Arap yarımadasında İslamiyet öncesinde de pek çok devlet kurulmuştur. Ancak orta-batı kesiminde bulunan Hicâz bölgesinde İslam’ın doğuşuna kadar bir devlet kurulmamış, bu bölge daha çok yerleşik ve göçebe kabileler tarafından iskan edilmiştir. Yarımadanın kuzey ve güneyinde ise pek çok devlet karşımıza çıkar.
Nebatiler; Filistin’in güneyinde, Akabe körfezi ile Lût gölü arasında MÖ 4. Yüzyıllarda kurulduğu tahmin ediliyor. Başkenti antik Petra şehriydi. Arap-Roma coğrafyaları arasındaki bir köprü durumunda olan bu devlet MS 2.yy başlarında İmparator Traianus tarafından yıkıldı.
Tedmürlüler; Palmira antik şehrinin bir diğer ismi olan Tedmür ismine atıfla Tedmürlüler olarak anılan bu devlet, 2-3. Yüzyıllarda var olmuş, Roma-Sasani mücadelelerinden fırsatla bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak varlığı uzun sürmemiş, kurucu kral Uzeyne’nin ölümünden sonra karısı Zeyneb’in 272 yılında Roma’ya esir düşmesi üzerine son bulmuştur.
Gassaniler; Yemende yaşayan Gassaniler, 3. Yüzyılda Suriye’ye göç ederek Roma imparatorluğuna bağlı bir krallık meydana getirdiler. Roma’nın etkisiyle Hristiyanlığı kabul ettiler ve Sasaniler ile Lahmilere karşı mücadele ettiler. 529-569 yıllarında en parlak dönemini yaşayan Gassaniler, Hz. Ömer döneminde İslam ordularının ilerleyişine karşı Roma saflarında yer aldılar. Bölgenin İslam orduları tarafından fethedilmesiyle krallık sona erdi.
Lahmiler; Kahtani Arapların Irak’ta kurduğu devlet Sasani vassalı olarak Bizans ve bölgedeki göçebe Araplara karşı mücadele ettiler. Putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Maniheizm, Mendekizm gibi pek çok farklı inancı barındıran krallık, Hire’de Hıristiyanlığın yükselmesi üzerine Nesturi Hristiyanlığının merkezi haline geldi.
Kindeliler; Kahtani Araplarından olan Kindeliler yine güneyden gelerek Filistin-Suriye-Mezopotamya hattına yerleştiler. Burada Bizans müttefiki olarak varlıklarını sürdürdüler ve İslam Ordularının fethi fethi ile yıkıldılar.
Mainliler; MÖ 1400-650 yılları arasında Yemen’de mukim olan krallığın merkezi Main şehriydi. Hindistan-Çin-Arabistan ticaret hatlarına hakim olan Mainliler, bu güçten istifadeyle uzun süre bölgede varlıklarını sürdürdüler.
Sebeliler; Mainler krallığını ortadan kaldırıp yerine geçen Me’rib merkezli bir krallık olan Sebeliler, MÖ 750-115 arasında Güney Arap bölgesine hakim oldular. Ticaretin yanı sıra tarımla da uğraşan Sebeliler, inşa ettikleri su kanallarıyla bölgenin tarihinde önemli bir yer edinirler.
Himyeriler; Sebelilerin yıkılmasından sonra Arap yarımadasında yayılan Himyeriler Sasaniler ve Habeşlilerle mücadele ederek nüfuz kazandılar. Yahudiliği benimseyen Himyeriler, kral Zü Nüvas’ın Yahudiliği kabul etmeyen Hıristiyanları ateş çukurlarına atması üzerine Habeş ordusu tarafından öldürüldü ve Himyeri hâkimiyeti sona erdi (525).
Hicaz Bölgesi
Arap yarımadasının batısı; Mekke, Taif ve Medine şehirlerinin bulunduğu bölge Hicaz olarak adlandırılır. Bölgenin en önemli yerleşim yeri olan Mekke’nin tarihi Hz. İbrahim dönemine kadar gider. Filistin bölgesinde yaşayan Hz. İbrahim, karısı Sare’nin çocuğunun olmaması üzerine cariyesi Hacer ile evlenmiş, ancak Sare’nin kıskançlığı ve sonrasında Allah’ın emri üzerine Hacer ve oğlu İsmail’i Mekke’ye getirmiş ve kendisi geri dönmüştü.
Hacer ve oğlu İsmail’in bu bölgeye gelmesinden sonra bölgeye yerleşen Cürhümlüler (Araplar) ile zamanla kervan yollarının bir güzergâhı ve ticaret merkezi haline geldi. Hz. İbrahim, zaman zaman buraya gelerek karısı ve oğlunu ziyaret etti. Bu ziyaretlerin üçüncüsünde, yine Allah’ın emri üzerine zaman içerisinde yıkılmış olan Kabe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yeniden inşa edildi. Sonrasında ise Cebrail, Hz. İbrahim’e hac ibadetini vahyetti. Bu ibadetin uygulanışı da Hz. İsmail tarafından devam ettirildi. Böylece Mekke’de ki tevhit inancı Hz. İbrahim döneminde başlamış oldu.
Mekke’nin sakinlerinden olan Cürhümlüler, önceleri tevhit inancına tabi olsalar da Hz. İsmail’in ölümünden sonra bu inancı terk ettiler. Kabe’ye saygısızlık ederek hac ibadeti için gelenlere kötü muamele etmeye başladılar. Bu esnada Yemen’de meydana gelen sel nedeniyle Mekke’ye göç eden Huzâalılar’ın istilalarıyla Cürhümlülerin hâkimiyeti sona erdi. Ancak Cürhümlüler, şehirden ayrılmadan önce zemzem kuyularını kapatıp Hacerülesved taşını bir yere gömdüler. Böylelikle Hicaz’da Tevhid inancı ağır bir yara almış oldu.
Mekke’nin yeni hâkimi Huzâa kabilesinin lideri Amr b. Luhay, Suriye’de (Belkâ) yaşayanların puta taptıklarını görmüş ve daha önce görmediği bir manzara karşısında bu ilginç inanç modelini araştırmaya başlamıştı. Aslında putçuluk, Babil-Akkad-Hitit ekollerinide içine alacak şekilde tüm Mezopotamya’da etkili olmuş, topluma huzur ve güven tesis etmek amacıyla kullanılmış bir inanç modeliydi. Ancak bu inanç modeli Arap yarımadasında pek bilinmiyordu. Amr, işlevsel bir siyasi araç olarak gördüğü bu geleneği topraklarında uygulamak amacıyla Belkâ’dan bir put almış ve ülkesine götürmüştür. Kırmızı akik taşından yapılan Hübel adlı put Kâbe’ye yakın bir yere koyularak halkın bu puta tapması tavsiye edildi. Hz. İbrahim ile başlayan tevhit inancı önce Cürhümlülerin inancı terk etmesi, ardından yerine geçen Huzâalıların putperestliği getirmesi ile giderek zayıflamış oldu.
Huzâalıların idaresi zaman içerisinde zayıfladı ve Mekke’nin idaresi, 5. Yüzyılın ilk yarısında Kureyş kabilesinin eline geçti. Hz. İsmail’in torunlarından Adnan’ın soyundan gelen bu kabilenin başında Kusay b. Kilab bulunuyordu. Kusay, Kinanê ve Kudaâ kabilelerinin de yardımıyla Mekke’nin idaresini ele aldı. Ardından dağınık haldeki kabilesini bir araya getirerek Mekke’ye yerleştirdi ve şehri kabilesinin on boyu arasında paylaştırdı. Huzâa döneminde saklanan Hacerülesved bulunarak Kabe’de ki yerine kondu. Ancak Huzâa döneminde başlayan putperestlik önemli bir siyasi güç ve ticari gelir kaynağı hale gelmişti. Bu inanç modeli korunarak Kabe de bölgenin putperest inanç merkezi haline getirildi.
İslamiyet Öncesi Arap Dini
Mekke’de Hz. İsmail ile başlayan tevhit inancı önce Cürhümlülerin bu inancı terk etmesi, ardından Huzâalıların Suriye’den putperestliği getirmesi, nihayet Kureyşlilerin putperest anlayış üzerinden bir ticari-sosyolojik doku inşa etmeleri, bölgede çoğunluğu putperest olmak üzere muhtelif azınlık inançlara sahip bir toplum meydana getirdi. Az sayıdaki hanif (tevhit inancı) mensuplarının yanında Hicaz bölgesinde Hıristiyan ve Yahudi inancına bağlı olanlar da görülebiliyordu.
Putperest anlayış; merkezine tek bir tanrıyı (El-İlah) almasının yanında bu tanrıya ulaşma vesilesi olarak gördükleri ruhlara putlar aracılığıyla dua ve tazimden oluşan bir kısım ritüeller barındırıyordu. Putlar adıyla adak adayıp kurban kesiyor, yine putların etrafında tavaf ediyor, onlara dua ve secde ederek bir işe karar verirken fal oklarını kullanıyorlardı. Kureyşliler, önceleri Kâbe’nin dışında olan putları Kâbe’nin içine ve etrafına yerleştirdiler. Böylelikle Kâbe mühim bir ticaret merkezi haline geldi. Bu dönemde Kâbe’nin çevresinde 360 kadar put bulunuyordu. Bu putların en güçlü addedilenleri Hübel, Lat, Menat, Uzza, İsaf ve Naile olarak bilinir. Putperest inancının en yaygın ritüeli Hac ibadetiydi. Putlara tavaf edilerek yapılan ibadetler her yıl Zilhicce ayının 10. Gününe denk geliyordu. Mevsim koşullarına göre bir ay kadar esnetilebilen bu dönemle birlikte Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları ticarete zeval gelmemesi ve savaşların önlenmesi amacıyla “haram aylar” olarak kabul edildi.
Mekke Putları
Hübel; Hazâalılar döneminde Kusay tarafından Suriye’den getirtilen kırmızı akik taşından yapılmış bu put Mekke’nin ilk ve en önemli putudur. Bu put doğrudan en büyük/tek ilahı temsil eder. Diğer putların da efendisi konumundadır. Suriye’den getirilirken kolu kırıldığı için sonradan altın bir kol ile onarılan bu put, ticaretinden en çok istifade edilen unsur olmuştur. Araplar, bir meseleyle ilgili karar vermek için 100 dirhem ve bir deve vererek fal oku çektirir, buna göre karar verirlerdi.
Uzzâ; Nahle’de bulunan put, Allah’ın karısı olarak kabul ediliyordu. Lât ve Menat’ın annesi olarak görülen Uzzâ için “beytü’l-uzzâ” adında bir makam inşa edilmiştir. Bu puta kurbanlar kesiliyor, hediyeler sunuluyordu. Hübel’den sonra en çok saygı gören put olan Uzzâ’ya atıfla Abdüluzzâ (Uzza’nın hizmetkarı) ismi Araplar arasında sıkça kullanılan isimlerden biri olmuştur.
Lât; Tâif’de yaşayan Sakîf kabilesinin putu olan Lat, Allah’ın kızlarından biri olarak kabul ediliyordu. Dört köşeli bir kaya parçasından ibaret olan put, Kâbe’de ki gibi üstü örtülen ve kapalı alanda muhafaza ediliyor, bu yapı “beytü’r-abbe” olarak anılıyordu. Bu alan bekçiler tarafından korunuyor, yolculuğa çıkmadan önce etrafında tavaf edilerek kurban kesiliyordu.
Menât; Mekke-Medine arasındaki Müşellel bölgesinin putu olan Menat, yine Allah’ın kızlarından biri olarak görülüyordu. Siyah bir kayadan ibaret olan puta, tüm Arap kabileleri tarafından saygı duyuluyor, kendisine hediyeler sunuluyor, bu hediye sunağı yine bekçiler tarafından korunuyordu. Arap putperest inancına göre Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Menat’ı ziyaret etmek zorunluydu. Öyle ki Menat ziyaret edilmezse Hac ibadetinin kabul edilmeyeceğine inanılıyordu.
İsaf ve Naile; Diğer putlardan farklı olarak, Cürhümler döneminde yaşanan bir vakaya rivayetle İsaf adlı bir erkeğin Naile adınla bir kadınla gizlice Kâbe’de cinsel ilişki yaşamaları sonrasında taşa dönüşmüş ve ibret olması için biri Safâ diğeri Merve tepesine dikilmiştir. Bir başka rivayete göre ise Allah, bu iki zâniyi günah işlemelerine fırsat vermeden taşa dönüştürmüştür. Önceleri ibret olması için teşhir edilen bu putlar, Huzâa döneminde ilahlaştırılıp tapınma aracı olarak kullanılmıştır. Kureyş döneminde ise bu putlar zemzem kuyusunun başına koyulmuş, hac sırasında bu putların önünde traş olup kurban kesmişlerdir.
Diğer putlar; Eski Arap dininde çok sayıda put bulunuyordu. Esasen en büyük ilah olarak tanımlanan Hübel tek ve mutlak tanrıydı. Ancak bu tanrıya ulaşmak için onun yarattığı ya da neslinden gelen diğer ruhların sevgisini kazanmak için başkaca putlar tasavvur edildi. Öyle ki zaman içerisinde her kabilenin hatta bazı ailelerin kendi putları ortaya çıktı. Araplar göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ın varlığını kabul ediyor, ancak bir ahret inancı taşımıyorlardı. Toplum sağlık, yolculuğun iyi geçmesi, savaşta galip gelmek, erkek çocuk sahibi olmak gibi amaçlarla putlara tâzim ederek taleplerinin gerçekleşmesini temenni ediyorlardı.
Araplarda güçlü bir ruhçuluk anlayışı vardı. Cinler ve Melekler de bir korku, temenni ve tapınma aracı olmuşlardır. Belli bölgelerin sahipleri olarak görülen güçlü ruhlardan çekiniliyor, burada gecelenecekse dua, hediye ve saygı sunuyorlardı. Ayrıca meleklerin koruyucu yönlerine inanılıyor, ayrıca yıldızlarda birer tanrısal unsur olarak görülüyordu.
Putperestlerin dışında bir azınlık olmak üzere; az sayıda da olsa Hz. İbrahim döneminden itibaren devam eden Hanif inancına sahip kimseler de bulunuyordu. Bu kitle putperest olmadığı gibi Hıristiyan ya da Yahudiliği de benimsememişlerdir. Yahudilik inancını benimseyen Araplar da azımsanamayacak kadar mevcuttur. Yesrib, Hayber, Yemen, Fedek, Teyma ve Vâdilkurâ Yahudi Arapların yaşadığı bölgeler olarak biliniyor. Bizans etkisinin bulunduğu Kuzey Arabistan bölgesinde ise Hıristiyanlığın etkileri söz konusu olurken İran coğrafyasına doğru gittikçe Mecusilik de görülüyordu.
Arabistan’ın İçtimai Durumu
Arap toplumunu temelde iki unsura ayırmak yanlış olmaz; yok olmuş toplumlar (Arab-ı bâide) ve nesli devam eden Arap toplumları (Arab-ı bâkiye). Amelîka, Semud ve Ad kavimleri, İslamiyet öncesinde muhtelif vakalar neticesinde ortadan kalktılar.
Nesli ve kültürü devam eden Araplar içerisinde Kahtânîler olarak da bilinen Arab-ı Âribe taifesi, kimlikleri münasebetiyle müstakil bir öneme sahiptir. Tarih boyunca Arap yarımadasının güneyinde, Yemen’de bulunan, nispeten daha ılıman ve yaşanılabilir sahada meskûn bu kitle zaman zaman orta ve kuzey bölgelere göç etmişler ve bölge tarihinin seyrini değiştirişlerdir.
Bir diğer Arap kitlesi de sonradan Araplaşmış olan toplumları tanımlayan Arab-ı Müsta’ribe taifesidir. Daha çok kuzey Arapları olarak anılan bu kitle, Hz. İsmail’in soyundan gelmeleri münasebetiyle, İsmail’in torunu Adnân’a ithafen Adnânîler olarak isimlendirilirler. Bu kitle esasen İbrani olup, dilleri Aramice yerine Cürhümiler içerisinde asimile olarak Arapçayı benimsemişlerdir. Bu toplumun öne çıkan kabileleri; Gatafân, Kinâne, Kusay, Kureyş, Haşim, Mudar, Kays-Aylân, Rebiâ, Nizâr ve Mead olarak özetlenebilir.
Arap toplumunda, coğrafi etkilerden bağımsız olmamak üzere; müstakil ve merkezi bir idare söz konusu olamamıştır. Zaman zaman bölgesel krallıklar ortaya çıksa da tüm Arap yarımadasını hâkimiyeti altına alamadığı gibi uzun soluklu da olamamışlardır. Genel-geçer siyasi teamüllerden farklı olmayarak; esasında Bozkır Türk kültüründe de rastladığımız kabilecilik anlayışı öne çıkar. Kabile-Aşiret yapısıyla idare edilen bu düzende hukuktan ziyade olarak; kabilenin asli menfaatleri dikkate alınırdı. Bu nedenle herhangi bir aşirete yapılacak olası saldırı kolayca kan davasına dönüşürdü ve aşiret reisinin talimatı tartışmasız olarak uygulanırdı. Bu asabiyet (ırkçılık) anlayışı, Türk kültüründeki korna-göçer yaşam tarzında gördüğümüz Töre gibi sosyal bir hukuk temeline dayanmadığından haklının hakkını teslim amacı taşımaktan uzak, güçlü olanın tahakkümünü kabul ettirdiği bir sosyo-kültürel doku meydana getirmiştir.
Arap toplumunu bir diğer yönden de ikiye ayırmak mümkündür; yerleşik ve göçebeler. Köy ve şehirlerde yaşayan Araplar Hadari olarak anılırken çöllerde yaşayan göçebe Araplar Bedevi olarak isimlendirilir. Bu toplumlar yaşadıkları coğrafya üzerindeki bir kısım hakları belirler, belirlenen arazilerde mülkiyet hakları mevcuttur. Ayrıca su kaynakları ortak kullanıma mahsustur. Bedevilerin göçer yaşam tarzının bir yansıması olarak savaşlar ve yağma olağan tezahürlerdir. Hatta bir geçim yöntemidir. Bu tehlikeli atmosferde aşiretler, güçlerini birleştirmek için Hilf adı verilen bir bağlılık anlaşması yaparlar ve tek bir kabile gibi hareket etmeye karar verebilirler. Genellikle sadakatle bağlı kalınan bu ittifaklar, taraflardan birinin ihaneti söz konusu olursa kınanma ve dışlanmaya yol açar.
Arap toplumunun bir diğer gerçekliği de toplumsal sınıflardır. Sınıf ayrımcılığının katı kurallarla uygulandığı Arap coğrafyasında Hürler, Mevaliler ve Köleler olarak temelde üç sınıf vardır. Hürler, kendi içinde avam ve eşraf olarak ayrılırlar. Eşraf; şerefli ve yüksek seviyedeki kimseler olurken avam alelade halk olarak tanımlanabilir. Mevali ise hür, ancak Arap olmayan kimseler için kullanılan, ancak Hürlerle evlenmesi yasak olan zümrelerdir. Ekseriyetle İslamlaşmadan sonra Arap olmayan Müslümanlar Mevali olarak kabul edilir, Eşrefi Millet olan yüksek Arap toplumundan daha aşağı görülürlerdi. Buradan hareketle Türler, Farslar, Kıptiler ve Afrikalı Araplar Mevali olarak sınıflandırılmış, bu ayrımcılık zaman içerisinde pek çok siyasi akıma zemin hazırlayarak Müslüman toplumlar arasındaki çatışmaları meydana çıkarmıştır. Köle (ve cariye) sınıfı ise efendilerine tam bir itaatle mükellefti. Mal gibi alınıp satılabilir, miras bırakılabilirdi. Bir köle azat edilirse Mevali sınıfına yükseltilirdi.