Ö. 1. Binyılda tamamlanan bu etnik, demografik ve kültürel dönüşüm nihayet Semitik-Aryan Mezopotamya’yı meydana getirmiş, Anadolu’da ise genetik olarak asimile edilmiş ilk Anadolulu kitlelerin yerini almıştır. Bu sosyopolitik atmosfer M.S. 1. Binyıla kadar hatırı sayılır bir değişiklik göstermeden devam etti diyebiliriz. İskender’in büyük doğu seferinin başladığı M.Ö. 4. Yüzyıldan Sultan Alparslan’ın Anadolu’ya ulaştığı 1071 yılına dek elimizdeki detaylı verilere göre anlıyoruz ki; Anadolu, muhtelif Aryan toplumların yaşadıkları kozmopolit, heterojen bir coğrafya olarak var olmaya devam etmiştir.
Anadolu’nun Türkleşmesi
Anadolu, Mezopotamya’nın aksine pekte yaşanılır bir coğrafya değildi. Genel bir demografik çerçeve çizecek olursak; M.Ö. 2000’ler itibariyle Güneyden Semitikler ve M.Ö. 1500’ler itibariyle Kuzeyden Hint-Avrupalıların itilalarıyla şekillenen Mezopotamya toplumu Güneydoğu Anadolu’ya taşmış, nispeten Fars-Arap demografisi hakimken Doğu Anadolu oldukça seyrek nüfusuna rağmen yine İran coğrafyasından taşarak bölgeye yerleşen küçük Ermeni Prenslikleri tarafından iskan ediliyor, Bozkır ikliminin hakim olduğu İç Anadolu, kısıtlı akarsu yatakları çevresinde seyrek insan kitlelerinin bulunduğu, Bizans’a bağlı Thema modelinde küçük yerleşim alanlarıyla müteşekkil ve Akdeniz-Ege kıyıları, ticaret kolonilerinin sübvanse ettiği mütevazı yerleşim alanlarından oluşur durumdaydı.
Bu genel çerçevenin yanında Anadolu’da ki popülasyon 6-7. Yüzyıllardan itibaren giderek azalmıştı. Bizans kaynaklarının naklettiği üzere önce Bizans-Sasani Mücadelesi, ardından Bizans-Arap savaşları sonrasında sayıları azalan yerleşik kitlelerin 11-12. Yüzyıla gelindiğinde sefere çıkan Bizans Ordusunun iaşesini bile karşılayamayacak ölçüde azalması, Alparslan’ın fethinden hemen önce Anadolu’nun insansızlaşmış olduğu gerçeğini açıkça önümüze koyar. (Anadolu'nun Türkleşmesine Dair, 2022)
Tüm bu veriler ışığında kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşırız; Türkler Anadolu’ya geldiklerinde ıssız, insansız bir Anadolu ile karşılaşmışlardı. Tıpkı ilk medeni Anadolulular gibi. Ege ve Karadeniz kıyıları müstesna olmak üzere, Anadolu da tıpkı Asya Bozkırları gibi yerleşik yaşama pek elverişli olmayan, dört mevsim yerleşik olarak tarımla geçinilmesi mümkün olmayan, tam da bu nedenle köklü ve asırlar boyu süren bir devletin kurulamadığı Anadolu, bu coğrafyada yaşamayı Asya Bozkırlarında öğrenen pastoral yaşam becerilerine sahip Türkler tarafından yurt edinildi. Ve insanlık tarihi boyunca bir ilk olmak üzere; hiçbir topluma Bin yıl boyunca yurt olamadı.
Tam olarak bu gerçeklikten ötürüdür ki; Anadolu ne bugün ne de geçmişte Türklerden başka hiçbir toplum, kültür ya da kavme ait kabul edilemez. Dikkat ediniz; Türklere istilacı ve mülteci yakıştırması yapan Araplar, Sümer coğrafyası olan Mezopotamya’yı işgal ve istila etmiş (MÖ 2.By), Ermeniler mensubu bulundukları Hint-Avrupalı kitlelerle birlikte Kelteminar, Anav ve Sümer kültürlerini çiğneyerek Anadolu’ya ayak basmış (MÖ 15.Yy), Yunanlar Minos uygarlığını çiğneyerek sömürge kolonileriyle kıyı bölgelerine yerleşmiştir (MÖ 12yy). Tüm bu işgal ve istila hareketlerine rağmen İç Anadolu, hâkim olan bozkır ikliminden ötürü tarihin hiçbir döneminde hiçbir millet tarafından Bin Yıl boyunca vatan edinilememiş, köklü bir Toplum ve Devlet düzeni tesis edememiştir. Türkler, tam da bu nedenle sahipsiz kalmış bu bozkıra Küçük Asya demiş, pastoral yetenekleri ve siyasi gelenekleri sayesinde sıkıca tutunmuş ve Anadolu’nun kelimenin gerçek anlamıyla ilk sahipleri olmuştur. Şüphe yok ki öyle de kalacaktır.
Türk milletine mülteci muamelesi yapan, “biz de şuradan buradan geldik” diyen, kafası karışık, kanı bulanık, o kozmopolit hayaller kuran ruhsuz sefillerin safsatalarına itibar etmeyiniz.
Anadolu Türk yurdudur! Öylede kalacaktır. Bunu sağlayacak olan da, bu mukaddes dava uğruna can verecek olanda bizleriz.
Kaynakça
Anadolu'nun Türkleşmesine Dair. (2022, Ağustos). Türk Tarihi Araştırmaları: https://www.turktarihim.com/anadolunun_turklesmesi.html adresinden alınmıştır
Martiniano, R. (2022, 02). Placing Ancient DNA Sequences into Reference Phylogenies. Molecular Biology and Evolution .
Özdoğan. (1994). 57.