Türkçülük, 140 yıllık bir devinim neticesinde günümüze kadar ulaşan, belki de Türk tarihinin en derin sivil-siyasi inkılabı olmuştur. Böylesi derin ve toplum nezdinde yayılmış bir kavram, maalesef müstakil bir teşkilat ya da tartışmasız bir lidere sahip olmadığı için çoğu zaman yanlış ve mahsurlu algılanmış, hatta en parlak döneminde bile baş aktör olduğu anlaşılamamıştır. Amacımız Türkçülüğü tarihin gerçekleri ışığında tüm saflığı ve doğruları ile tarif etmek, yanlış kanaat ve isnatlardan arındırmak ve hakiki gayesine hizmet etmek olacaktır.
Türkçülüğü basit tabir ve tariflerle anlatmak mümkün olmayacaktır. Zira zihinlerdeki peşin hükümler ve kanalize edilmiş algı kalıpları buna müsaade etmeyecektir. Bu sebeple konuyu önce kısaca özetleyip ardından tarihsel sürecini ele alacak, ardından tarih serüveni içerisinde uğradığı tahrifatları tetkik edecek ve hakiki anlamına kavuşturarak belki de zihninizdeki Türkçülük kavramını yeniden şekillendireceğiz.
Öncelikle belirtelim ki okuyacaklarınız bize göre ya da birilerine göre bir Türkçülük tasviri olmayacaktır. Bu kavramı mülhimlerinin, mimarlarının ve kolbaşılarının ifadeleriyle nakledeceğiz. Emin olun ön yargılarınız kırılacak ve yanılgılarınızla yüzleşeceksiniz. Belki bu yazıyı okuduktan sonra Türkçü olacak, belki Türkçülüğü sorgulamaya başlayacak belki de daha koyu bir Türkçü olacaksınız.
Türkçülüğün Ortaya Çıkışı
Türkçülüğün en zarif ve saf tarifini Ziya Gökalp yapmıştır; Türk Milletini yüceltmek. Bu ifade ilk bakışta her şeyi anlatmıyor elbette, ama ifadenin ardı sıra yüklenen bariz ve tartışmasız anlamı, Türkçülüğün vücûd bulduğu döneme uzandığımızda daha iyi anlayacak ve kavrayacağız.
Öncelikle şunu belirtelim ki Türkçülük bir fikir adamının tezi ya da bir siyasi manevra neticesinde ortaya çıkmış bir akım değildir. Tümüyle Türk Milletinin sinesinde binlerce yıldır var olan bir mihengin bir kıvılcım ile ateşe dönüşmesi, önce küçük alazlar ardından kor ateşler gibi yükselen bir yangına gark olmasıdır. Bu sebeple Türkçülüğün tartışmasız bir lideri yoktur.
Türkçülüğün vücud 20. Yüzyılın başlarına tekabül eder, ancak ortaya çıkmadan önce evvela bir ilham ardından bir istiklal ümidi ile olgunlaşmıştır. 19. Yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı Devleti için kırılma noktası olmuştur. 1789 Fransız İhtilalından sonra yaygınlaşan özgürlükçü hareketler Avrupa'yı olduğu gibi Osmanlı'yı da sarsmaya başlamıştı. 1800'lerden itibaren giderek artan çatışma ortamı Osmanlı'yı zayıflatmaya başlamıştı. Batı, gayrimüslim halkın haklarını koruma kisvesi altında Osmanlı'yı bir takım politikalara mecbur bırakıyorken (Tanzimat ve Islahat Fermanı) diğer taraftan da Avrupa'da okuyan ve buralarda ki özgürlükçü akıma tanık olan Osmanlı gençleri meşrutiyet fikrine tevessül etmekteydi.
Osmanlı 1850'li yıllardan itibaren borç almaya başlamıştı, 1870'lerde ekonomik ve siyasal buhranlarla karşı karşıya gelmişti. Bu şartlar altında meşrutiyet fikri ve beklentisi giderek yükseldi. Nihayetinde 2. Abdülhamit, meşrutiyeti ilan edeceği sözünü vererek tahta geçirildi. Ancak devlet doğuda ve batı da azınlıkların isyanları ile karşı karşıyaydı. Devletin asırlardır güç ve kudret ile bir arada tutabildiği bütünlüğü ilk zayıflık emaresi ile karşılaşılması ile birlikte çözülmeye başlamıştı. Evet, Osmanlıcılık fikrinin siyasi ya da sosyal anlamda birleştirici bir faktör olmadığı anlaşılmıştı. Zira tebaa Osmanlı'ya ya zaruret ya da menfaat bağları ile bağlıydı. Bu bağlar zayıflayınca geri dönüşü olmayan bir zafiyet ortaya çıkmıştı.
Batı da eğitim gören ve muasır medeniyetlerin karşılaştığı sorunlarla nasıl mücadele ettiğini müşahede eden Osmanlı gençleri yeni bir akım oluşturdular. Bu akım tarihe Genç Türkler (Jön Türkler) olarak geçmiştir. Batıda eğitim gören Osmanlı gençleri memleketlerinin kurtuluşunu garp aleminde ararken Türkçülüğün vücud bulmasına vesile olan o ilk Osmanlı Sarayından geldi.
Ahmed Vefik'in İlk Türkçü Neşriyatı
Osmanlı Tercüme Odasının ilk Müslüman çevirmeni olan ve 16 dil bilen Ahmed Vefik, başarılı tercüme kariyerinin ardından adım adım yükselerek Paris Elçiliğine terfi etti. Buradan da Darülfünun'a Tarih Felsefesi hocası olarak atandı. Hocalığı döneminde fevkalade bir eser kaleme alarak Lehçe-i Osmani adlı kitabını yayınladı (1862). Bu kitap hem Osmanlı dili ile Türk lehçelerinin varlığını ve bağlantısını ortaya koydu hem de Osmanlı Tarihinin Türk Tarihi ile bağdaşmadığı fikrini dile getirerek kurtuluşa giden o hayırlı ışığın ilk haresine vesile oldu. Memleketin kurtuluşu ve istikbali için kafa yoran eğitimli Osmanlı gençleri artık tarihlerinin Osmanlı dan çok daha evvele gittiğini idrak etmişti. Bu idrak onlarda kurtuluşun öze dönüşle mümkün olabileceği fikrini uyandırdı.
Süleyman Hüsnü Paşa
Süleyman Paşa, başarılı bir Osmanlı kumandanı olarak sürdürdüğü kariyerine Mekteb-i Askeriye Nazırı yani Askeri Okul Sorumlusu olarak devam etti. Tarihe fevkalade ilgisi olan Süleyman Paşa, Askeri eğitimde kullanılan tarihi bilgilerin yabancı kaynaklı olmasının mahsurlu olacağını düşünerek Çin kaynaklarından faydalanarak Türk Tarihinin izlerini sürmeye başladı. Nihayetinde günümüzde dahi tarihte tespit edilebilmiş en eski Türk Devleti olan Hun Devletinin kayıtlarına ulaştı. Bugün Hunları Türklerin kurduğu ilk devlet olarak biliyorsak bu bilgiyi Süleyman Paşa'ya borçluyuz.
Süleyman Paşa, elde ettiği bu bilgilerle askeri okuldaki tarih müfredatını değiştirerek genç subaylara Türk Tarihinin 2000 yıl geriye gittiğini idrak etmelerini sağladı. Süleyman Paşa sayesinde Mekteb-i Askeriye'den tarih bilinci güçlü subaylar yetişmeye başladı. Elbette bu bulgular vazifeli olduğu askeri okulla sınırlı kalmadı. 1862'de Ahmed Vefik Paşa'nın gönüllere düşürdüğü o ilk ilham bu çok kıymetli bilgiyle daha da yükseldi.
Ancak Süleyman Paşa'nın akıbeti, Türklüğe sağladığı katkıların karşılığında hak etmediği bir tezahür ile sonuçlandı. 1876'da Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde rolü olduğu gerekçesiyle 2. Abdülhamit tarafından vazifesinden alınarak Bosna komutanlığına atandı. Ruslar ile giriştiği savaş neticesinde Şıpka Geçidinde fevkalade bir başarı elde edip Şıpka Kahramanı unvanı aldı ancak 2. Abdülhamit, Rus savaşının mağlubiyetinden kendisini sorumlu tutarak Taşkışla'ya hapsedildi. Bir yıl kadar süren yargılamanın sonunda idama mahkum edilse de, 2. Abdülhamit, kendisine yaptığı muamele hasebiyle vicdan azabı çekmiş olacak ki cezasını sürgüne çevirdi ve 14 yıl süren Bağdat sürgününün ardından burada vefat etti.
Süleyman Paşa, hak etmediği bir şekilde hayata gözlerini yumsa da nazırlık vazifesi gereği yaptığı araştırma neticesinde Türkçülük akımının 2 temel ilham kaynağından biri haline geldi. 19. Yüzyılın sonlarına doğru yaklaşıldığında yeni ve güçlü bir akım yükselmeye başlamıştı. Osmanlı'nın kurtuluşu ve istikbali merkezinde mülahaza edilen ve Türk Tarihi bilinci ve iftiharıyla şekillenen bu akım Türkçülüğün kuluçka dönemi olmuştur.
Türkçülüğün Yükselişi
Türkçülük, önce bir ilham ardından bu ilhamın eşliğinde gelişen tarih şuuru ve iftiharı ile okur-yazar Osmanlı gençleri ve aydınları arasında yayılmaya başlamıştı. Henüz adı konulmamış olan Türkçülük fikri adım adım olgunlaşmaya başlamış, henüz kurumsallaşmış olmasa da anonim bir münevver hareketi olarak kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı.
1876 ve sonrası Türkçülük akımı için ivme kazanılan bir dönem oldu. Bugün adını Türkçülüğün satır başlarına yazdıran pek çok isim de bu dönemde filizlenmeye başlamıştı. Necip Asım bey, Türklerin tarihi hakkında pek çok malumata sahip olan Leon Cahun'un Asya Tarihine Giriş adı eserini Türkçeye çevirip alıntılar yaparak yayınladığı kitabı büyük ilgi gördü (1876). Bu kitap kuluçka evresindeki Türkçülüğün kabuğunun çatlaması olarak değerlendirilebilecek kadar mühimdir.
Ardından Kırımlı bir Türk olan İsmail Gaspıralı, Osmanlı zabiti olma hayaliyle İstanbul'a gelmiş, umduğunu bulamasa da bu macerası onu Türkçülük akımının içine sokmuştur. Kırım'a geri döndüğünde Türkçe bir mecmua çıkartarak Dilde, Fikirde, İşte Birlik fikri ile tüm Türklerin aynı dilde birleşmesi hayalini kaleme aldı (1883). Osmanlı hudutları dışındaki tek Türkçülük akımı bundan ibaret değildi. Bir Azerbaycan Türkü olan Hüseyinzade Ali Bey (Ağaoğlu) Rusya'da tanık olduğu milliyetçilik akımlarından etkilenmiş, Osmanlı Askeri Tıbbiye Mektebini bitirdiği yıllarda Türkçülük akımı ile tanışması ile ilk Türkçüler arasında yerini almış oldu. Görüşlerini Askeri Tıbbiye mektebinde (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) yayma fırsatı buldu (1895).
Türkçülük görüşü yalnızca Devlet kurumları içerisinde yayılmıyordu. Matbaacı ve yayıncı olan Ahmed Cevdet (Oran), Türkçülük akımından etkilenmiş, bu görüş ve fikirleri yaymak üzere İkdam gazetesini basmaya başlamıştır (1894). Böylece Türkçülük fikrinin ilk yazılı yayın organı da faaliyete girmiştir. Dönemin Türkçü fikre sahip yazarları İkdam gazetesi ile fikirlerini geniş kitlelere yayma fırsatı bulabilmişlerdir.
Devlet kurumları ve yazılı basın alanında vücud bulan Türkçülük fikirleri, Mehmet Emin Bey aracılığı ile edebiyat alanında da kendini hissettirmeye başlamıştır. 1899 yılından itibaren etkilendiği fikirler doğrultusunda çıkardığı şiir kitabı "Türkçe Şiirler" ile bu şuuru edebi ifadelerle zihinlere ve gönüllere nakşetmiştir.
Bu noktaya kadar bahsettiğimiz evreler şuur ve gaye bakımından, bugün Türkçülük olarak ifade ettiğimiz mefkûrenin ruhunu yansıtmakta ancak halen ortada bir bilimsel tez, kurumsallaşmış sosyolojik bir iddia ya da ilke bulunmamaktadır. Neticede ortak akıl ve gaye ile bir güruh yükselmektedir ancak henüz bu akıma bir isim konulmamıştır.
Yeni Devlet İdeolojisi İçin Yükselen Fikirler
Osmanlı, 19. yüzyılda kudretini yitirmiş, hakir gördüğü garp alemi tarafından ekonomik ve siyasi baskılara maruz kalır duruma gelmişti. Asırlardır kudret ve güç ile sağladığı tartışmasız hakimiyetin dayanağı askeri ve ekonomik gücüydü. Ancak gerçek güç unsuru olan halkın sosyolojik akımlarla inisiyatifi ele geçirmesi yani özgürlükçü ve milliyetçi akımlar tüm dengeleri değiştirdi. Halk artık yalnızca karnını doyurmak ve huzur içinde yaşamak istemiyor, özgürlük, bağımsızlık ve milliyetçilik gibi yeni mefkûrelere ihtiyaç duyuyordu. Bu mefkûreler aslında haklı ve mantıklı taleplerdi ve Balkan halkları kendi harsları ile yaşama hürriyetlerini ele geçirmekte de muvaffak olmuşlardı.
Osmanlı, devlet ideolojisi olarak sosyolojik anlamda temeli olmayan değerlerle yönetiliyordu. Güç ve kudretiyle hakimiyeti altındaki topraklara hükmediyor bunun karşılığında eder miktarda vergi alarak bir tür merkezi güç ve hamilik rolünü üstleniyordu. Ortada ne dil, ne din ne de soy birliği vardı. Özetle tebaayı merkezi otoriteye bağlayan tek unsur menfaat bağıydı. Bu da yerel milliyetçilik akımları ile çözülmüştü.
Bu durumu müşahede eden Osmanlı münevverleri milleti devlete bağlayacak yegane unsur olarak soy, din ve dil bağının önemini idrak etmişlerdi. Bu minvalde yeni fikirler ortaya atılmaya başlandı. Bu fikirler devrin münevverlerinin yetiştiği Harbiye ve Tıbbiye gibi eğitim kurumlarında ve batıda eğitim gören Türk gençleri arasında yükseliyordu.
Tıbbiye de kurulan gizli bir teşkilat bu fikirleri tüm cenahları ile masaya yatırarak tartışmaya başladı. İttihat (Kurtuluş) fikirleri üç temel fikir etrafında şekillendi; Pantürkimz-Panislamizm-Panottomanizm. Devletin ideolojisinin güruhu ne olmalıydı? Türk Merkezli yada İslam Merkezli bir yönetim mi yoksa alışılageldiği üzere Osmanlı kimliği üzerinden mi devam edilmeliydi? Bu fikirler idealist isimler tarafından gündeme getiriliyor ve okur yazar kitleye empoze edilmeye çalışılıyordu.
Bur fikirler batıda eğitim gören Osmanlı gençleri, Mısır ve Rusya da yaşayan Türkler arasında hararetle tartışılmaya başlandı. Yaklaşık 30 yıldır süregelen ittihat düşünceleri muğlaklıktan çıkarak bir takım ana başlıklar altında toplanmaya başlamıştı artık. Yusuf Akçura Mısır'da yayınlanan bir gazetede Panturkizm'i tavsiye eden bir yazı kaleme aldı (1899). Bu yazı Türkçülük idealinin şu veya bu şekilde bir başlık ve motto ile halka nakledildiği ilk önemli yazı olarak dikkat çeker. Bu yazının yayınlanmasından kısa bir süre son Paris'te bulunan Hüseyinzade Ali Bey (Ağaoğlu) ve Ahmed Cevdet Bey Bakü'ye geçerek ideallerini bir dava haline getirmek için bir araya geldiler. Bu birlikteliğe sonradan Topçubaşıyev de katıldı. Bu üç önemli isim Panturkizm fikrini Sünni-Şii ihtilafı olan bir bölge olan Azerbaycan'da tecrübe etmeye çalıştılar.
Türk Derneğinin Kuruluşu
Türkçülük düşüncesi Osmanlı hudutları dışında olduğu gibi İstanbul'da da yaygınlaşmaya başladı. 20. Yüzyılın ilk yılları Türkçülüğün doğrudan İstanbul'da yükseldiği yıllar olarak dikkat çeker. Bu minvalde Türk ittihatçılarının önde gelen isimleri bir araya gelerek Türk Derneğini kurarlar ve Türk Derneği Mecmuasını yayınlarlar. Derneğin kurucuları arasında çok önemli isimler bulunur. Necip Asım Bey, Ahmed Mithat Efendi, Ahmed Hikmet Bey, Rıza Tevfik Bey, Mehmet Tahir Bey, Veled Çelebi, Fuat Raif bey, Emrullah Efendi ve Yusuf Akçura derneğin kurucuları olmuşlardır.
Dernek 2. Meşrutiyetin ilanından birkaç ay sonra kurulmuştu. Meşrutiyet ile 2. Amdülhamit Han tahttan indirilmiş yerine 2. Mehmed Vahdettin geçirildi. Bu devinim Türkçülük akımının sekteye uğramasına sebep oldu. Zira Vahdettin ile birlikte Osmanlıcılık yükselmeye başladı. Doğal olarak Türkçülük akımı zayıflamaya başladı. Türk Derneği dergisi önceleri ümit edilen uyanışı sağlamaktan uzak kalsa da 31 Mart vakasından sonra yeniden yükselme şansı elde etti.
31 Mart vakasına yeni hükümetin rahatsız edici uygulamaları sebep olmuştu. İttihatçıların devlet kurumlarında kadrolaşması ve iddia ettiği gibi devletin idaresini ele geçirememiş olması halk ve asker nezdinde büyük rahatsızlıklara sebep olmuştu. Bu minvalde gerçekleşen isyan gerek Vahdettin'i gerekse hükümeti daha dikkatli, temkinli ve itidalli davranmaya sevk etti. Hükümetin ve Sultanın üzerindeki bu baskı Türk Derneğinin üzerindeki baskının hafiflemesini sağladı.
Türk Derneği faaliyette bulunduğu 4 yıl boyunca bir takım çalışmalarda bulunsalar da umulduğu kadar tesir edemedi. Derneği kurucuları farklı arayışlar içerisine girdiler. Mensup ve kurucu unsurların ayrılmaları sebebiyle dernek 1912 yılında kapanma noktasına geldi. Türk Derneğinin faaliyetlerinin zayıflaması ve dağılma noktasına gelmesine müteakip Türk Yurdu Cemiyeti kuruldu. Türk Derneğinin kalan mensupları doğrudan Türk Yurdu Cemiyetine katıldılar (1911). Kısa bir süre sonra ise bu derneklerin devamı niteliğinde yeni bir oluşum ortaya çıktı (Türk Ocağı) ve nihayet Türkçülük fikri bir araya gelebilecekleri bir fikri merkeze sahip hale geldiler.
Türk Ocağı Derneği
Türkçülüğün ihyasında her dönem taşıyıcı ve aktör durumunda olan Askeri Tıbbiye Mektebi, Türk Ocağı'nın kuruluşunda da önemli rol oynadı. Türkçülük meselesinin ihyası gayesiyle yapılacak bir toplantı tertip ederek dönemin ünlü münevverlerine mektuplar yazarak toplantıya davet ettiler (24 Mayıs 1911). 3 Temmuz'da yapılan bu toplantıya dönemin ünlü Türkçüleri de teveccüh gösterdiler. Dr. Fuat Sabit başkanlığındaki toplantıya Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, M. Ali Tevfik, Emin Bülend ve Hüseyinzade Ali Bey gibi önemli isimler katılmıştı. Türkçülük düşüncesinin ihyası ve idamesi için yeni bir derneğin kurulması gerekliliğinde ittifak edildi. Bu minvalde kurulacak derneğin adının Türk Ocağı olmasına karar verildi.
Türkçülük Kavramı
Türkçülük kavramı, Türkçülük mefkûresi gibi dönemin münevverleri arasında anonim bir ifade olarak ortaya çıktı. Türk olmak ve Türkî değerlere teveccüh etmek anlamında kullanılabilecek en sade ve etkili ifadeydi bu. Bu fikriyatın merkezi de Türk Ocağı idi ki; bu ocağın mensubu olmak doğrudan Türkçü olmak anlamına geliyordu. Bu ifadenin telaffuzu arttıkça güruhu ile özdeşleşti ve tümüyle halka mâl olan bir kavram halini aldı. Türk Ocağının kurulmasına müteakip evrelerde daha önce Pantürkizm, Türk Milliyetçiliği, v.b. kavramlarla ifade edilmeye çalışılan mefkûre artık ortak ve paydaş bir terim olmuş ve Türkçülük olarak anılmaya başlanmıştır.
Ziya Gökalp Devinimi
Türkçülük hareketinin ortaya çıkışı ve ihyası Askeri Tıbbiyede ve dönemin münevverleri arasında yayılmıştı. Bir takım yayın organları ve mecmualar vasıtasıyla halka da ulaştırılmış ancak halen epik-akademik bir hareket olmaktan çıkamamıştı. Bu mefkûrenin tam anlamıyla ihyası için genç dimağlara, şehirliye, kasabalıya hatta köylüye kadar nakledebilecek bir dinamoya ihtiyaç vardı. Bununla birlikte mefhum ve saikleri de netleştirilmeli, daha anlaşılır ve anlatılabilir kılınmalıydı. Bir dava, bir şuur, bir ideoloji ancak sosyal satıhta teveccüh görebilirse istikbale uzanabilirdi. Ziya Gökalp işte tam bu noktada Türkçülüğe hizmet etmiş, hatta Türkçülüğü bir dava haline getirmiştir. Şunu açıkça söylemekten çekinmememiz gerekir ki; Ziya Gökalp, Türkçülüğün hem mimarı hem de mühendisidir.
Ziya Gökalp, Türkçü hareketin kuluçka evrelerinde lise seviyesindeki sivil okluda (İdadi Mülkiye) talebeydi. Henüz talebelik yıllarında "Padişahım Çok Yaşa" demeyi reddedip "Milletim Çok Yaşa" dediği için soruşturmaya tabi tutulmuştu. Zor bir çocukluk yaşayan Ziya Gökalp, ailesinden aldığı sıkı dini eğitim ve lisede ki felsefe hocası Yorgi Efendiden aldığı felsefe eğitimleri arasındaki zihinsel çatışma, yaşadığı maddi sıkıntılar ve aile baskısı nedeniyle ruhsal bir bunalıma giren Mehmet Ziya, başına bir kurşun sıkarak intihar etmeye teşebbüs etmiş, ancak şans eseri ölmemiş ve başındaki kurşun morfinsiz bir ameliyatla çıkarılmıştı. Bu operasyonu yapan Abdullah Cevdet Bey, Tıbbiye yıllarında Türkçülük fikrini benimsemiş idealist bir doktordu. Abdullah Cevdet bey, Ziya Gökalp'in hem hayatını kurtarmış hem de dünya görüşünü şekillendiren ilk ilhamı veren kişi olmuştur.
Ziya Gökalp, hem nekahet döneminde hem de sağlığına kavuştuğu ilk yıllarda kendisini okumaya ve ilme adadı. Amcasından Arapça ve Farsça dersleri alan Gökalp, haricen de Fransızca öğrenmiş, diğer taraftan da tasavvuf ile ilgilenmeye başlamıştı. Gökalp'in yaşadığı manevi çöküntünün küllerinden bir münevver doğmasına vesile olmuştur.
Suriye göçmeni bir Türkmen olan ailesi ile Diyarbakır'da yaşayan Gökalp, önce ideallerine kavuşma hayaliyle İstanbul'a gitti, ardından "yasak yayınları okumak" dan ceza alarak önce tutuklandı ardından Diyarbakır'a sürgüne gönderildi. Ancak vazgeçmedi. 1900'den 1908'e kadar burada küçük memuriyetler yaptı. Diyarbakır gazetesinde şiirler ve yazılar kaleme aldı. Bu tarihlerde bölgede bulunan Hamidiye Alaylarının komutanı İbrahim Paşa'nın hırsızlık ve kanunsuzluklar yapmaktaydı. Gökalp, halkı örgütleyerek telgrafhaneyi işgal edip İbrahim Paşa ve adamlarını telgrafla şikayet etti. Gökalp'in bu teşebbüsü başarılı oldu ve İbrahim Paşa bölgeden uzaklaştırıldı. Olanlar İttihat ve Terakki Cemiyetinin dikkatini çekmişti. Cemiyet, kendisini Selanik'te yapılan kongreye davet etti. Bu tarihten sonra Gökalp artık bir dava adamı haline gelecektir.
Gökalp, Selanik'e gittiğinde henüz 33 yaşındaydı. Ancak sahip olduğu entelektüel bilgi ve ilim fevkalade durumdaydı. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Gökalp, aynı zamanda felsefe alanında da yetkinlik kazanmıştı. Bu meziyetlerinin dışında sosyolojiyle de ilgilenmiş, hatta bu konuda uzmanlaşarak Osmanlı'nın ilk sosyologu olmuştur. 1912 yılında İstanbul'a gittiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti bu parlak dimağdan istifade etmekte gecikmedi. Meclis-i Mebusan'a seçilerek siyasete atıldı ve hemen ardından Edebiyat Fakültesinde öğretim görevlisi oldu. Bu alanda da yükselerek Darülfünun'da (Üniversite) baş müderris oldu. Artık müfredattaki tüm kitaplar ve ders kaynakları onun idaresi altına verilmişti. Bu Gökalp'in ideallerine ulaşmak için elde ettiği en büyük fırsat oldu. Öyle ki kendisine teklif edilen Maârıf Nazırlığı (Milli Eğitim Bakanlığı) görevini reddetmiş, ideallerine ulaşabileceği bu yegane aracı kaybetmek istememiştir.
Gökalp, İstanbul'a gelir gelmez Türkçülük bilinç ve şuuru ile öyle bir ateş yakmıştı ki İmparatorluğun son yılları yeni bir dirilişe, yeni bir uyanışa gark olmuştur. Türkçülük bilincine sahip olan münevverler nihayet kurumsallaşarak Türk Ocağı'nı kurmuş ve bir araya gelmişlerdi. Ziya Gökalp de kurulduktan kısa bir süre sonra Türk Ocağına katıldı. Ziya Gökalp'in bir ayağı siyasette ve mecliste, diğer ayağı ülkenin en önemli eğitim kurumu olan Darülfünunda, bir ayağı da Türkçü teşkilatlanmanın merkezi Türk Ocağındaydı. Artık tüm Türkçüler onun her sözünü dikkatle dinliyor, yazılarına fevkalade ehemmiyet veriliyor, kitapları ise tüm Türkçü cenah tarafından satır satır okunuyordu. 1910 yılında Selanik'de Genç Kalemler adlı mecmuada yayınladığı Turan Manzumesinin son mısrası artık tüm Türkçüler tarafından ezbere biliniyordu. Ne diyordu o mısrada;
"Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne de Türkistan, Vatan büyük ve müreffeh bir ülkedir; Turan!"
Gökalp'in ihya ettiği Türkçülük ateşi pek çok kişiye ilham ve cesaret vermişti. Ahmed Hikmet Bey Altın Ordu makalesini yayınlamış, Halide hanım Yeni Turan adlı romanını yayınlamış, Hamdullah Suphi bey pek çok insana Türkçülük fikrini aşılayarak öncülük etmiş, Fuat Köprülü engin bilgi ve ilmi ile Türkçülüğü ihya etme gayretine girişmişti. Türkçülük fikri artık hiçbir zümrenin baskısından çekinmiyor, bilakis bu fikir geniş kitlelere yayılıyor ve çığ gibi büyüyordu. Gökalp ile Türkçülük engellenemez ve geri dönülemez bir istikamete yönelmişti artık.
1. Dünya Savaşının sona ermesi ve Osmanlı'nın yenilmesine müteakip devletin yönetimin İngilizlerin tahakkümü altına girmişti. Ziya Gökalp, süratle tüm görevlerinden uzaklaştırılarak Darülfünun'a giren İngiliz askerler tarafından tutuklandı. Diyarbakır'da bulunduğu dönemde Ermeni isyancılara karşı girişilen mücadelelerde payı bulunduğu gerekçesiyle tutuklanarak Malta'ya sürgüne gönderildi. 2 Yıllık sürgünden sonra İstanbul'a döndüğünde Darülfünun'da ders verme talebi reddedilince Diyarbakır'a döndü. Gökalp için artık yolun sonuna gelinmişti. Kurtuluşu için ömrünü vakfettiği Devleti garp alemi tarafından mağlup edilmiş, 450 yıllık Başkent İngiliz postalları altında ezilmekteydi. Yinede pes etmemiş, Ahmed Cevdet Bey'in yardımları ile Küçük Mecmua adlı bir dergi yayınlamıştı. Ancak yapabileceği daha fazla bir şey yoktu. Ama aslında yapabileceğinin en iyisini yapmış olduğunun farkında değildi.
Atatürk ve Türkçülük
Atatürk, Harbiye yıllarında diğer pek çok Harbiyeli gibi İttihat (Kurtuluş) ve istiklal fikri ile tanışmıştı. Bu fikirleri çoğunlukla hocalarından, takip ettiği Genç Osmanlılar hareketinden ve mecmualarca yayılan Türkçülük mefkûresinin önde gelen isimlerin yazılarından takip ediyordu. 1905'de Harbiye'yi Kurmay Yüzbaşı olarak bitirdiğinde genç ve idealist asker, fikren de potansiyel bir Türkçü olmuştu.
İlk vazife yeri olan Şam'dan döndükten sonra arkadaşlarıyla birlikte "Vatan ve Hurriyet" adlı cemiyeti kurdular. Bu cemiyet kurtuluş fikirleri arıyor, Genç Osmanlılar hareketinin (Jön Türkler) özgün fikirlerine teveccüh ediyor, batı emperyalizme karşı koyabilmenin yollarını arıyordu. Bu cemiyet 1908'de kendisini İttihat ve Terakki Cemiyetine ilhak edince kendisi de 322 üye numarası ile İttihatçılar arasında yerini almış oldu. Ancak 2 yıl kadar sonra Askerlerin siyasetle meşgul olmasının orduyu yıprattığını düşünerek ayrılmıştı. O aslında hiçbir dönem İttihat ve Terakki cemiyetinin ilkelerini benimsememişti.Kurucuları arasında bulunduğu cemiyetin (Vatan ve Hürriyet) dönemin tezahürleri gereği İttihat ve Terakki Cemiyetine katılmış olması hasebiyle hasbelkader mensubu olmuş, ancak mesleği icabı bunu mahsurlu olacağını düşünerek ayrılmıştı.
Atatürk, askerlik vazifesi süresince kendisine liderlik ve önderlik vasıfları kazandıran pek çok yayın ve kitap okumuştu. Okuduklarının içerisinde en kıymetli olanı şüphesiz Ziya Gökalp'in eserleriydi. Zira Atatürk, "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir" demiştir. Gökalp'in yazıları ile hem Türkçülükle hem de kurtuluş fikirleri ile ihya olan Atatürk, şüphesiz tartışmasız bir Türkçüdür.
Atatürk, Ziya Gökalp'ten aldığı ilham ve dünya görüşü ile doğrudan Ziya Gökalp'in mefkûresini benimsemiş, bu fikri alt yapıyı kurduğu Cumhuriyet'in her inkılabına nakşetmiştir. Buna mukabil Ziya Gökalp, belki de tüm bunlardan habersiz olarak Ahmed Cevdet Bey'in maddi yardımlarıyla Diyarbakır'da çıkarabildiği Küçük Mecmua adlı mütevazi bir dergiyle Kurtuluş Savaşı dönemi boyunca Atatürk ve liderliğindeki hareketi teşvik eden yayınlar yapmıştır.
Ziya Gökalp, her şeyin bittiğini, elinden hiçbir şeyin gelmeyeceğini düşünerek kaleminin son damlasıyla mütevazi dergisiyle Kurtuluş Savaşına destek vermeye çalışırken, kendisinin fikir ve idealleriyle yeşeren bir kahraman, mefkûrelerini tam da hayalini kurdukları minvalde hayata geçirmişti. Nihayet Cumhuriyet kurulmuş, devletin temelleri ise tam anlamıyla Türkçü bir ideolojiyle şekillenmişti.
Atatürk, fikirlerinin babası olan Ziya Gökalp'i Ankara'ya davet ederek kendisine Maarif Vekaletinde vazife verdi ve hemen ardından Diyarbakır millet vekili olmasını sağladı. Gökalp, en kıymetli çalışması ve mirası olan "Türkçülük Esasları" adlı eserini de bu evrede yazdı. Bu eser Türkçülük mefkûresini sosyolojik temellere oturtup hakiki anlamda bir millet hareketi olmasını sağlamış, adı konulmamış bir münevver-toplum hareketini sosyal bir davaya, milli bir şuura dönüştürmüştür.
Türkçülüğün Esasları
Yüzyılın ortalarından itibaren yükselen tarih ve millet şuuru, önce devrin gençleri, ardından önemli düşünürleri tarafından tetkik edilmiş, ardından Osmanlı mekteplerinde ve Harbiye de yükselerek 20. Yüzyılın ilk yıllarında bir mefkûre halini almıştı. Ancak bu içtimai hareketin ortak kabul ile benimsenmiş bir adı konulmamış, satıh kapsam ve mahiyeti özetlenmemiş, kolayca anlatılabilir ve anlaşılabilir hale gelememişti.
Evet, Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları adlı eseri bu anlamda fevkalade kıymetli ve önemlidir. Zira Türkçülüğü adı konulmuş, mahiyeti kesinleşmiş bir mefkûreye dönüşmesini sağlamıştır. Üstelik bunu yalnızca bir siyasetçi, dava adamı veya bilim insanı olarak yapmamış, tümüyle milletin sinesinden yetişmiş bir Türk evladı olarak hem siyaseti hem bilimi hem de milletin sosyokültürel dokusunu derinlemesine özümseyerek gerçekleştirmiştir. Yaşadığı çağda Türkçülüğü bu denli geniş perspektiften ele alarak böylesine anlaşılır ve tartışmaya mahal bırakmayacak kadar başarılı biçimde özetleyebilecek başka bir isim daha tasavvur etmek mümkün değildir. Hiç şüphe yoktur ki; bu kıymetli eser, devrindeki hiçbir Türkçü tarafından en ufak bir eleştiriye bile maruz kalmamış, tüm Türkçü cenah tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. Bu sebeple bu eserde ifade edilen kavramlar, tespitler ve ilkeler hakiki anlamda Türkçülüğün esaslarıdır ve günümüzde bu esasları tashih edebilmek akla şayan değildir.
Türkçülüğün Esasları
Ziya Gökalp, Türkçülüğü en yalın haliyle "Türk Milletini Yüceltmek" olarak ifade etmektedir. Türkçülüğü bu ifadenin anlattığı ve hissettirdikleri dışında bir minvalde tasavvur etmek mümkün değildir. Gaye Türk Milleti'nin siyasi, ekonomik, içtimai, bilimsel ve akla gelebilecek diğer tüm alanlarda yüceltilmesi, yükseltilmesi ve başarıya ulaştırılması gayesidir.
Gökalp, bu mefkûreyi 2 temel hedefle açıklar; Türkiye Türkçülüğü ve Turan.
Türkiye Türkçülüğü; Yakın mefkuredir. Yani ulaşılabilir en yakın hedef ve başarılması gereken ilk evredir. Önce kendi siyasi hakimiyet alanımız içerisindeki intizamı ve şuuru şekillendirmek, sosyolojik ve harsi saiklere yön vermek, özetle Türkçülüğün evvela Türkiye'de vücud bulmasını sağlamak gerekmektedir.
Turan; diğer tüm Türk Devletleri ile, kendi hakimiyet alanlarındaki içtimai şartların müsait olması koşulu ile ortak akıl ve irade ile güç birlikteliğin sağlaması, kendi içlerinde özgün ancak diğer milletlere karşı yek vücud hareket edebilmesinin sağlanmasıdır. Turan mefkuresine göre her bir Türk Devleti, soy ve itikat bakımından ortak değerlere sahip olsalar bile kendi sosyal ve kültürle dokusu itibariyle kendilerine has ve özgün bir harsi yapıya sahiptir. Bu yapı sebebiyle ortak bir devlet kurma fikri gerçekçi değildir. Ancak bunun mümkün kılınması için sarf edilecek çaba ile tüm Türk Devletlerinin sosyal ve kültürel dokularının uyuşması durumunda ve tabiki siyasi-coğrafi şartlar da el verirse Hun Devleti gibi muazzam bir Turan Devleti kurmak mümkün olabilecektir. Mevcut şartlar itibariyle birbirlerine en yakın sosyal-kültürel dokuya sahip olan Türkiye Türkleri, Türkmenler, Azerbaycan Türkleri ve İran Türkleri Turan mefkuresi için en yakın zümreyi teşkil etmektedirler. Böylelikle sağlanacak bir Türk-Türkmen birliği ile Turan mefkuresine ulaşılabilmenin habercisi ve müjdecisi olacaktır.
Türkçülüğün Değer ve Yargıları
Türkçülük mahiyeti ve saikleri itibariyle gayet anlaşılır ve nettir. Ancak değer yargıları itibariyle tam anlamıyla kanıksanamamıştır. Kimin Türk olduğu, kimin Türkçü olabileceği ve Türkçülük idealleri içerisinde değerlendirilebileceği konusu maalesef siyasi handikaplar ve ideolojik çatışmalar nedeniyle doğru anlaşılamamış hatta yanlış algılarla tahrif edilmiştir. Oysa Ziya Gökalp, bu konuda fevkalade başarılı tespitlerde bulunmuş, bir toplum bilimci olarak bilimsel temellere oturttuğu değer ve yargılarla Türkçülüğü tüm yönleriyle kurgulamıştır.
Ziya Gökalp'in ortaya koyduğu değer yargılarını anlamak ve idrak etmek için evvela Millet kavramını netleştirmek gerekir. Kimin "Millet" kavramı içerisinde değerlendirileceğini anlamak kime Türk denebileceğini, dolayısıyla kimin Türkçülük mefkuresi kapsamında değerlendirilebileceğini anlamaktır. Gökalp, bu kapsamda Irk, Kavim, Coğrafya, Din ve Birey kavramlarını ele almıştır.
Irk Kavramı; insanoğlunun ilk insandan günümüze taşıdığı biyolojik özelliklerin çeşitliliğini ifade eder. Dünya'da az sayıda temel ırk mevcuttur (Beyaz, Siyah, Sarı, Kızıl, v.b.). Bu ırkların yaşadığı dönemde siyasi ve coğrafi sınırlar bulunmadığı için birbirleriyle etkileşim kurmaya imtina etmeyen bu Irklar akrabalık bağları kurmuş ve on binlerce yıl süren kaynaşmalar neticesinde Dünya'nın farklı alanlarına yayılmışlardır. Muhtelif genetik gruplardan muhtelif oranlarda akrabalık bağları kuran bu insan toplulukları zaman içerisinde coğrafi, siyasi ve dil bakımından kendilerine özgü hale gelmişler ve bu kaynaşmadan sonra millet olmuşlardır. Bu kaynaşma kaçınılmaz olarak tüm milletler için muhtelif oranlarda devam etmektedir. Bilimsel açıdan bakılacak olursa sosyolojik anlamda insan ham maddedir ve kültürel, duygusal ve manevi etkilerle işlenir. Elbette insanın bir Milletin içerisinde geçirdiği süre bu etkiyi doğru orantılı olarak etkiler ancak bu etkinin yerleşmesi için birkaç nesil bile yeterli olabilmektedir.
Kavim Kavramı; kendi içindeki akrabalık bağları kuran ve dışarıya karşı sosyolojik anlamda izole olmuş bir toplumu ifade eder. Bu kavram ancak bir aşiret ya da sülale yahut küçük ölçekli bir yerleşim yeri için tasavvur edilebilir bir kavramdır. Millet kavramı içerisinde değerlendirilebilecek kadar çok sayıda insan için bu kavramı bir değer yargısı olarak kullanmak mantıklı ve makul olmayacaktır. Zira bu denli kalabalık bir toplumun disipline edilebilir bir şekilde akrabalık bağı kurma olasılığı yoktur. Bu bağlar rastlantısal olarak muhtelif bölgelerde muhtelif oranlarda gerçekleşir ve nihayetinde Millet içerisinde de farklı genetik öbekleşmeler gerçekleşir. Bu nedenle Kavimler Millet kavramının ancak küçük bir ölçeği olabilir.
Coğrafiyet; kavramını referans alarak sınırlarla belirlenmiş bir alanda yaşayan insanları Millet addetmek mümkün değildir. Zira Millet olmak için aynı yerde yaşıyor olmaktan çok daha fazlası icap etmektedir. Muhtelif kültür, dil ve alışkanlıklarla yaşayan insanların bir araya gelmesi onları bir Millet haline getirmeyecektir. Bu durum yalnızca coğrafi komşuluk yahut teba olmak şeklinde ifade edilebilir.
Ümmetçilik; kavramı sosyal bir kavram olmaktan öte bir anlam taşır. İtikadı açıdan aynı fikre sahip insanların birbirleri için hissettikleri onları aynı dil ve kültür değerinin bir parçası yapmaya yetmeyecektir. Bu ancak milletlerarası bir ortak değer ya da hissi bir mefhum olabilir. Türkçülük sosyal ve kültürel, Ümmetçilik ise manevi ve itikadı bir mefkûredir. Bu iki kavramdan herhangi birini diğerinin içerisinde mülahaza etmek akla şayan değildir.
Ferdiyetçilik; yani bir ferdin kendisini bir milletin mensubu kabul etmesi ve ilan etmesi o kişiyi o milletin bir parçası yapmaya yeterli değildir. Zira kişinin geçmişini değiştirme istiklali yoktur. Millet, her bir ferdi ile ortak değerleri kanıksamış, idrak etmiş ve yaşamış olmalıdır. Ancak bu şekilde millet olunabilir ve her bir fert, o milletin mensubu kabul edebilir.
Gökalp, tüm bu kavramlardan şu sonucu çıkartır; "Bir milletin ferdi olmak terbiyede, harsta ve duyguda ortak olmayı gerektirir. "
Bu ifadenin altını dolduracak olursak; Millet olmak için, soy bakımından bir silsileye mensup olmak kafi değildir. Aynı şeklide aynı dine mensup olmak ve aynı dili konuşmakta yeterli değildir. Millet olabilmek için bu saiklerden birkaçına birden sahip olmak gerekir. Bu saiklerden en önemlisi olan ortak dil ve kültür değerlerine sahip olma gerekliliğidir. Ancak aynı dili konuşan ve aynı kültürü yaşayan insanlar aynı milletin birer parçaları olabilirler. Elbette bunun mümkün olabilmesi için, yani kültürel değerlerin özdeşleşebilmesi için birkaç nesil boyunca ve tereddüde mahal bırakmayacak nispette etkileşimde bulunmuş olmak gerekir. Böylelikle kişi, içerisinde yaşadığı coğrafyayı vatanı, mensubu olduğu kitleyi milleti, konuştuğu dili ana dili olarak kanıksayacaktır. Tüm bu tezahürler neticesinde kişinin kendisini duygusal bağlamda o milletin ferdi olarak hissediyor ise, o kimse artık o milletin ferdidir ve bu tartışmaya bile gerek duyulmayacak kadar açıktır.
Türkçülük Ne Değildir?
Türkçülüğün kapsam ve mahiyetini, bu alandaki en yetkin ismin olan Ziya Gökalp'in değer yargıları ile neşrederek ne olduğunu anladık. Şimdi ne olmadığını ve olamayacağını, hangi kavram ve sairlerle bağdaştırılamayacağını, hangi kelimelerle aynı cümle içinde kurulamayacağını neşredelim.
Türkçülük kati suretle Irkçılık değildir! Zira doğrudan Irk merkezli bir milliyetçilik tasavvuru hem bilimsel değildir hem de Ziya Gökalp'in ifade ettiği üzere sosyolojik gerçeklerden uzaktır. Neden? Çünkü Ziya Gökalp'in de altını çizdiği üzere millet kavramı fertlerin beşeriyet, hars ve terbiye saiklerine bağlıdır. Yani insan beden ve ruhun birleşimi olduğundan yola çıkarsak, bir insanı tanımak ve onunla anlaşabilmek için hem soyuna ve atalarına hem de huyuna ve terbiyesine bakmak gerekir. Oysa bir hayvan, örneğin bir At, yalnızca soyuna, anne ve baba geçmişine bakmak yeterlidir. Doğrudan ve salt olarak Irk merkezli bir değer yargısı ile hareket etmek, insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak ele almak anlamına gelir. Bunun yanında fertlerin millet olabilmesi için olmazsa olmaz vasıfları kabul edilen sosyal, kültürel ve dil gibi değerler ancak birkaç nesil sonunda özümsenebileceği için Irk bağlamında en az birkaç nesil geriye gidebiliyor olması elzemdir. Özetle Irk kavramı, millet olma mefhumunun gereklerinden biridir ancak yegane yahut en elzem unsur olarak mülahaza edilemez.
Tıpkı Irkçılık gibi Türkiyelilik fikri de kati suretle Türkçülük kapsamında değerlendirilemez. Zira Coğrafiyetçilik, tek başına kültür ve dili temsil edemez. Elbette coğrafi ve siyasi sınırların millet olma güruhu ile dolaylı olarak ilgisi vardır, ancak siyasi olarak bir kişinin vatandaş kabul edilmesi o kişiyi milli anlamda Türk yapmayacaktır. Örnek olarak sonradan vatandaşlık verilen bir ailenin kültürel ve filolojik şartların uygun şekilde tezahürü ve fertlere tam anlamıyla etki etmesi ile belki üç belki dört nesil sonraki nesil milli anlamda Türk addedilebilirler.
Tüm bunların yanında Türkçülük, kati suretle ümmetçilik ve din kardeşliği de değildir. Din ve itikat, fertlerin doğrudan manevi dünyaları ile ilgilidir ve sosyal hayata yeteri kadar nüfuz edebilecek bir etkiye sahip olmadığı için ümmetçiliği yahut din kardeşliğini Türkçülük kapsamında değerlendirmek mümkün olmaz. Ancak sonuca tersten ulaşacak olursak, dini ve itikadı akitlerin sosyal ve kültürel hayata derinlemesine nüfuz etmiş olması bakımından gayrimüslim bir Türkçülükten bahsetmek mantıken mümkün olmayacaktır. Örnek verecek olursak, Hristiyan yahut Ateist bir Türk, Türk milletinin en az 1000 yıldır sosyal ve kültürel anlamda tesiri altında olduğu İslam inancından uzak veya mesafeli olmamalı, doğrudan aynı hissiyat ve maneviyat ile bu ortak değeri de paylaşmalıdır.
Sonuç Olarak; Türkçülük, doğrudan doğruya millet olma, milletin mensubu olma ve mensubu olduğu milleti yüceltme şuurudur. Bu şuurun özümsenmesi ve hayata geçirilmesi için Irk, Din, Dil, Kültür ve Hissiyat birer unsur ve faktördür ancak bu unsurların hiçbiri tek başına referans alınamaz ya da söz konusu unsurların herhangi birinden vazgeçilemez. Her biri zincirin birer halkası gibi birbirini tamamlar.