Türklerde Tanrı İnancı ve Tengricilik hakkında üstün körü de olsa bazı bilgilere sahibiz. Ancak derli toplu olmayan, dağınık kaynaklarda karşımıza çıkan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan bilgiler Türklerin İslamiyet’le tanışmadan önceki Dini inanışlarını ve dolayısıyla Dinin toplumsal dokudaki izlerini doğru yorumlamamıza engel oluyor. Bu bağlamda tarih kaynaklarında dağınık olarak rastlanan bilgileri, Türk Kaya Yazıtları ve Destanlarda geçen Dinsel motiflerden edindiğimiz bulguları toparlayarak ve kıyaslayarak Türk Tarihinin İslamiyet Öncesi dönemlerinde inandıkları Tengricilik inancı hakkında somut bulgular ortaya koymaya çalışacağız.
Tengricilikte Tanrı İnancı
Türklerde esas Dinsel tema Tanrı yani Tengridir. Tüm diğer dinsel motifler bu inanç merkezi üzerinden şekillenmiş, tahrif olmuş, türemiş ve esinlenmiştir. Tanrı kelimesi, Göktürk ve Uygur dönemlerinde yazılmış olan Türk yazıtlarında Tengri olarak karşımıza çıkar. Türkçenin etimolojik yapısını göz önüne aldığımızda sessiz harfleri görmezden gelerek TNR anonslarını kök olarak kabul edebiliriz. Lehçe farklılıkları hasebiyle pek çok Türk Kavminde bu ifade Tenri, Tenre, Tener, Teneri, Tanara v.b. sessiz harf değişiklikleri ya da ekleriyle (TenGri gibi) karşımıza çıkabilmektedir.
Türklerde Tengri, tapınılan tek ve yegâne unsur olmuştur. Onunla rekabet eden ya da alternatifi olabilecek başka bir tanrı yoktur. O tektir, doğumsuz ve ölümsüzdür. Bu bakımdan Türklerin tanrı inancı, tarih öncesi dönemlerdeki inanç sistemleri içerisinde benzersizdir. Zira Türklerin dışında hiçbir medeniyet Hak Dinlerin dışında Tek Tanrılı bir inanca sahip olmamıştır. Mısır tanrı olarak firavunlarını görüyor, Roma ve Batı birbirleriyle mücadele eden, doğan ve ölen tabiat tanrılarına inanıyor, Araplar, Çinliler ve Hintler tabiat güçlerine ve putlara inanıyorlardı. Türkler ise Tanrının tekliğinden ve rakipsizliğinden hiçbir dönemde ödün vermemiş, onu somutlaştırmamış hatta simgesel bile olsa resmini çizmemiştir. Bununla birlikte Bozkır kanunları olarak gördüğümüz Töre/Türe geleneğinde Tengri’nin resmini çizmek büyük bir suç olmuştur.
Türkler, Tengri’nin gökyüzünde olduğunu kabullenir. Bu bakış açısını değerlendirecek olursak gökyüzü aslında her yerdir. Zira Tengri, Dünya’nın içerisinde değildir ve Dünyayı yaratıp onu seyretmektedir. O insanları yaratmadan önce kendisine hizmet eden ve buyruklarını yerine getiren ruhları yaratmış, sonra Dünya’yı yaratmış ve yeryüzü ile gökyüzünü yedi kat halinde meydana getirmiştir. Meydana gelen Dünya’ya ise sonradan İnsanların meskeni olmuştur.
Tengricilikte İnsanoğlunun Yaratılışı
Türklerin yaratılışla ilgili inançlarına Altay, Saka, Kırgız ve Hun efsanelerinden ulaşabiliyoruz. Bu efsanelere göre Tengri, önce yedi kat göğü, sonra yedi kat yeri yaratmıştır. Sonra Kendisine hizmet eden ruhları yaratmış, onlara vazifeler vermiştir. Bu ruhların istifade etmesi için büyük bir ağaç bulunmaktadır. Bu ağaçta 9 büyük dal bulunur. Bu dallardan beş tanesinden istifade edilebilirken dört tanesi yasaklıdır ve istifade edilmesine izin verilmez. Tengri’nin bu kuralına tüm ruhlar uymuştur ancak Törüngey ve Ece adındaki iki ruh bu kuralı çiğnemiştir. Güçlü meleklerden biri olan Erlik, Törüngey ve Ece’ye bu dallardan istifade etmenin artık mümkün olduğunu ve yasak olmadığını söylemiş, Törüngey ve Ece de Erlik’e inanarak bu dallara tenezzül etmiştir. Bunu öğrenen Tengri önce Erlik’i cezalandırarak onu Gökten kovmuş ve yedi kat olarak yarattığı yeryüzünün en alt katına göndermiştir. Burası yerin yedi kat altıdır ve ateşler içindedir. Tüm kötü ruhlar artık buraya gönderilecektir. Erklik de artık burada hüküm sürecektir. Erlik’in kandırdığı Ece’nin cezası doğurganlıktır. Tengri onu kadın yapmıştır ve artık neslini doğurarak çoğaltacaktır. Diğer suçlu Törüngey ise Ece’nin doğuracağı tüm İnsanların sorumluluğunu alacak, onları eğitecek, yetiştirecek ve neslini çoğaltacaktır.
Buradan görülmektedir ki İnsanlar önce bir ruh olarak yaratılmış olan ve sonra tanrının kutsal makamı olan gökten kovularak yeryüzüne gönderilmiş, bu iki ruh insan olmuş ve tüm insanoğlu bu iki insandan türemiştir. Açıkça görülmektedir ki Türkler tıpkı semavi dinlerde olduğu gibi İbrahim’i bir inanç benimsemişlerdir. Türklerin tanrı inançları Hz. İsa ve Hz. Musa’nın dünyaya gelmesinden çok öncede benimsenmiş olması ise oldukça şaşırtıcıdır. Zira Türklerdeki bu semavi inanç sisteminin üç semavi dinden sonra meydana gelmiş olması durumunda Orta Doğu ve Mezopotamya bağlantılarını sorgulayabilir, bu inancın bir şekilde Orta Doğu’dan Asya’ya ulaştığını düşünebilirdik. Türklerin semavi bir inanca sahip olmaları bizi şu tespite sürükleyecektir; Türklerin inanç sistemi Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’den miras kalmıştır.
Türklerin Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in zuhurundan önce Semavi ve Yegâne Yaratıcı inancını benimsemiş olmalarını tesadüf ya da gelişi güzel bir tezahür olarak yorumlamamız mantık dışı olacaktır. Zira pek çok benzerlik söz konusudur ve bu benzerliklerin birbirleriyle olan bağıntıları tesadüf olarak açıklanamayacak kadar detaylıdır. Görülmektedir ki Türkler, M.ö. 1000’li yıllardan çok daha önce bu inancı benimsemiş ve toplum nezdinde itibar etmiştir. Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s.a.v.) dönemlerinden evvelki devirlere gittiğimizde karşımıza Semavi dinlerin ilk peygamberleri Hz. Nuh ve Hz. İbrahim çıkacaktır. Türklerin Hz. Nuh ve Hz. İbrahim ile münasebette bulunmaları ise pekte sıra dışı değildir. Zira Hz. Nuh M.ö. 2700’lü yıllarda, Hz. İbrahim ise M.ö. 2000’li yıllarda yaşamışlardır. Bilindiği üzere bu iki Büyük Peygamberin yaşadığı bölge bu tarihlerde Sümerliler medeniyetine ev sahipliği yapmaktaydı. Görülmektedir ki Tarihi Sümerlilere dayanan Asyalı Türkler, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim dönemlerinde Semavi dinlerin temel kaidelerini benimsemişler, Sümerlilerin yıkılmasından sonra İç Asya’ya göç ederek bu inancı 2500 yıl boyunca yaşamış ve muhafaza etmişlerdi. Bu noktada Türk’leri özel ve benzersiz yapan husus Hz. İbrahim döneminden sonra semavi dinlerin kaidelerine inanan yegâne millet olmalarıdır.
Tengricilikte Cennet ve Cehennem İnancı
Türklerde kozmolojik anlayışı ise üçe ayırabiliriz. Yer, Gök ve Yer Altı. Gök, yaratıcının bulunduğu sonsuzluk, Yer insanoğlunun yaratıldığı ve yaşamasına izin verilen Dünya, Yer Altı ise kötü ruhların cezalandırıldığı, ateşler içinde ve karanlık kötü âlemdir. Tengricilik inancında İnsanlar doğduktan sonra yaşamlarını Tengrinin kurallarına uyarak ona ibadet ederek geçirir, öldüklerinde ise Tengri’nin buyruklarına uymuşlar ve iyi birer insan olmuşlar ise mükâfatlandırılmak üzere Tengri’nin katına yani Göklerdeki Uçmağ’a giderler. Eğer Tengri, kendisinden memnun olmazsa kötü ruhların gönderildiği Yerin Yedi Kat altında bulunan Erlik’in yanına gönderilir. Görülmektedir ki Tengricilik inancında ölümden sonra hayat vardır ve iyi insanlar mükâfatlandırılmak için Uçmağ’a yani bugünkü tabiriyle Cennete, kötü insanlar ise Erlik’in yani Şeytanın gönderildiği kötü ruhların karanlıklar âlemine yani Cehennem’e gönderilirler.
Tengricilikteki Cehennem inancı Asya Türkleri için çok önemlidir ve toplum nezdinde ki kültürel yapıya derinden tesir etmiştir. Öldükten sonra başka bir âlemde başka bir boyutta yeniden dirileceğine inanan Asyalı Türkler mezarlarına çok önem verirler. Başlı başına bir mimari yapı olan Kurganlar Türklerdeki “ölümden sonraki yaşam” düşüncesini ortaya koyan en önemli bulgudur. Toplum nezdinde saygı gören bir kişi, kağan, asker ya da devlet adamı Kurgan olarak tabir ettiğimiz anıt mezarlarda defnedilirler. Yeniden dirildiğinde kendisine hizmet etmesi için yardımcıları, atı ve silahları da ölen kişi ile birlikte Kurganlara konulur ve gömülür.
Kurganlar, dönemin şartları gereği külfet gerektiren bir uygulama olduğundan daha çok Kağanlar, Şadlar, Vezirler ve büyük Askeri Komutanlar için yapılmıştır. Vefat eden kişi sıradan bir asker ya da halktan biriyse defin merasimi daha mütevazı şekilde gerçekleştirilir. Ölen kişi yaşadığı çadıra konulur ve değerli eşyaları yakılarak bedeninin üzerine serpiştirilir. Yemek dağıtılarak merasime katılanlara ikram edilir. Bu ikramlar ölümden sonra belirlenen günlerde birkaç kez daha tekrar edilir. Ölen kişinin yakın akrabaları ölünün etrafında feryat ederek ağlar, yüzlerini yaralayarak gözyaşlarıyla kanın karışmasını sağlar ve acılarını haykırırlar. Bu kültürel alışkanlığı günümüzde Cenaze merasimlerindeki ağıtlarda, feryat ve figan ile ağlama eylemlerinde açıkça görebiliriz. Cenaze sonrasında dağıtılan helva, ölen kişinin 7. ve 40. Günleri dağıtılan helva ve anmalar bu kültürel alışkanlıkların bir kalıntısı olarak günümüzde de devam ettirilmektedir.
Tengricilikte Atalar Kültür ve Atalara Saygı
Asya Türkleri, ölen atalarına karşı büyük bir saygı beslerler. Bu saygının göstergesi olarak dualarında atalarının isimlerini söyleyip Tengri’nin onlara bahşettiği güç ve kudreti isterler. Ölen saygın kişilerin Kurganları (Anıt Mezarları) ziyaret edilir ve ölen kişinin ruhuna saygı gösterilir. Her ne kadar bu bir dini ritüel olarak görünse de Atalara tapınma söz konusu olmaz. Türklerin Atalarına karşı göstermiş olduğu yüksek saygı bu anlamda yanlış algılanmıştır. Türkler, atalarına ve toplum nezdinde saygı görmüş büyüklere gösterdikleri saygının bir emaresi olarak Kurgan ve Mezarlarını ziyaret eder, Tengri’ye dua ederek ölen kişiye verilmiş olan güç, kudret ve saygınlığın kendilerine de verilmesini talep ederler. Bu taleplerinin gerçekleşmesi içinde Tengri’ye kurban adayarak dualarının kabul olmasını ümit ederler. Burada Adak (İduk) Kurbanları Kurgan ve Mezarlarda kesildiği için bu iduk’un ölen kişiye değil ölen kişiye verilen güç ve inayetin kendilerine de verilmesi için dua edenlerin dualarının kabul olması için kesmesi dikkat edilmesi gereken bir detaydır.
Atalara gösterilen saygının önemli bir nedeni de bu kişilerin Tengri tarafından görevlendirildiğinin düşünülmesidir. Zira Türk Kültüründe her lider devletin idaresini üstlenemez. Devletin ve törenin idaresi ancak Tengri tarafından görevlendirilmiş bir lidere yani Büyük Kağan’a verilebilir. Kağanlar, kutsal olarak belirlenen günlerde doğan ve kutsal soydan gelen liderler tarafından üstlenilebilen bir görev olduğundan Büyük Kağan’lar aynı zamanda Tengri’nin görevlendirdiği kişiler olarak görülür. Bu bakımdan Atalar Kültü olarak karşımıza çıkan Atalara Saygı olgusu yalnızca akrabalık bağları hasebiyle duyulan saygıdan ibaret değildir. Aynı zamanda Tengri’nin vazifelendirdiği kutsal bir kişi olması hasebiyle ölen kişinin kutsallığı, dualarda bu kişilerin isimlerinin telaffuz edilmesi ve bu duaların kabul edilmesi için Kurganlarda İduk (Adak) adanması Atalar Kültünü meydana getirmiştir.
Tengricilikte İbadet
Tengricilik inancında ibadet mevhumuna sık rastlanılmamaktadır. Asya Türkleri, Tengri’yi yegâne yaratıcı ve tapınılacak tek varlık olarak görmekte ancak Tengri’nin insanoğlunun hayatına ve yaşantısına çok fazla müdahale etmediğine ve onları serbest bıraktığına inanmaktaydılar. Bu inanca göre Tengri, toplumuna hizmet eden, kahramanlık gösteren ve iyi birer insan olan kişilere güç ve saltanat verebilir, kıymetini bilmez ve kötü insanlar haline gelirlerse bunu geri alabilirdi. Ancak insanların yaptığı iyilikler ve kötülükler sadece bu Dünyada cezalandırılmadığından esas ceza ya da mükâfat öldükten sonra gerçekleşeceği için Dünya hayatı, ölüm sonrası hayatın kazanılabileceği bir âlem olarak görülmekteydi.
Tengricilikte rutin ve yapılması zorunlu bir ibadet bulunmuyordu. Tengri’nin Uçmağ’ına ulaşabilmek için iyi ve kahraman insanlar olmak yeterli görülüyordu. Bunun yanında Dünya hayatından istifade etmek amacıyla Tengri’nin iyilik ve güç vermesi için dua ediliyor, duaların kabul olması içinde Tengri’ye İduk (Kurban) adanıyordu. Dua ve İduk Tengricilikte zorunlu olmayan ancak kalıplaşmış bir ibadet türü olmuştur. Kağanlar, Komutanlar ve Askerler savaşa başlamadan önce Tengri’ye dua eder ve başarı ümit ederler, savaştan önce ya da sonra İduk olarak Kısrak, Sığır ve Koyun keserlerdi. İduk ibadeti Tengricilikte iki şekilde gerçekleştirilmekteydi. Birinci ve en sık gerçekleştirilme şekli İduk hayvanının boğazının kesilerek öldürülmesi, ikincisi ise belli sayıda İduk hayvanının doğaya salıverilmesi şeklinde gerçekleştirilirdi. Kurban edilecek İduklar mağaralarda, dere kenarlarında ya da Atalar Kültünün bir parçası olarak Kurganlarda Tengri’ye adanırdı.
Asya Türklerindeki bu ibadet alışkanlığı İslamiyetin kabulünden sonra da itibar görmüştür ve bu inancın pek çok yansıması günümüze kadar ulaşarak halen yaşanmaktadır. Kurganların yerini Yatırlar ve Evliya Mezarları, Kurganlarda kesilen İduk’ların yerini Yatırlarda kesilen Kurbanlar almış, İdukları doğaya salma şekli ise Dua edip Kuş Salıvermek âdeti ile devam edegelmiştir. Yatırlarda bez bağlama ve mum yakma gibi adetlerde Tengricilik döneminden kalma alışkanlıklar olarak halen devam eden adetlerdendir.
Tengricilik ve Şamanizm
Tengricilik, mühim bir yanılgı olarak Şamanizm olarak algılanmış olsa da Şamanların Tengriciliğin içerisindeki rolleri kanıksanamaz. Esas itibariyle Tengricilikte din adamları yoktur. Ritüelleri ve zorunlu ibadetleri olmayan Tengricilikte ibadet etmek için bir aracı ya da lidere gerek duyulmaz. Zira Tengricilikteki yegâne ibadetler olan Dua ve İduk, kişilerin münferit eylemleri olduğu için bir din adamı eşliğinde gerçekleştirilmez. Ancak Tengricilik inancında Din adamlığı vasfının dışında hareket eden Şamanlar ve Kamlar bulunur. Aslında Kam ve Şaman aynı anlama gelir. Önceleri Kam olarak kullanılan bu telafuz, 8. YY itibariyle Şaman olarak kullanıla gelmiştir. Kamlar, sıra dışı ve dünyevi olmayan eylemleri hasebiyle din adamı gibi görünmüş, bu yönleriyle dinsel bir olgu olarak tanımlanarak içinde yaşadıkları Türk Kavminin temel dinsel motifi olarak düşünülmüştür. Tengricilik inancının temel esasları hakkında yeterli malumata sahip olunmayan araştırmalarda ortaya konulmuş olan bu tespit, Tengricilik hakkındaki bilgi ve bulguların netleşmesiyle ortadan kalkmış olsa da halen bir ifade yanlışlığı olarak telaffuz edilmektedir.
Kamlar (Şamanlar), kişilerin ibadetlerine, dualarına ya da İduk’larına müdahil olmazlar. Bu bakımdan Tanrısal bir yetkileri ya da toplum nezdinde makamsal bir kutsallıkları yoktur. Bilakis genelde sefil ve dağınık bir görünüme sahip olan Kamlar, toplum tarafından saygı görmekten çok sevilmeyen ve hakir görülen insanlar olmuşlardır. Düzenli bir yaşamları olmayan Kamlar, kötü ruhlarla iletişim kurarak onlardan geleceğe dair haber alır, büyü yapar ve büyü bozarlar. Saatlerce süren danslarla karanlıklar âlemindeki ruhları çağırır ya da bizzat karanlıklar âlemine gider, kötü ruhlarla konuşarak büyü yapar, büyü bozar ya da geleceğe dair kehanetler öğrenirler. Bu doğrultuda onlara din adamı değil büyücü diyebiliriz. Kültürel kalıntılarla günümüze kadar ulaşan alışkanlıklar neticesinde İslamiyet sonrası inanış biçiminde Kam ve Şamanların yerlerini Büyücüler, Üfürükçüler ve Medyumlar almıştır.
Nihai Tespitler ve Sonuç
Türkler’in Tengricilik inancını benimsemeleri ve Tarih sahnesine çıkmaları aynı tarihsel derinliğe sahiptir. Türkleri tarih sahnesine çıkartan, Ön Türkler olarak tabir ettiğimiz Aral’lı Afanesyevo İnsanları (M.ö. 8000 – 5000) Mezopotamya’ya inerek dünyanın ilk medeniyeti olan Sümerleri kurmuşlardı. Var olduğu devirde dünyanın en büyük medeniyeti haline gelmiş olan Sümerler, Semavi kaynaklarda Nuh Tufanı olarak geçen Sel Felaketi ile sarsılıp (M.ö. 2700) Semavi dinlerin yayılmasındaki süreci başlatan Hz. İbrahim’in zuhur etmesiyle (M.ö. 2000) Tek Tanrı (Allah c.c.) inancı ile tanışmışlardı. Bu tarihte Sümer Devletinin içerisinde yaşayan Asyalı Türklerin ataları, Tek Tanrı inancına sahip çıkarak göç ettiği İç Asya’da kadim kültürlerini ve tek tanrı inançlarını muhafaza ederek 20 asır boyunca varlıklarını devam ettirmişler, aradan geçen 2000 yıla rağmen Tek Tanrı inançlarından vazgeçmemişlerdi.
M.ö. 2000’li yıllarda İç Asya’nın demografik yapısı ve inanç şekli Türklere oldukça yabancıydı. İç Asya’nın kadim ev sahiplerinden olan Tunguzlar, Moğollar ve Amerind ardılları tümüyle tabiat tanrılarına tapınmaktaydı. Bugün Animizm olarak tanımladığımız bu inanç sistemine göre tabiattaki her nesnenin bir ruhu vardı ve tabiatın saygın ruhuna itaat edilmeli, doğanın varlığına zarar verilmemeliydi. Sümer ardılları olan ve karşımıza Asyalı Türkler olarak çıkan bu ilk Türk toplumu, demografik bakımdan sayıca az olmalarına rağmen Tek Tanrı inançlarına bağlı kalmışlar, hatta Moğol, Tunguz ve Amerind ardıllarına Tek Tanrı inancının bazı öğelerini benimsetmişlerdi.
Elbette bu etkileşimden Türklerde etkilendiler. Türkler, M.ö. 2000’lerde göç yolculuğu İç Asya’ya ulaşmış, M.ö. 1500’lü yıllara gelindiğinde İç Asya’nın yerli halklarından biri olmuşlardı. Bu tarihlerde Asya’nın kadim halklarından olan Ön Tunguzlar İç Asya’nın Batısında, Ön Moğollar ise Doğuda bulunuyorlardı. Ön Tunguzlar ile Ön Moğollar arasındaki coğrafyada yaşayan Asyalı Türkler hem Tunguzlar hem de Moğollar ile kültürel, etnik ve politik münasebetler içerisine girdiler. Bu münasebetler neticesinde Asya’nın Kuzey bölgelerinde varlığını sürdüren Amerind ardılları neredeyse tamamen Türkleşerek Türk Kültürünü ve Tek Tanrı dinini benimsediler. Batıda bulunan ve geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Ön Tunguzlar Türkler ile çok derin münasebetlerde bulunamadılar. Ancak İç Asya’nın ev sahibi olan Ön Moğollar, Türkler ile hem kültürel hem de Dini olarak çok ciddi münasebetler içerisine girdiler. Bu tarihten sonra Moğol Kültürü, Sümer Ardılları olan Türk Kültürü’nün etkisi altıda kalmış, bunun bir yansıması olarak da Animizm inançları, Tek Tanrı inancının etkisiyle şekil değiştirmişti.
Türklerin Moğollar ile kültürel münasebetleri Moğolların inandığı Animizm’i evirmiş, Moğol inanışları da Tengricilik inancına tesir ederek bir anlamda tahrif etmiştir. Bu kültürel alışveriş yüzlerce yıl devam ederek bugün Tengricilik olarak telafuz ettiğimiz Tek Tanrı inancını şekillendirmiştir. Moğollar, inandıkları Animizm anlayışını Tek Tanrı inancına göre şekillendirerek Tengri’yi baş tanrı, kendi tabiat tanrılarını da baş tanrının çocukları gibi addetmiştir. Türkler ise Moğolların Animizm etkisindeki tanrı inançlarını Tek Tanrı inancının bazı hususları ile bağdaştırmıştır. Bu etkileşim neticesinde Tengricilik inancına Ülgen ve Umay adlı iki tabiat gücü eklenmiştir. Moğollarda Umay ve Ülgen birer tabiat tanrısı iken Tengricilik inancıyla tanıştıktan sonra bu iki tabiat tanrısı Gök Tengri’nin çocukları olarak anılmaya başlandı. Moğollar Umay ve Ülgen’i Tengri’ni çocukları yaparken Türkler de onları Tengri’nin büyük Ruhları (Melekleri) olarak telafuz etmiştir. Muhakkakki Türklerin Moğol Animizmi üzerindeki etkileri, Moğollar’ın Tengricilik üzerindeki etkilerinden çok daha şiddetli olmuştur. Ancak Moğol Animizminin etkileri kısmen de olsa Tengricilik inancına nüfuz etmiş, Türklerin Tek Tanrı inancını değiştirmese de Animizmin Mistik etkileri göze çarpar hale gelmiştir.