Bıçaksırtı bir konuya değineceğiz; Türkçe ibadet! Öncelikle şunu ifade edelim, meseleye ne bir din alimi gibi yaklaşarak fetva vereceğiz, ne siyaseten itikadının esiri olmuş sığ ve yobaz biri gibi yaklaşacağız ne de vakaları fikirlerine uydurmaya çalışan tarafgir bir bakış açısıyla konuya yaklaşacağız. Gayemiz meselenin iç yüzünü tüm şeffaflığıyla ortaya çıkartarak mahsurlu algıları tenkit ve mümkünse tashih etmek olacaktır.
Bilindiği üzere Türkçe ibadet meselesi Cumhuriyetin ilk evrelerinde gündeme gelmiş ve 18 Temmuz 1932 yılında yayınlanan genelgeyle ülke genelindeki tüm camilere ezanın Türkçe okunması talimatı gönderilmişti. Bu uygulama 1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen Menderes hükümeti tarafından ortadan kaldırıldı. Peki Atatürk neden Ezanın Türkçeleştirilmesi meselesini gündeme getirdi? Bu fikir gerçekten Atatürk'ün şahsi düşüncesi miydi? Sırasıyla ele alalım.
Atatürk, hayata geçirdiği pek çok yeniliği tarihten aldığı ilhamlarla gerçekleştirmiştir. Buna en basit örnek dil inkılabıdır. Arap alfabesinin kullanılmasının bilimsel açıdan yetersiz olduğu fikri 1800'lü yılların ortalarında, Abdülmecit döneminde gündeme gelmiş ancak siyasi handikaplar nedeniyle üzerinde durulamamıştı. Daha sonra aynı konu 2. Abdülhamit tarafından tetkik edilmiş, kendisi de bu fikre sıcak bakarak üzerinde çalışılması talimatını vermişti. Hatta bu çalışmalar olgunlaşmış, önce gramer kitabı haline getirilmiş, ardından medrese müfredatını kapsayacak minvalde geliştirilmiştir (1876). Ancak topyekun bir ittihatla gerçekleştirilmesi mümkün olabilecek bu proje, devrin siyasi istikrarsızlığı nedeniyle kalıcı olamamıştı. Atatürk, dil inkılabı fikrini işte bu vakadan ilham alarak gerçekleştirmişti. Aslında o, önce Abdülaziz'in ardından Abdülhamit'in yapmaya muvaffak olamadığı bir yeniliği hayata geçirmiş oldu.
Bir örnekle daha açıklayalım. Yarım kalmış bir tez olan Güneş Dil Teorisi, Atatürk'ün teşvik ve teşebbüsüyle gündeme gelmiş, ancak bu alanda yeterli tetkiki yapacak ilim adamları bulunmadığından, bunun yanında vazifelendirilen kişilerin de meseleyi tetkik etmek yerine, alelacele tasdik ederek bir anlamda yaranmak gayesiyle hareket etmiş olması hasebiyle tetkik edilememiş ve geliştirilememiştir. Peki bu teorinin sahibi Atatürk müdür? Atatürk, herhangi bir bakımdan bir ilim-bilim uzmanı değildi. O bir asker ve liderdi. Ne bir etimolog ne de bir filolog olmayan Atatürk, bu tezi doğrudan hayal gücüyle mi ortaya atmıştı? Elbette hiçbiri değil. Bu fikir, Atatürk'e Viyanalı bir doktor olan Phill Kveriç tarafından verilmiştir. Bir dilbilimci olan Kreviç, yaptığı çalışmalar neticesinde Türkçenin pek çok dil üzerine yaptığı etkiyi teşhis etmiş ve bu alanda yaptığı 41 sayfalık bir çalışmayı önce Türk Dil Kurumun'a göndermiş, ancak kıymetsiz görülmesi üzerine doğrudan Atatürk'e iletmiştir. Atatürk'de bu çalışmayı tetkik etmesi için mahiyetini vazifelendirmiş ve bilimsel bir tez haline getirilerek tetkik edilmesi talimatını vermişti. Bu çalışma, Atatürk'ün ömrünün vefa etmemesi üzerine rafa kaldırıldı.
Görüldüğü üzere Atatürk, pek çok inkılabını, hayal gücünün bir ürünü olarak değil somut bilgi ve vakalara dayanarak geliştirmiş ve gerçekleştirmiş, gerçekleştirdiği inkılapların ilhamını da entelektüel kişiliğinin karşısına çıkardığı bilgi ve bulgulardan almıştır.
Gelelim Türkçe İbadet meselesine. Maalesef yeterli bilgiye sahip olmayan kitlelerin kasıtlı ve meselenin aslından uzak ithamlarıyla yanlış fikirlere gark olduğunu, hatta Atatürkçü kimliğiyle öne çıkan isimlerin bile meseleden bihaber olduğunu müşahede ediyoruz. İşte tarihi şuur burada önem kazanıyor. Meseleyi dönemin kritikleriyle tetkik ettiğimizde gerçeğin sanılandan çok daha farklı olduğunu göreceğiz.
Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşu döneminden itibaren, kuruluş felsefesi haline getirdiği Türkçülük mefkûresini toplumun her sathına tatbik etmekteydi. Bu minvalde, kendisinin fikri lideri de, yine kendisinin ifade ettiği üzere Ziya Gökalp olmuştur. Atatürk, "Fikirlerimin babası" dediği Ziya Gökalp'in Türkçülük hakkında sarf ettiği tüm söylem ve fikirlere doğrudan bağlıydı. Öyle ki, Gökalp henüz hayattayken bu durumu ifade etmekten imtina etmemiş ve fevkalade bir alçakgönüllülük örneği göstermiştir. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, Vahdettin'in tüm görevlerinden azlettiği Ziya Gökalp'i Ankara'ya çağırarak kendisine mebusluk vermiştir. Ziya Gökalp, kaleme aldığı en kıymetli eseri olan "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabını da bu tarihte yazmıştır. Bu eserin yazım tarihi 1923 yani Cumhuriyetin henüz kurulduğu yıldır. Türkçe ibadet meselesi de bu kitapta geçmektedir.
Aynı zamanda bir sosyoloji uzmanı olan Ziya Gökalp, kitabında toplumun siyasi, kültürel ve manevi ihtiyaçlarını müşahede etmiş, Türkçülük ilkeleri kapsamında milletin manevi şuurunun yükseltilmesi için tespit ve teşhislerini kaleme almıştır. Bu tespitlerden bir tanesi çok kıymetlidir ve Türkçe İbadet meselesinin gündeme gelmesine vesile olmuş, bu alanda Atatürk'e ilham vermiştir.
Gökalp, Türkçülüğün temel esasını soy, dil, din ve kültür birlikteliğine dayandırmıştır. Yani Türk olmak hem soy bakımından Türk olmak, hem Türkçe konuşmak, hem Türk kültürünü özümsemek hem de ortak dini, itikadı ve manevi ruha sahip olmayı gerekli kılmaktadır. Eserinde dil, kültür ve soy gibi mefhumları müşahede ettiği gibi dini meseleler hakkında bir takım tespitlerde bulunmuştur. Bu tespitler oldukça ilginçtir. Gökalp, eserinde mu meseleyi özetle şu şekilde ifade eder;
"Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dinin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediğini anlamadığı surette de ibadetten hiçbir zevk alamaz. İmam-ı Azam hazretleri, namazdaki surelerin bile milli lisanda okunmasının caiz olduğunu beyan buyurmuşlardır."
Ne kadar ilginç değil mi? Dikkat ederseniz Gökalp, meseleyi Türkçülük merkeziyle ele almıyor, yani dini meseleleri Türkleştirmeye-Türkçeleştirmeye çalışmıyor, bilakis Türkçülüğün ihyası için toplumun manevi değerlerinin yükselmesi gerekliliğini, bunun için de ibadet ve duaların anlaşılıp hissedilmesi gerektiğini ifade ediyor. Üstelik meseleyi itikadı açıdan da tetkik eden Gökalp, Sünni inanç merkezinin kutbu olan İmamı Azam (Ebu Hanife) tarafından caiz kabul edildiğini, dolayısıyla dinen de bir mahzuru olmayan bu fikrin hayata geçirilmesinde beis olmadığını ifade ediyor.
Özetle şunu açıkça anlayabiliyoruz ki; Gökalp, ibadetlerin Türkçe ile yapılmasının toplumun manevi dünyasını kuvvetlendireceğini, bunun da toplumsal intibaka fayda sağlayacağını müşahede etmiştir. İşte Atatürk'ün bir inkılap olarak düşündüğü ancak hayata geçirmeye muvaffak olamadığı Türkçe İbadet meselesinin ilhamı, dayanağı, mesnedi ve mahiyeti tam olarak bu olmuştur.
Şimdi meseleyi haddimizi aşmadan itikadı açıdan da tetkik edelim. İmamı Azam kimdir, söylemlerine itibar etmek doğrumudur, gerçekten böylemi demiştir ve bu yalnızca İmamı Azam'ın görüşümüdür...
Bilmeyenler için açıklayalım, İmamı Azam, diğer adıyla Ebu Hanife, neredeyse 1000 yıldır inandığımız itikadı akımın öncüsüdür. Tüm ibadetlerimizi, medeni ve toplumsal geleneklerimizi, hatta Osmanlı dönemindeki şeriat hükümlerimizi belirleyen, halen tatbik ettiğimiz dini inancımızın akaitlerini oluşturan isimdir. Yani bugün, hiçbir Sünni müslüman İmamı Azam'ın ifadelerini yanlış bulamaz, reddedemez, eleştiremez ve kabul etmiyorum diyemez. Zira herhangi bir kişinin imamı Azam'a muhalif olması, inandığı fıkıh ve ameli reddetmesi anlamına gelir. Peki İmamı Azam, gerçekten ibadet ve duaların ana dilde yapılabileceğine dair bir fetva vermişmiş, caiz kabul etmiş midir? Kaynaklarıyla birlikte uzmanlarından nakledelim;
Eski diyanet işleri başkanlarından Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya ve Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli, Ebu Hanife'nin şu fetvayı verdiğini açıklamışlardır; "Ebû Hanife'ye göre Kur'ân lafız (söz) değil, belki lafzın açıkladığı anlamdır. Bunun için Kur'ân'ın Arapça, Türkçe ve Farsça gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Anlamdan ibaret olan Kur'ân'ın herhangi bir dil ile açıklanması müsavidir (eşittir)"
Görüldüğü üzere, İmamı Azam Ebu Hanife'nin Türkçe ibadetin caiz olduğuna dair verdiği fetvanın sahih (gerçek) olduğuna şüphe yoktur. Ama biz bununla da yetinmeyelim, bakalım bu meseleyi İmamı Azam'dan başka kimler tasdik etmiş. Yine Sünni bir ilim alimi olan İmam Maturidi, anadide ibadet hakkında şunları söylemiştir;
"Kur'ân Allah kelamıdır. Allah'ın kelamı zatı ile kaim, ezeli bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, O Bir'dir, bölünmez. Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kur'ân'ı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allah'ın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibareler ile dile getirilmiştir."
(Kaynak; Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükkan)
Tüm örneklerimiz Sunni inanç önderlerinin fetvalarına dayandırdık. Bunun sebebi, bu devirlerde Şiilik, Batınilik, Vahhabilik gibi diğer mezheplerin henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Elbette bunun yanında inandığımız fıkıh ve mezhep merkezinin sünni olması dolayısıyla da konuya muhalif kesimin ithamlarındaki dayanaksızlığı ortaya koymaktadır. Tüm bu vakalar fazlasıyla tatmin edicidir ancak daha da evvele giderek meseleyi Hz. Muhammed (s.a.v.) dönemini referans alarak tetkik edelim.
Hz. Muhammed (s.a.v.) döneminde Kur'ân'ın nüzulü Arapça ve Kureyş lehçesi yazılmış ve neşredilmiştir. Ancak Arap olduğu halde Kureyş lehçesini anlamayan Araplar, nebi hazretlerine Kur'ân'ı kendi lehçelerinde okumalarında bir mahzur olup olmayacağını sorduklarında, Hz. Nebi, bunda bir mahzur olmayacağını söyleyerek izin vermiştir (Ebû Davud, Vitr, 22 ve Nesai, İftihah)
İmam Buhari de bu vakaya dayanarak Kur'ân'ın diğer dillerde de okunabileceğini, bunda bir mahzur olmayacağını ifade etmiştir. (Buhari, Keşfu'l-Esrâr)
Yukarıdaki örnekler, Kur'ân'ın okunuşu ile ilgili fetvalardır, namaz ve diğer ibadetlerde okunmasının caiz olduğu sonucu çıkmayacaktır diye düşünenler olabilir. Bir örnek daha verirsek bu konuda da tereddüt bırakmamış oluruz;
Müslüman olan İranlılar, Arapça bilmemeleri nedeniyle ibadet edememeleri nedeniyle, kendi milletlerinden olan büyük din alimi Selman-ı Farisi'den Fatiha suresinin Farsça yazılı bir suretini istemişler, Selman-ı Farisi'de kendilerine sureyi Farsça olarak yazarak göndermiş okuyabileceklerini iletmiştir.
Selman-ı Farisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile aynı dönemde yaşamış, kendisine sahabi olmuş, Hz. Nebi'nin övgülerine mazhar olmuş büyük bir dil alimidir. Hz. Nebi, kendisi hakkında şöyle demiştir (Hadis); "Cennet şu üç kişiyi şiddetler arzu duymaktadır; Ali, Ammar ve Selman". Aynı şekilde Selman-ı Farisi, Hz. Ali'ye sorulduğunda kendisi şöyle demiştir; "Evvelki ve sonraki ilmi bilir, tükenmez bir denizdir, Ehl-i Beyt'tendir".
Tüm bu vaka ve kaynaklardan çıkartacağımız sonuç açıkça şudur; İbadetin ana dilde, yanı anlaşılan ve hissedilen dilde yapılmasında bir mahzur yoktur.
Tüm bu hakikatlerin yanında meseleye geçerli bir tek muhalif görüş şu olabilir; Cumhurun ittifakı. İslam fıkhı açısından meseleye bakacak olursak, cumhurun yani ekseriyetin teveccüh etmediği ameli gerçekleştirmek, doğru bile olsa fitneye ve keşmekeşe sebep olacağı için kaçınmak gereklidir. Yani bir toplumun ortak intibakı olmadan doğru bile olsa bir eylemi gerçekleştirmek sakıncalı olabilir. Elbette bu hassasiyete saygı gösterilebilir ve riayet edilebilir. Ancak Atatürk'ün uygulamaya geçirmeyi düşündüğü bu fikir zaten topyekun hayata geçirilecek, dolayısıyla Cumhurun İttifakı meselesiyle ilgili bir beis de söz konusu olmayacaktı. Din alimleri, Türkçe İbadeti yalnızca Cumhurun İttifakı kavramını referans alarak tenkit edebilir ve evet, hali hazırda bunu uygulamanın bir takım mahzurları söz konusu olabilir. Ancak meseleyi inkılap bakımından ele alacak olursak itikadı bakımdan hiçbir mahzur söz konusu olmadığı açıktır.
Atatürk'ün, Türkçe İbadet meselesini gündeme getirmesi diğer inkılaplarında olduğu gibi pekte süratli gerçekleşmemiştir. Harf inkılabı gibi en çetin değişikliği bile birkaç yıl içerisinde tamamlanmasını emreden Atatürk, Türkçe İbadet meselesini hayata geçirmek için tam 15 yıl sarfetmiştir. Bu süre zarfında da meselenin üzerinde ehemmiyetle durmuştur. Dini dayanakları müşahede ettiren ve konunu üzerinde araştırmalar yaptıran Atatürk, uygulamada ki halini görmek için konuyu Ayasofya Camii imamı Mehmet Cemalettin Efendiyle görüşmüş, tavsiyesi üzerine 19 Mart 1926 günü Cuma namazında ilk kez sureler Türkçe okunmuştur.
Atatürk, bu uygulamanın hayata geçirilmesi için evvela Ziya Gökalp'in de işaret ettiği üzere dini kitapların anlaşılabilmesi için Türkçeye çevrilmesi gerektiğini idrak etmiştir. Bu haseple önce Kur'ân'ın Türkçeye çevrilmesi teşebbüsünde bulunmuş ve bu vazifeyi Mehmet Akif'e vermiştir. Aslen bir edebiyatçı ve şair olan Mehmet Akif, bu vazifeyi yerine getirmek için uzun süre çalışmış ancak nihayetinde hakkıyla yapamayacağını düşünerek vazgeçmiştir. Bu sebeple vazife Elmalılı Hamdi Yazır'a verilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır'ın kuran tefsiri, bugün 4 Sünni mezhebin ittifak ettiği tek Kur'ân tefsiri olması bakımından fevkalade önemlidir.
Atatürk, Türkçe İbadet meselesini Kur'ân'ın Türkçeleştirilmesi çalışmasıyla birlikte eşzamanlı olarak yürütmüştür. Bu bağlamda Kur'ân'ın Türkçeleştirilmesi ve ibadetlerin Türkçe yapılması yine eşzamanlı olarak hayata geçirilmiştir. Ancak hayata geçirilmeden önce meseleyi itikadı açıdan istişare etmiş ve din alimlerinin onayını almayı elbette ihmal etmemiştir. Bu kapsamda dönemin en büyük din alimleri olan Hafız Sadettin, Hafız Yaşar, Hafız Ali Rıza, Hafız Burhan, Hafız Yaşar Rıza, Hafız Kemal, Hafız Fahri, Hafız Nuri ve Hafız Zeki'den oluşan 9 kişilik bir heyet meselenin itikadı ve içtihadı yönlerini tetkik etmiş, nihayetinde Gökalp'in de işaret ettiği üzere caiz olduğu sonucuna varılmıştır (1932).
Atatürk, bu heyetin verdiği teyitten sonra Türkçe İbadet meselesini hayata geçirmiştir. Yani açıkça anlayacağımız üzere meselenin üzerinde 15 yıl düşünmüş, tasavvur etmiş ve istişareler yürütmüş, evvela Kur'ân'ın Türkçeleştirilmesi sağlayarak halkın dininin hakikatlerini öğrenebilmelerini sağlamış ve nihayetinde bu fikrin ilham kaynağı olan Ziya Gökalp'in de işaret ettiği üzere, itikadı ve manevi hissiyatın yükseltilmesi, İslam hakikat ve faziletlerinin herkes tarafından anlaşılıp idrak edilebilmesi gayesiyle yürürlüğe sokmuştur.