Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’nin Malazgirt Savaşına müteakip olarak Anadolu’ya ayak basmasından 6 yıl sonra İznik’e kadar ilerleyen Selçuklu komutanı Kutalmış Süleyman Şah tarafından bağımsızlığı ilan edilen Türk Devletidir. Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlı Devletinin Anadolu’ya taarruzlarıyla yıkılmış, beyliklere bölünerek Osmanlı Devletinin temellerini meydana getirmiştir.
Büyük Selçuklu Devleti, en parlak dönemini yaşadığı Melikşah döneminde Anadolu’ya ayak basmış, Bizans’ın Anadolu’daki toplumları bir tür sömürge sistemiyle idare ettiği bu coğrafyayı yurt haline getirerek İç Asya’dan başlayan serüveninde Batı sınırlarına ulaşmıştı. Malazgirt Zaferinin mimarı Sultan Alparslan’ın 1072’de erken ölümü üzerine yerine geçen oğlu Melikşah, kumandanlarına talimat vererek emir beklemeksizin Anadolu içlerine akınlar düzenlemeleri için talimat vermiş, Bizans tarafından sömürge haline gelmiş olan Anadolu coğrafyası Selçukluların yeni yurdu haline gelmeye başlamıştı.
1072 yılından itibaren başlatılan Selçuklu akınları Sultan Melikşah’ın emri ile ayrı ve bağımsız ordularla idare ediliyor, Anadolu içlerine ilerleyen Selçuklu orduları, kumandanlarının idaresinde Anadolu’yu Türk Yurdu haline getiriyorlardı. Anadolu seferlerinde görevlendirilen komutanlardan en çok göze çarpanı Kutalmış Oğlu Süleyman Han’dı. Süleyman Han, Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atan Selçuk Bey’in torunu Kutalmış Han’ın oğlu idi. Kutalmış Han, babası Arslan Bey ile birlikte Gazne Devleti tarafından esir alındığı dönemde hapisten kaçmış ve ülkesine dönmüş ancak Arslan Bey’in yokluğunda ülkenin hâkimiyeti Arslan bey’in yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beylere geçmişti. Saltanat ailesinin değişmesine rağmen hem Kutalmış Han hem de ardılları saltanat beklentilerinden vazgeçmemişlerdi. Zira Kutalmış Han, Tuğrul Bey’in vefatından sonra saltanat mücadelesine girişmiş ancak muvaffak olamayarak Sultan Alparslan Tarafından öldürülmüştü.
Kutalmış Han’ın oğlu Süleyman Şah da babası Kutalmış gibi saltanat sahibi olmak için çabalar sarf ediyordu. Dolayısıyla olası bir saltanat mücadelesinde saltanat makamına göz dikmesi kaçınılmazdı. Güçlü bir kumandan olan Süleyman Şah, hem saltanat makamından uzaklaştırılmak hem de kendisine bağlı olan güçlü ordusundan istifade etmek amacıyla Anadolu Seferlerinde görevlendirildi. Anadolu içlerine gerçekleştirilen taarruzlarda en çetin mücadeleleri verende Süleyman Şah olmuştur. Sadece 3 yıl içerisinde 700 Km’lik bir hat üzerinde ilerleyerek 1075 yılında İznik’e kadar ulaşmıştır.
Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu (1077)
1075 yılından sonrasında Bizans ile sınır komşusu haline gelen Süleyman Şah hem bölgedeki hâkimiyetini güçlendirmiş hem de kazandığı zaferlerle ordusunun sadakatini kazanmıştı. Bizans’ın içinde bulunduğu iç karışıklıklar ve Malazgirt Hezimetinin çöküntüsü Bizans’ın Süleyman Şah’a karşı ciddi bir mukavemet getirememesine neden oldu. Bizans, sınırlarına dayanan Selçuklu ordularına karşı mücadele etseler de Bizans ordusunda Türklere karşı oluşmuş büyük bir korku hâkimdi. Süleyman Şah’ın güçlü ordusu da art arda kazandığı zaferlerle bölgede söz sahibi olmaya başlayınca Süleyman Şah, Büyük Selçuklu Devletine bağlılığını reddederek bağımsızlığını ilan etti ve Anadolu’da yeni ve büyük bir devlet vücut buldu (1077).
Süleyman Şah Dönemi (1077 – 1086)
Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı olan Süleyman Şah, İznik ve İzmit’i tamamen kontrol altına aldıktan sonra devletinin sınırlarını Güney Marmara bölgesinden batıya doğru genişletmeye başladı. Bilecik ve Çanakkale hattını hakimiyet alanına dâhil ettikten sonra ise Çanakkale Boğazı’nın kontrolünü ele geçirerek Marmara denizine giren ve çıkan gemilerden vergi tahsil etmeye başladı. Süleyman Şah, sınırlarını genişletirken Bizans iç karışıklıklar ve mezhep çatışması nedeniyle isyan hareketine girişen kitlelerle mücadele etmekle uğraşıyordu. Süleyman Şah da hem Bizans ile mücadele ediyor hem de isyancıları destekleyerek Bizans’ın zafiyetlerini arttırıyordu.
Anadolu Selçuklu Devletinin varlığı Bizans’ın tüm tarihi vakalarını etkiler duruma gelmişti. Bizans’ın çevresini kuşatan Anadolu Selçukluları artık Bizans’ın tek ve yegâne düşmanı olmuşlardı. Selçuklularla mücadele edemeyecek duruma gelen Bizans da mücadele etmek yerine iyi ilişkiler kurarak işbirliği yapma gayreti içerisine girdiler. Bizans İmparatoru VII. Mikhail DUKAS, kendisine karşı isyan hareketi içerisine girişerek İmparatorluk makamını ele geçirmek isteyen Nikeforus BOTANEIATES’in taarruzuna karşı Süleyman Şah’tan yardım isteyerek işbirliği teklifinde bulundu. Karşılığında Bizans topraklarının kimi bölgelerine yerleşim ve Çanakkale boğazından geçen gemilerden vergi alınmasına karşı koymama şartı ile anlaşmayı kabul eden Süleyman Şah, Nikeforus’un ordusunu karşılamak üzere Kütahya-İznik hattına doğru harekete geçti. Nikeforus’un ordusu ile karşılaşan Süleyman Şah, yaptığı görüşme neticesinde DUKAS’ın teklifinden daha cazip bir teklif alınca DUKAS’a verdiği desteği çekerek Nikeforos’a destek verdi ve Bizans Sarayına giren Nikeforos, DUKAS’ı indirerek III. Nikeforus ünvanıyla Bizans İmparatoru oldu. Süleyman Şah’ın bu desteği karşılığında Selçuklu Türkmenleri İstanbul Boğazı kıyılarına kadar yerleşme izni aldı ve Çanakkale Boğazının denetimi tam anlamıyla Anadolu Selçuklu Devletine bırakıldı (1078).
Süleyman Şah, tıpkı bir zamanlar Çin’in Göktürkler, Karahanlılar ve Uygurlar üzerinde uyguladığı muhaliflere destek vererek zayıflatma ve isyan hareketlerini teşvik etme stratejisini Bizans’a uyguluyordu. Kendisine verdiği destek ile imparator olmasını sağladığı III. Nikeforus’un muhalifi olan ve Bizans tahtını ele geçirmek için ayaklanan Melissenos’a destek vererek Bizans’ın iç karışıklıklarla zayıflamasını sağladı. Melissenos’un isyan girişimi başarıyla sonuçlanmadı ancak Bizans hem isyanlarla zayıflamış hem de ülkenin Batı sınırları olan Balkanlarda Bizans’a karşı ayaklanmalar ve taarruzlar hız kazanmıştı. Anadolu Selçuklu Devletine karşı koyamayan Bizans, bu kez vergi vermeyi kabul ederek Selçuklu Akınlarından korunma yoluna gitti. Bizans ile Anadolu Selçuklu Devleti arasında yapılan anlaşma neticesinde barış yapılmış, barışın sağlanması için Bizans yıllık vergi ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır (1080).
Bizans’ı vergiye bağlayan Süleyman Şah, batı sınırlarını güvence altına aldıktan sonra hakimiyet alanını Doğu ve Güney istikametlere doğru genişletmek üzere Anadolu içlerine akınlara başladı. Bu akınlar neticesinde Adana, Tarsus ve Antakya’yı alarak sınırlarını Suriye hattına kadar genişletti (1084).
Anadolu Selçuklu Devletinin güney hattına doğru ilerleyerek Suriye sınırlarına dayanması Büyük Selçuklu Devletinin Suriye Maliki Tutuş’u tedirgin etti. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah’ın kardeşi olan Suriye Selçuklularının Maliki Tutuş, Süleyman Şah’ın yayılmasını Suriye hattına doğru devam ettireceği endişesiyle Anadolu Selçuklularının akınlarına karşı çıktı. Zira Süleyman Şah da güney sınırlarına doğru giriştiği akınları Suriye hattına kadar ilerleterek Halep’i kuşatmıştır. Tutuş, Süleyman Şah’ın Halep’i kuşatmasına karşılık Melikşah’ın yetenekli kumandanlarını da ordusuna alarak Süleyman Şah üzerine taarruz etti. Tarihe Ayn Salem savaşı olarak geçen bu mücadele de Süleyman Şah mağlup olarak savaş meydanında öldürüldü (4 Haziran 1086).
Süleyman Şah’ın ölümü Anadolu Selçuklu Devleti’ni derinden sarstı. Zira saltanat varisleri Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, Melikşah tarafından esir edilerek İsfahan’a götürülmüştü. Süleyman Şah’ın öldürülmesi ve varislerinin hapsedilmesi üzerine Anadolu Selçuklu Devletinin veziri Ebu’l Kasım, ülkeyi 8 yıl boyunca idare etmiş ancak bu süre zarfında Anadolu Selçukluları güç kaybetmiş, Anadolu içlerindeki hâkimiyetleri zayıflamıştır. Vezir Ebu’l Kasım, Süleyman Şah’ın ölümü ve veliahtlarının esareti üzerine Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanı olduğunu ilan etti. Bizans ile iyi ilişkiler kurup Batı sınırlarının güvenliği tahsis etti. Ancak Büyük Selçuklu Devleti, Süleyman Şah’ın ölümü ve veliahtlarının tutuklanmasıyla yetinmedi. Zira Anadolu Selçuklu Devleti halen bağımsız olarak idare edilmekteydi. Melikşah, Süleyman Şah’ın ölümünün üzerine Anadolu Selçuklularını itaat altına almak amacıyla Urfa Emiri Bozan Bey’i İznik’i kuşatması ve zapt etmesi için görevlendirdi. Bozan Bey, her ne kadar İznik’i kuşatsa da muvaffak olamayarak geri dönmek zorunda kaldı.
Ebu’l Kasım ise İznik Kuşatmasını bertaraf etmesine rağmen Melikşah ile sürekli bir mücadele içerisine girmekten kaçınmaktaydı. Bağımsızlığını koruyabileceği bir barış anlaşması yapmak ümidiyle İsfahan’a gitti. Bu görüşmede Melikşah barışı kabul etmeyip şartsız teslimiyet isteyince Ebu’l Kasım İznik’e geri döndü. Melikşah, Süleyman Şah’ın öldürülmesi ile bertaraf edilen tehdidin yeniden ortaya çıkmasının önüne geçmek için Ebu’l Kasım’ı dönüş yolunda yakalanarak idam ettirdi. Ebu’l Kasım’dan sonra yerine kardeşi Ebu’l Gazi ağabeyinden kalan saltanat makamını sahiplense de Melikşah’ın ölümü ve Büyük Selçuklu Devletinin parçalanması üzerine serbest bırakılan saltanatın gerçek varisleri Kılıç Arslan ve Kulan Arslan İznik’e gelerek babalarından boşalan saltanat makamına geçip Anadolu Selçuklu Devleti’nin idaresini üstlendiler.
1. Kılıç Arslan Dönemi (1092 – 1107)
Kılıç Arslan, babasından boşalan saltanat makamına oturduğunda ülkede düzensizlik hâkimdi. Vezir Ebu’l Kasım saltanat makamına oturmuş olsa da Süleyman Şah’tan sonra idari ve askeri olarak ülkesinin birliğini muhafaza edememekteydi. Devlet teşkilatlanması, ordu ve saltanat nizamı zayıflamıştı. Bizans ile yapılan anlaşmaya rağmen Ebu’l Kasım döneminde Marmara’nın güney kıyılarına yerleşen Bizanslılar anlaşmayı bozmuşlar ve aynı tarihlerde İzmir bölgesinde güçlenen Çaka Beyliği ile kurdukları münasebetler ile Anadolu Selçukluları aleyhine faaliyetler içerisine girişmişlerdi.
Kılıç Arslan, önce ordusunun ve devlet erkânının disiplinini yeniden tahsis etti. Hem tebaasının hem de ordusunun saltanat makamına olan güvenini tazeleyen Kılıç Arslan, ilk iş olarak Güney Marmara bölgelerine yayılan Bizanslıları püskürterek Bizans’ın politik hamlelerini Bilecik, Yalova, Balıkesir hattından uzaklaştırdı. Sonrasında ise kendisine karşı ittifak halinde olduğu Çaka Bey’in üzerine taarruz ederek İzmir bölgesini denetimi altına aldı. Böylelikle Süleyman Şah dönemindeki ülke sınırlarını genişleterek bölgedeki gücünü pekiştirdi.
11. ve 12. Yüzyıllar Büyük Selçuklu Devletinin bölünmesi, Fars ve Arap toplumlarının İç Asya’daki demografik yapıyı etkilemesi ve Anadolu’nun Türk Yurdu haline gelmesiyle bölgedeki Türk toplumları kitleler halinde Anadolu içlerine göç ediyorlardı. Kılıç Arslan, Bizans’tan boşalan Güney Marmara hattını özellikle Horasan bölgesinden göç eden kitlelere açarak ve teşvik ederek bölgenin Türkleşmesini sağlandı.
Batıdaki dirliği ve nizamı tahsis eden Kılıç Arslan yüzünü doğu sınırlarına çevirdi. Zira Selçuklu Devletinin bölünmesi ve giderek zayıflamasıyla keşmekeş halini alan Mezopotamya, Anadolu içlerine göç ve akınlara sahne oluyordu. Devletinin sınırlarını daha da genişleterek tüm Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak için harekete geçen Kılıç Arslan, giderek güçlenen ve güney doğu sınırlarını tehdit eden Danişment Oğulları üzerine sefere çıkarak Malatya’yı kuşattı. Ancak savaş devam ederken İznik’in Haçlı ordularınca kuşatıldığı haberini aldı. İznik’in kuşatıldığını öğrenen Kılıç Arslan Malatya kuşatmasını yarıda keserek geriye dönmek üzere hazırlıklara başladı. Bunun yanında mücadele içerisine giriştiği Danişment Oğulları ile müzakere etti ve Haçlı ordularına karşı ittifak edip savaş sonrasındaki ordularını birleştirerek İznik’e doğru yola çıktılar. Henüz kılıçları bile soğumamış iki düşman Türk Ordusu, kısa bir süre önce birbirleriyle savaşıyorken şimdi aynı safta aynı düşmana karşı çarpışmak için yola çıkmışlardı (1096).
Kılıç Arslan, Danişment Oğulları ile ittifak ederek İznik’e girmişlerdi ancak Haçlı Orduları hem çok kalabalıklardı hem de İznik artık düşmüştü. Bunun üzerine İznik kuşatmasından sonra Anadolu içlerine doğru yönelen Haçlı Ordusu’nu takip ederek vur-kaç saldırılarla yıpratmaya ve zayıflatmaya çalıştılar. Haçlı orduları Eskişehir’e ulaştıklarında takriben 7000 kişilik Ağır süvarilerden oluşan Haçlı ordusuna karşı taarruza kalktılar. Bu savaşta Haçlı Ordusu Selçuklu ve Danişment Oğulları ordularının toplamından çok daha kalabalık ve donanımlı bir orduya sahiplerdi. Buna rağmen büyük bir mukavemetle Haçlı Ordularına taarruza kalkıp mağlup olsalar bile Haçlı Ordusuna mühim zayiatlar verdirmişlerdir (1097).
Haçlı Ordusu, Eskişehir’den sonra mukavemetle karşılaşmadan Filistin ve Kudüs’e ulaştılar. Yıpranan ilk Haçlı ordusunu desteklemek için Mayıs 1101 yılında İtalya’dan 20 Bin kişilik bir Haçlı Ordusu yola çıkarak Ankara ve Merzifon üzerine, Haziran ayında da Fransa’dan yine yaklaşık 20 Bin kişilik bir ordu ile Konya üzerine, bir hafta sonra da 10 Kişilik bir ordu ile Almanya’dan yola çıkarak yine Konya üzerine yürüdüler. Ancak Öncü Haçlı ordusunun peşinden üç kol halinde gelen Haçlı Orduları Öncü Haçlılar kadar şanslı olamadılar. 1096’da İznik’e giren Haçlı orduları Filistin’e kadar ulaşmışlardı ancak onlara destek için gelen üç haçlı ordusu Ereğli’ye gelene kadar yok edildi. Eskişehir’de mağlup olan 1. Kılıç Arslan, ordusu zayıflasa da isabetli stratejilerle destek için gelen üç Haçlı Kolunu da bertaraf etmeyi başardı. Haçlı ordularının güzergâhları boyunca ikmal noktalarındaki su kuyularını ve yiyecek ihtiyaçlarını giderememeleri için hayvanları zehirleyerek Haçlı Ordusu’nun Ereğli hattına ulaşana kadar ağır kayıplar vermelerini sağladı. Zayıflayan Haçlı ordularından kalan birlikleri de Konya - Ereğli ve Merzifon hattında mağlup ederek büyük bir başarıya imza attı.
Destek için gelen Haçlı Ordularını mağlup eden Kılıç Arslan, İznik’i kuşatan ilk Haçlı Ordusu’nun Filistin’e ulaşması üzerine Batı Dünyasının büyük Haçlı Seferini topyekûn bertaraf etmek üzere Diyarbakır ve Harran’ı zapt etti. Kılıç Arslan’ın amacı Suriye’ye girip Filistin’e geçerek Haçlı Ordularını mağlup etmekti ancak Harput’tan Musul’a geçmek zorunda kaldı. Musul’da kendisine bağlı olan Çavlı Bey, Çökürmüş Bey’i öldürerek Musul Halkına zulmetmekteydi. Kılıç Arslan’ı bu zulme son vermesi için Musul’a davet eden halkın önde gelen isimlerinin davetine icabet ederek ordusunun bir kısmını Harput’ta bırakarak Musul’a ulaştı. Burada yaşanan hâkimiyet mücadelesi neticesinde kimi beyler Kılıç Arslan’a baş kaldırarak isyan hareketine giriştiler. Bu başkaldırıya Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Muhammet Tapar da müdahil olunca hem Büyük Selçuklu Devletiyle, hem kendisine baş kaldıran Artukoğullarıyla hem de Suriye Selçuklu Maliki Rıdvan Han’la mücadele etmek zorunda kaldı. Ordusunun önemli bir kısmını da Harput’ta bırakan Kılıç Arslan, kendisine destek veren beyliklerle birlikte çetin bir mücadeleye girişti. Bu mücadele neticesinde mağlup olup geri çekilmek zorunda kalınca Habur Çayını geçemeyip boğuldu (1107).
Kılıç Arslan’ın ölümü üzerine Anadolu Selçuklu Devleti iç karışıklıklar ve saltanat mücadeleleri ile zayıflamaya başladı. Anadolu Selçuklularının zor duruma düşmesi, Anadolu’nun Kuzey Doğu hattını hâkimiyeti altında bulunduran Danişment Oğulları Beyliğinin bölgedeki üstünlüğü ele geçirmesine neden oldu. Saltanatın esas varisi olan Kılıç Arslan’ın büyük oğlu Şahin Şah İran’da bulunuyordu. Küçük kardeşi Rükneddin Mesut, babasının vefatı üzerine saltanat makamına geçerek Devletini 2 yıl boyunca idare etti. Ancak Kılıç Arslan’ın büyük oğlu Şahin Şah, İran’dan Konya’ya dönerek kardeşi Rükneddin Mesut’u indirip yerine geçince meşrutiyetini kaybetti ve Kayseri’ye yerleşti (1110). Tahttan indirilen Mesut Han, ağabeyi Şahin Şah’ı tahttan indirebilmek için Danişment Oğulları Beyliğinin desteğini alarak ağabeyinin hâkimiyetini tanımadığını ilan etti ve ağabeyi ile giriştiği mücadele neticesinde saltanat makamına oturmayı başardı (1116).
1. Rükneddin Mesut Dönemi (1116 – 1155)
1. Mesut, Anadolu Coğrafyasını paylaştığı diğer bir Türk Beyliği olan Danişment Oğulları ile yaptığı ittifak neticesinde saltanat makamına oturabilmişti ancak giderek güçlenen ve Anadolu Selçuklu Devletine karşı üstün duruma gelen Danişment Oğulları, Rüknettin Mesut’a verdikleri destek ile Anadolu Selçuklularını tesir ve etki altına alarak hâkimiyetlerine gölge düşürmüştü. Rükneddin Mesut Han, 26 yıl boyunca Danişment Oğulları’nın himaye ve tesiri altında hükümdarlığını devam ettirdi. Bu süre zarfında varlık gösteremeyen Anadolu Selçuklu Devleti, önemli toprak kayıpları yaşamamış olsa da Anadolu ‘da ki hâkimiyetini güçlendiremedi.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yeniden güçlenmesi, Danişment Oğulları’nın tesir ve himayesinden kurtulmasından geçiyordu. Buda ancak Danişment Oğulları Bey’inin 1142 yılında vefat etmesi ile mümkün olabildi. Danişment Oğulları Bey’i Mehmet Bey’in 1142 yılında vefat etmesi ve veliahtların saltanat mücadelelerine girişmeleri üzerine Danişment Oğulları’nın boyunduruğundan kurtulan Mesut Han Kastamonu, Ankara, Çankırı, Malatya ve Elbistan’ı zapt ederek Anadolu coğrafyasındaki hâkimiyetini yeniden tahsis etti. Bu hatların daha ilerisinde Haçlı Orduları’nın ileri karakolları bulunuyordu. Suriye-Filistin hattı üzerine gelebilecek olası bir taarruza karşı Malatya ve Göksun kalelerinde konuşlanan Haçlı Orduları üzerine taarruz eden Mesut Han, muvaffak olup kaleleri zapt etmeyi başarsa da Bizans İmparatoru Emanuel’in Başkent Konya’ya taarruz ettiği haberini alınca kalelere yerleşemeden geri dönmek zorunda kaldı.
İmparator Emanuel, mahiyetindeki büyük bir ordu ile birlikte Konya’ya taarruz hareketine girişerek Anadolu Selçuklu Devleti’ni ortadan kaldırmayı planlıyordu. Mesut Han, Bizans ordusunu mağlup ederek Başkent’ini korudu. Anadolu Selçuklu Devleti artık daha da güçlenmişti. Mesut Han, Anadolu Üzerindeki hâkimiyetini pekiştirince bölgedeki diğer Türk Beylikleri Anadolu Selçuklularına tabi olmaya başladılar.
Batı Dünyasında Türk Korkusu giderek yükselmeye başlamıştı. Mezhep çatışmaları ve hâkimiyet mücadeleleri içerisine girişerek birbirleri ile savaşan Batı Dünyası, Türk Tehdidinin batıya ulaşmaması için ilk kez bir araya gelmişti. Üstelik Türkler bir araya gelmemelerine ve birbirleri ile mücadele etmelerine rağmen giderek yükselen Türk Tehdidine karşı koyamaz duruma gelmişlerdi. Bizans İmparatoru Emanuel’in Konya mağlubiyeti bu korkuyu daha da alevlendirdi. Üst üste alınan mağlubiyetler Batı Dünyası için gurur meselesi haline gelmişti. Bizans’ın Konya mağlubiyeti sonrası intikam almak için yeniden hazırlanan Haçlı Orduları, yalnızca bir yıl sonra tekrar Anadolu Seferine giriştiler (1147).
Roma-Cermen İmparatoru Konrad’ın bizzat Ordusunun başına geçerek idare ettiği Haçlı Seferi, ancak Eskişehir’e kadar ilerleyebildi. Eskişehir girişinde meydana gelen savaşta Mesut Han, kendilerinden nitelik ve nicelik bakımından çok üstün olan Haçlı Ordusuna büyük bir hezimet yaşattı. Apaçık bir perişanlıkla mağlup olan Haçlı Ordusu İznik’e çekildiğinde ordusunun neredeyse tamamı yok olmuş durumdaydı. Roma-Cermen İmparatoru Konrad ile birlikte yola çıkan ikinci Haçlı Ordusunun başında ise Fransa Kralı St. Louis’in bulunuyordu. St. Louis komutasındaki ikinci Haçlı Kolu da Yalvaç civarına kadar ilerleyebildi. İkinci Haçlı Kolunun sonu daha korkunç oldu. Yalvaç’taki mücadelede Ordusu bozguna uğrayan Fransa Kralı St. Louis savaş alanını terk ederek gemiyle Suriye’ye kaçmak zorunda kaldı. Savaş sonrasında komutansız kalan binlerce Frenk askeri ise geri dönemediler ve büyük bir felaket yaşayarak açlık, hastalık ve sefalet içerisinde sahipsiz kaldılar. Kendilerine uzanabilecek tek müttefik eli olan Bizans ise Savaş sonrasında sahipsiz kalan Frenk askerlerine sahip çıkmayarak büyük bir ihanete imza attı. Haçlı Ordusu’nun içine düştüğü bu durumu gören Selçuklu Ordusu ve Köylüleri kendilerine erzak, ekmek ve yardım dağıtarak büyük bir insanlık ve merhamet örneği gösterdiler. Haçlı İttifakıyla Türkler üzerine taarruz eden Frenkler, üzerlerine hücum etmek için geldikleri Türklerin merhamet ve şefkati, dindaş ve müttefiklerinin ihaneti ve zulmü ile karşı karşıya kalarak hiçbir baskı ve zorlamaya maruz bırakılmadan Müslüman oldular. Batı kaynakları, savaş sonrasında Müslümanlığı kabul eden Frenk askerlerinin sayısını 3.000 olarak belirtilmştir.
Bizzat Haçlı Seferine katılan bir yazar, Yalvaç’ta yaşadıklarını şöyle izah etmiştir ; Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet! Türkler şefkat ve iyilikleriyle Haçlıların dinlerini satın aldılar. Üstelik hiçbir zorlama ve baskıya maruz kalmadan.
Rükneddin Mesut Han’ın Haçlılar karşısında kazandığı zaferler İslam âleminde büyük yankı uyandırdı. İslam dünyası ilk kez Büyük Selçuklu Devleti ile Garb âlemine meydan okumuş, Anadolu Selçuklu Devleti ise batının tüm gücüyle seferber ettiği devasa güce sahip Haçlı Ordularını perişan ederek İslam Dünyasını Şahlandırmıştı. Bu tarihten sonra İslam Dünyası’nın önderliğini Anadolu Selçukluları üstlenmiştir. Artık Tüm Dünya’da Türk Demek Müslüman demekti. Abbasi Halifesi, Mesut Han’a Hilat ve Sancak göndererek İslam’ın sancaktarı olduğunu ilan etmiş oldu. Batı artık Anadolu’yu Bizans olarak değil Turchiae (Türkiye) olarak tanımlıyordu. Anadolu toprakları ilk kez bu dönemde Türkiye olarak anılmaya başlanmıştır.
Haçlı zaferlerinden sonra Anadolu’daki hakimiyeti kesinleşmiş olan Mesut Han, Anadolu’da kalan diğer haçlı kalıntılarını da bertaraf ederek Batı’nın Anadolu üzerindeki hakimiyetine ve sonrasında ortaya çıkacak tüm emellerine kesin olarak son verdi. Bir zamanlar himayesinde olduğu Danişment Oğullarını da hakimiyeti altına alarak Anadolu’nun yegane hâkimi durumuna geldi.
Mesut Han, kalan ömrü boyunca Anadolu içlerindeki hâkimiyet bölgelerinin muhafazasını ve kendisine bağlı beyliklerin tabiiyetini sağladı. Hâkimiyeti altındaki bölgelerin toplumsal, dini ve ilmi gelişimini sağlamak amacıyla Medreseler, Han ve Hamamlar ile İmaretler inşa ettirdi. Anadolu artık yalnızca siyasi olarak değil toplumsal olarak ta Anadolu Selçuklu Devletinin yurdu haline geldi. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Mesut Han, ölümüne yakın oğlu Kılıç Arslan’ı veliaht ilan etti. 1155 yılında vefat ettiğinde Anadolu artık tartışmasız olarak Türk Yurdu haline gelmişti.
2. Kılıç Arslan Dönemi (1155 – 1192)
Rükneddin Mesut Han’ın büyük oğlu İzzeddin Kılıç Arslan, babasının vasiyeti üzerine veliaht olarak ilan edilmişti ancak diğer oğulları Şahin Şah ve Devlet Bey ile damadı Danişment’li Zunun, saltanat makamı için mücadele etmekteydiler. Kısa süren bu saltanat mücadelesi sonrası Kılıç Arslan, kendisine mülk olarak verilmiş olan Elbistan’dan yola çıkarak Konya’ya geldi ve saltanat makamına oturarak babasının makamına sahip çıktı.
2. Kılıç Arslan, Saltanat makamına çıktığında saltanat mücadelesinden fırsat bulan Sivas Maliki Yağıbasan Elbistan ve Kayseri’ye taarruz etmişti. Yağıbasan üzerine sefere çıkmaya hazırlanan Kılıç Arslan, bölgedeki en önemli güçlerden biri olan Musul Atabeyliğinin beyi Nureddin Zengi’nin Yağıbasan’a destek verdiğini öğrenince mücadeleden kaçındı. Aralarında anlaşma yapılarak bir kısım topraklar verilerek sulh yapıldı. Ancak bu barış uzun sürmedi. Kılıç Arslan’ın hâkimiyetini ortadan kaldırmak isteyen güçlerin Anadolu Selçukluları üzerine kurduğu baskıdan istifade etmek isteyen Bizans, önceki Haçlı seferlerinin intikamını almak ve Anadolu Selçuklu Devletini ortadan kaldırmak için tekrar hazırlıklara başladı. Bizans, politik hamlelerle Kılıç Arslan’ın mücadeleden kaçındığı Musul Maliki Nureddin Zengi, Kılıç Arslan’ın kardeşi Şahin Şah ve kayın biraderi Zunun, Sivas Maliki Yağıbasan ve Malatya Maliki Zülkarneyn ile anlaşarak Kılıç Arslan’a karşı büyük bir ittifak kurdular. Kılıç Arslan, bu büyük ittifak karşısında muvaffak olamayabilirdi. Devletinin bekasını tehlikeye atmamak için sulh yolları aramak üzere Bizans’a hareket etti. Kılıç Arslan’ın sulh çabaları sonuç verdi ve Bizans anlaşmayı kabul ederek taarruz hazırlıklarını iptal etti. Kılıç Arslan da kendisine karşı oluşturulan ittifakın en güçlü cephesi olan Bizans’la sulh yaptıktan sonra Danişment Oğulları’nın başını çektiği isyan hareketine karşı taarruza girişti ve bu mücadeleyi kazanarak Danişment Oğulları’nın Anadolu’daki hâkimiyetine tam olarak son verdi (1175).
Bizans, teşvik ve desteğiyle ayaklanan Anadolu beyliklerinin muvaffak olacağını düşünerek Kılıç Arslan ile sulh yapmıştı ancak sonuç ümit ettiği gibi şekillenmeyince sulhu bozarak İptal ettiği Anadolu Seferini tekrar başlattı. Tarih’e Miryokefalon Savaşı olarak geçen bu hadise ile Anadolu’nun tapusu Türk’lere verilmiş oldu ve Batı’nın Anadolu coğrafyası üzerindeki tüm emelleri sona erdi.
Miryokefalon Savaşı (17 Eylül 1176)
2. Kılıç Arslan, Manuel’e, elçi göndererek daha önce yapılmış olan barış antlaşmasının yenilenmesini önerdi. İmparator Manuel, barışın yenilenmesi için Türkmen akınlarının durdurulmasını ve Bizans’a sığınan Danişmendlilerin emiri Zünnun ile şehzade Şahinşah’ın yönetiminde bulunan toprakların Bizans’a bırakılmasını şart koştu. Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan, bu teklifi kabul etmeyerek süvari güçleriyle Denizli’ye taarruz ederek Bizans’a ait şehirleri tahrip etti. Bizans İmparator Manuel ise, kendisine sığınan Danişmendli beyi Zünnun ve Şahinşah’ı, Selçukluların üzerinde baskı kurması ve ikinci bir cephe oluşturması için Anadolu’ya göndermeye teşebbüs etti. 2. Kılıç Arslan, bu teşebbüsü haber alınca stratejik önlemler alarak bu çabayı boşa çıkarttı. Anadolu’ya hareket eden Zünnun ve Şahinşah da Bizans’a geri dönmek zorunda kaldılar.
2. Kılıç Arslan, son gelişmeler üzerine Bizans’a ikinci kez elçi göndererek barış önerisinde bulundu. Manuel, bu barış teklifini de reddederek komutanı ve amcasının oğlu Andronikos Vatatzes’i, ordusuyla birlikte Amasya’ya Selçuklu ordusunun üzerine taarruza gönderdi. Kendiside Frank, Peçenek, Macar ve Sırp güçlerinden oluşturduğu ordusu ile Konya’ya doğru yöneldi. Selçuklu savunma birlikleri, Amasya’ya doğru ilerleyen Andronikos’un ordusu ile Niksar civarında karşı karşıya geldiler. Selçuklu savunma birlikleri, Bizans ordusunu durdurup Andronikos’u da savaşta öldürdüler. Konya’ya doğru ilerleyen Manuel’in ordusu ise Konya’yı zaptettikten sonra Denizli’ye doğru ilerlediler. Buradan da Eskişehir’i geçerek Akdağ bölgesine ulaştılar. Bizans Ordusu, oldukça kalabalıktı ve beraberinde taşıdıkları yükler sebebiyle yavaş ilerlemek zorunda kalıyordu. Bunun yanında, Akdağ civarı da Selçuklular tarafından tahrip edilmişti. Bizans ordusunun geçebileceği tek yol, Miryokefalon Kalesinin yakınlarındaki sarp ve dar bir geçitti. Selçuklular da Bizans Ordusunu burada karşılamak için hazırlık yapmışlardı. Bizans Ordusu, yaklaşık 100 Bin kişilik kalabalık bir ordu ve güçlü savaş teçhizatları ile uzun sürebilecek bir savaşa karşı tedarikliydiler. Selçuklu ordusu ise hem sayıca daha az hem de teçhizat bakımından daha zayıf durumdaydı. Kılıç Arslan, önce kendisine bağlı küçük beyliklerden asker takviyeleri yaparak Askeri gücünü Bizans ordusuna eşdeğer hale getirdi. Selçuklu ordusu, Bizans ordusuna göre daha zayıf teçhizatlara sahipti ancak hareket kabiliyeti daha yüksekti. Bulundukları sarp geçitte stratejik olarak bunu gerektiriyordu. Dağ geçitlerinin yamaç ve doruklarına konuşlanarak ağır Bizans ordusunu hırpalayacak ve mukavemetlerini kırdıktan sonra taarruz edeceklerdi.
Bizans ordusunun tecrübeli komutanları, Selçukluların bu stratejisini fark ettiler ve Manuel’i uyardılar. Ancak daha tecrübesiz ve kendine güvenen prensler, şan ve şöhret kazanmak için zor olanı tercih ediyor ve Manuel’e baskı yapıyorlardı. İmparator Manuel, neticede tecrübeli komutanlarını dinlemeyip Selçukluların kurguladığı gibi dağ geçitlerinin içerisinden girmeye karar verdi. Bizans ordusu, geçitten ilerlemek 4 ayrı kola bölündü. Önde piyadelerden oluşan öncü güçler, arkasında yine piyadeler ve süvarilerden oluşan ardıllar, arkalarından ise ordunun ana kuvvetleri bulunuyordu. En arkada ise mancınıklar, harp araçları ve erzak stokları ilerleyecekti. 17 Eylül 1176 günü, Bizans öncü kuvvetleri, dar ve sarp geçitlerden içeri girmeye başladılar. Bizans Ordusu, düşündüklerinin aksine öncü kolu ile girerken zorlanmamış ve büyük kayıplar vermemişti. Peşinden gelen Ana kolda az bir zayiatla geçitten ilerleyebilmekteydi. Selçuklu ordusu, Bizans öncü kuvvetlerinin ilerlemesiyle stratejik bir hamle yaparak geçi çekildiler ve dağ geçitlerine konuşlandılar. Bizans öncü kolu ve ana kuvvetleri geçidin dar bölgesinden henüz geçmişken onları takip eden mancınık ve ağır savaş araçlarından oluşan ardılları da geçide girmek üzereydiler. Selçuklular, sarp alanlara konuşlandıkları yerlerden bu esnada aşağı inip öncü ve ana kuvvetleri geçidin içinde tutarak taarruza geçtiler. Mancınık ve vurucu güçlerinden yoksun kalan öncü ve ana güçler, hızlı hareket eden Selçuklu süvari ve yaya birliklerine karşı direnemeyip ağır kayıplar vermeye başladılar. Selçuklu ordusu, gerçekleştirdiği ani ve yoğun saldırılarla Bizans ordusunun sağ kanadını tamamen yok etmeyi başardı. Bizans’ın merkezi gücünü geçit içinde hapsedip taarruz eden Selçuklular, sonrasında ise geçide henüz girememiş olan mancınık ve ağır savaş araçlarına hücum ederek geçitten içeri girmelerini engellediler. Bizans ordusu geçidin içerisinde sıkışmış, hareket imkânı fevkalade zor olan bir alanda kendisini korumaya çalışıyordu. Ağır savaş arabaları ve mancılıklar ise yaya güçlerden destek alamadıkları için ok atışlarıyla zarar görüyor ve ilerleyemez duruma geliyordu. Ne mancınıklar geçidin içine girmiş olan ordunun merkezi gücüne yardım edebiliyor, ne de merkezi yaya kuvvetler ağır savaş araçlarına yapılan saldırılara karşı yardıma gidebiliyorlardı. Üstelik sağ kanadı tamamen yok olan Bizans ordusu, bu kez sol kanadına yoğun taarruzlar alıyor ve ağır kayıplar veriyorlardı.
Bizans ordusu, bulundukları alanın fiziki imkânsızlıklarından ötürü saldırının ne taraftan geldiğini bile anlayamıyor, disiplinsiz bir şekilde rastgele hareket eden yaya kuvvetler, yamaçlar arasına sıkışıp isabetli okçuların açık hedefi haline gelerek ağır kayıplar veriyorlardı. Sağ kanadı tamamen imha edilen Bizans ordusu, sol kanadını savunmaya çalışırken, komutan Yannis Kantakuzenos’un öldürülmesi ile kontrolü tamamen kaybettiler. Bizans ordusu artık inisiyatifi elinde tutamıyordu. İmparator Manuel ise savaşmaktan çok içine düştüğü cendereden kurtulmak için uğraşıyordu. Zira artık savaşmak yerine geçitten çıkmanın yollarını arıyordu. Kalan askerleriyle savunma kolları oluşturarak küçük gruplar halinde geçitten çıkmaya başladılar. Kollar halinde geçitten çıkmayı başaran Bizans ordusu, geçide giremeyen ardılları ile birleştiler ancak ağır kayıplar vermişlerdi ve savaş alanından geri çekilmeleri mümkün değildi. Selçuklu ordusu, taarruzlarına gece de son vermedi. Gece Süvari hücumları, sabah okçu akınlarıyla devam ediyor, Bizans ordusu ise manevra yapamadan karşı koymaya çalışıyordu. Öyle ki ; İmparator Manuel, savaşın kötü gidişatı üzerine geri çekilmeyi düşünmüş ancak komutan ve prenslerinin ağır itham ve eleştirilerine maruz kalarak bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Miryokefalon Savaşının 3. Gününde, Bizans ordusunun ağır savaş teçhizatları ve mancınıklarla donanmış birlikleri tamamen yok olmuş ve tamir edilemez duruma gelmişti. Sefere çıkarken Selçuklu ordusunu mağlup ettikten sonra Antakya’ya sefer yapacağını düşünen Manuel, Miryokefalon Ovasında çaresiz ve mağlubiyeti kabullenmiş bir duruma düşmüştü.
Ordusu savaş meydanında komuta eden Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan, stratejik avantajlarını ortadan kaldırıp ağır hasarlar verdiği Bizans ordusunu tam anlamıyla sindirmiş ve üstünlüğü ele almıştı ancak savunma yaparak giderek daha az kayıp vermeye başlayan Bizans ordusunu tamamen yok etmenin kolay olmayacağını görüp İmparator Manuel’e barış yapmayı tercih etti. Elçisini, bir İran savaş atı ve bir kılıç hediyesiyle birlikte barış şartlarını müzakere etmek için Manuel’e gönderdi. Yapılan müzakere de Eskişehir ve Gümüşsu kalelerinin boşaltılıp yıkılması şartıyla Bizans ordusunun hücuma uğramadan geri çekilebileceğini teklif edince Manuel, içinde bulunduğu çaresiz durumunda tesiriyle barış teklifini derhal kabul etmiştir. Nihayetinde Miryokeflon Savaşı Bizans için bir hezimet, Selçuklular için ise Anadolu’nun hâkimiyetini kesinleştirdiği mühim bir başarı olmuştur.
Miryokefalon Savaşı ile Selçuklular, Anadolu üzerindeki hâkimiyetlerini kesinleştirmiş, Bizans bu tarihten sonra Anadolu üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.
2. Kılıç Arslan, Bizans’ın Anadolu’dan tümüyle çekilmesi ve Anadolu üzerinde hâkimiyet kuran beylikler üzerinde kurduğu üstünlük ile Anadolu’nun tümünde hâkim hale gelmişti. İlerleyen yıllarda ilmi, kültürel ve askeri faaliyetlerle devletini ve toplumunu yücelten 2. Kılıç Arslan, yaşı ilerleyince saltanat mücadelelerinin meydana gelmemesi için hâkimiyeti altındaki toprakları 11 oğluna paylaştırdı. Ancak kendisi henüz hayattayken oğulları Saltanat Mücadelesi içerisine girişmeye başladılar (1186). 2. Kılıç Arslan, 1092 yılında vefat edince, vasiyetine rağmen saltanat mücadeleleri baş gösterdi.
Kılıç Arslan, 1192 yılında vefat edince yerine oğullarından Gıyaseddin Keyhüsrev geçmişti (1192). Gıyaseddin Keyhüsrev, babasının makamında ancak 4 yıl kalabildi. Zira saltanatın diğer varisleri halen saltanatta hak iddia ediyor ve kendisinin hükümdarlığını kabul etmiyordu. En büyük rakibi de Ağabeyi Süleyman Şah idi. Süleyman Şah, geniş nüfuzlu ve güçlü bir veliahttı. Saltanat makamına geçme teşebbüsünü ise dört yıl düşünüp planladıktan sonra hayata geçirdi ve tüm kardeşlerine hükümdar olması durumunda bulundukları bölgeleri kendilerine vereceğini ve malik olarak bölgelerine sahip çıkabileceklerini bildirdi. Süleyman Şah, en güçlü saltanat adayı olduğu için diğer kardeşleri ağabeylerinin bu teminatından sonra kendisine karşı çıkmadı. Saltanat makamında bulunan Gıyaseddin Keyhüsrev ise saltanatı bırakmayı reddedince Süleyman Şah, kendisine bağlı orduları ile birlikte Konya’ya vararak şehri kuşatma altına aldı. Kuvvetli kuşatma karşısında savunması kırılan Gıyaseddin Keyhüsrev, Süleyman Şah’ın kendisine ve ailesine zarar verilmeyeceğini ve şehirden çıkmalarına izin verileceğini bildirmesi üzerine sulh yaptılar ve Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, makamını ağabeyi Süleyman Şah’a bırakarak saltanatı terk etti (1196).
2. Süleyman Şah Dönemi (1196 – 1204)
2. Süleyman Şah, kardeşi Gıyaseddin Keyhüsrev ile yaptığı sulh neticesinde 7 Ekimde Konya’ya girerek saltanat makamına oturdu. Kendisine rakip olarak saltanat için mücadele eden kardeşleri Argun ve Berkyaruk’un oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmak için Amasya üzerine sefere çıkarak Amasya ve Niksar bölgelerini hâkimiyeti altına aldı (1197). Süleyman Şah’ın kendisine karşı gelecek tüm kardeşlerinin üzerine taarruz edeceğini açıkça ifade etmesi üzerine diğer kardeşleri kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Böylelikle Saltanat mücadelesi son bulmuş oldu.
Süleyman Şah’ın iç meselelerle uğraşması Bizans’ı heveslendirdi. Saltanat mücadelesini fırsat olarak gören Bizans Kralı 3. Alexios, doğrudan taarruz etmek yerine taciz ederek Anadolu Selçuklu Devleti üzerinde baskı kurmayı denedi. Krallık donanmasına ait bir gemiyi Samsun’a göndererek Samsun limanındaki ticaret gemilerine taarruz etti ve bu gemilerdeki malları yağmaladı. Bizans, bu hareketi neticesinde tepki görmemesi durumunda Süleyman Şah’ın olası bir taarruzdan çekineceğini düşünecekti. Emin olmak için yaptığı bu teşebbüs ağır sonuçlara mal oldu. Süleyman Şah, sanıldığı gibi tepkisiz kalmamış ya da alelade bir tepki vermemiş bilakis elçi göndererek malları iadesini, tazminatını ve yıllık vergi ödenmesini istemişti. Bizans, sandığından daha büyük bir tepkiyle karşılaşınca teklifi geri çevirip savaşa neden olmamak için şartları kabul etti (1198) .
Anadolu Selçuklu Devletinin iç karışıklıklarla uğraşması Bizans gibi Ermenileri de fırsatçılığa sürüklemişti. Anadolu coğrafyasının güney doğu bölgesinde bağımsız olarak varlıklarını sürdüren Ermeniler, Selçuklu topraklarına girerek Kayseri’ye kadar ilerlediler ve hatta bazı kaleleri ele geçirdiler. Süleyman Şah, Ermenilerin bu taarruzuna sadece bölgelerini savunarak karşılık vermedi. Hem ele geçirdikleri kaleleri geri aldı hem de Ermeni krallığının başkentine girdi. Kendisine karşı koyamayan Ermeni Krallığı, ancak Anadolu Selçuklu Devletine tabi olduklarını açıklayarak barış yapabildi (1199).
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yaşadığı iç karışıklıktan istifade etmek isteyen diğer bir cephe ise Gürcistan’dı. Gürcüler, 2. Kılıç Arslan’ın vefatı üzerine Selçuklu topraklarına taarruzlar düzenliyor, küçük parçalar halinde de olsa hâkimiyet alanlarını genişletiyorlardı. Bizans ve Ermeni tehditlerini ortadan kaldırdıktan sonra Gürcüler üzerine taarruz’a hazırlanan Süleyman Şah, Doğu hükümdarlarına ve beylerine emir göndererek ordu hazırlamaları emrini verdi ve Erzurum’a hareket etti (1202). Kendisini Erzurum’da karşılayan Saltuklu hükümdarı Alaeddin Melikşah, karşılama merasimindeki kusurlu hareketlerinden ötürü tevkif ettirerek hapsedilmek üzere Başkent Konya’ya gönderildi.
Erzurum’dan sonra esas istikameti olan Gürcistan Seferine katılmak üzere hazır edilen orduların başına geçti. Ordusunu Mecingerd Kalesi önünde kışlattı. Ancak Ordu henüz istirahat halindeyken Gürcülerin ani baskınına maruz kaldılar. Bu baskında ağır kayıplar veren Anadolu Selçuklu Ordusu toparlanmak üzere geri çekilmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme esnasında Saltanat Şemsiyesini taşıyan vazifeli kaza eseri düşüp yamaçtan yuvarlanınca Hükümdar’ın öldüğünü düşünen ordu komutanları ve askerler tereddüde kapılarak dağıldılar ve geri çekildiler. Süleyman Şah, Geri çekilme esnasında halen tezahür eden savaş hali sebebiyle ordusunu kendisinin sağlığından haberdar edemedi. Bu keşmekeş sebebiyle ağır kayıplar verilmeye başlandı. Kazanılması muhtemel bir savaş, beklenmedik şekilde mağlubiyetle sonuçlanmıştı (1202).
Gürcistan mağlubiyeti Süleyman Şah’ın hükümdarlığına gölge düşürmedi. Gürcüler de savaşı kazanmalarına rağmen tekrar Selçuklu topraklarına taarruz etmeye cesaret edemediler. Süleyman Şah, Gürcistan mağlubiyetinin intikamını almak için iki yıl sonra tekrar sefer hazırlığına girişti. İlerleyen yaşına rağmen Ordusunun başına geçen Süleyman Şah, sefer yolculuğu esnasında rahatsızlanarak vefat etti (6 Temmuz1204).
Süleyman Şah’ın ölümü neticesinde Selçuklu Ordusu geri çekilmek zorunda kalınca Sultanın öldüğünü öğrenen Gürcüler, bu durumdan istifade ederek çok geçmeden Malazgirt, Samankale ve Erciş hattına taarruz ettiler ve bu bölgeleri hâkimiyetleri altına aldılar. Ancak Saltuklu Bey’i Alaeddin Melikşah’ın yerine Erzurum Maliki olan Tuğrul Şah (Süleyman Şah’ın Kardeşi), Ahlatşahlar Bey’i Begtimur ile birleşerek Selçuklu topraklarına taarruz eden Gürcüler üzerine yürüyerek hem işgal ettikleri toprakları geri aldılar hem de Gürcistan’ın içlerine kadar girerek Süleyman Şah’ın tamamlayamadığı Gürcistan seferini tamamlamış oldular.
Süleyman Şah’ın 8 yıl süren saltanatı döneminde Anadolu Selçuklu Devletinin sınırları doğuda Gürcistan, kuzeyde Karadeniz, Batıda Bilecik, güneyde Maraş hattına kadar genişlemişti. 1204 yılında vefat ettiğinde yerine oğlu İzzeddin Kılıç Arslan geçmiş olsa da çocuk yaşta saltanat makamına oturan 3. Kılıç Arslan, 8 ay sonra saltanatı amcası Gıyaseddin Keyhüsrev’e bırakmak zorunda kaldı (1205).
1. Gıyaseddin Keyhüsrev Dönemi (1205 – 1211)
1. Gıyaseddin Keyhüsrev, tahta geçtiğinde ilk işi Saltanat mücadelelerinin en önemli sebeplerinden biri olan bölgesel özerklik sistemini kaldırarak yerine merkeziyetçi bir sistem getirmek oldu. Devletinin her saltanat değişiminde yaşadığı iç mücadelelere engel olmak amacıyla bir tür federatif sistem olan bölgesel hükümdarlık uygulamasını kaldırarak yerine Merkeziyetçi bir yönetim sistemi getirdi. Büyük Selçuklu Devletinden beri Hükümdarlar ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırmaktaydı. Bu uygulama ile veliahtlar ülkenin belli bölümlerinin mülkiyetini eline alıyor, yarı bağımsız hareket eden bölge malikleri nedeniyle devletin idaresi zorlaşıyordu. Yaptığı idari değişikliklerle Devlete ait tüm toprakların Merkezi otorite üzerinden yönetilmesini sağladı ve bu bölgelerin Malikleri yani sahiplerini o bölgelerin valileri olarak atadı.
Gıyaseddin Keyhüsrev, ağabeyi Süleyman Şah’ın vefatı üzerine yeniden tahta çıktığı yıl Bizans ile Haçlı Orduları arasında siyasi mücadeleler ortaya çıkmıştı. Bu mücadeleler neticesinde Haçlı Orduları İstanbul’u kuşatarak Bizans Tahtına el koymuşlardı. İstanbul’dan çıkmak zorunda kalan Bizans hanedanları ve Hanedan mensupları İznik ve Trabzon’da iki küçük krallık kurdular. İznik Krallığı Haçlı Ordularının geri çekilmesi ümidiyle İstanbul’a yeniden girmek için İznik bölgesinde varlığını devam ettirirken Saltanat varislerinden bir bölümü de Doğu Karadeniz bölgesinde Trabzon Rum İmparatorluğunu kurmuşlardı.
Trabzon Rum imparatorluğu, bölgedeki Türk Tüccarların ticaret yollarına baskınlar düzenleyerek yağma faaliyetlerine girişiyordu. Gıyaseddin Keyhüsrev, Türk tüccarların ticaret yollarını güvence altına almak üzere Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine taarruz ederek Rumların ticaret yolları üzerindeki faaliyetlerine son verdi (1206). Ülkenin Kuzey hattındaki Rum tehdidini bastırdıktan sonra önemli bir liman kenti olan Antalya’yı hâkimiyeti altına almak için harekete geçti. Antalya, Aldo Brandini adında bir İtalyan Hükümdar tarafından yönetilmekteydi. Keyhüsrev, Antalya’yı almak için çok büyük olmayan bir birlik ile yola çıktı. Ancak Aldo Brandini’nin Kıbrıs Krallığından destek alması üzerine kuşatma başarıyla sonuçlanamadı. Bir yıl sonra daha güçlü bir ordu ile tekrar taarruz ederek Antalya’yı hâkimiyeti altına aldı ve ülkesinin hudutlarını Karadeniz’den Akdeniz’e kadar genişletmiş oldu (1207).
Antalya fethinden bir yıl sonra, 1199 yılında Selçuklu Tebaası haline getirilen Ermeni Krallığı yeniden ayaklandı. Daha önce olduğu gibi yine Malazgirt ve Erciş bölgelerine taarruz ettiler. Keyhüsrev, Ermeni başkaldırısını bertaraf etmek için bir sefer daha düzenleyerek hem kuşatılan bölgelerin hem de tüm Klikya topraklarının hâkimiyetini ve tabiiyetini muhafaza etti (1209).
Haçlı Ordularının İstanbul’a girmesiyle İznik’e çekilmek zorunda kalan İznik Rum Krallığı, önceleri Anadolu Selçukluları ile iyi ilişkiler içerisine girmişlerdi. Haçlılara karşı mukavemet gösteremeyen Bizans, Doğu cephesindeki Selçuklularla iyi ilişkiler içerisine girerek varlığını devam ettirebilme çabası içerisindeydiler. Ancak Gıyaseddin Keyhüsrev’in Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine uyguladığı baskı nedeniyle anlaşmazlıklar ortaya çıkmaya başladı. Bunun üzerine İznik Rum İmparatoru Laskaris, Anadolu Selçuklu Devletine yıllık olarak ödemekte olduğu vergiyi vermeyi reddedince bir süredir devam eden iyi ilişkiler sona ermiş oldu. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhüsrev ordularını hazırlayarak İznik üzerine sefere çıktı ancak bu sefer olumlu sonuçlanamadı. Stratejik hatalarla kaybedilen bu savaş Anadolu Selçuklu Devleti için mağlubiyetle sonuçlandı ve bizzat ordusunun başında bulunan 1. Gıyaseddin Keyhüsrev savaş meydanında öldürüldü (1211).
İzzeddin Keykavus Dönemi (1211 – 1220)
1. Gıyaseddin Keyhüsrev’in büyük oğlu olan İzzeddin Keykavus, babasının vefatı üzerine esas veliaht olarak saltanat makamına geçti. Ancak kardeşi Alaeddin Keykubat, kendisinin hakimiyetini tanımayarak saltanat makamına geçmek için kendisiyle mücadele içerisine girişti. 1. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Merkeziyetçi Yönetim Sistemine geçilmiş olması hasebiyle Alaeddin Keykubat’ın kendisine mülk olarak gördüğü bir bölge bulunmadığında bu mücadelesinde başarılı olamadı. Zira kendisine ait bir bölgesi olmadığından tamamen kendisine bağlı bir Ordusu da bulunmuyordu. İzzeddin Keykavus, Kardeşi Alaeddin Keykubat’ın politik hamlelerini de bertaraf ederek iktidarını sağlamlaştırdı.
İzzeddin Keykavus dönemi Anadolu Selçuklu Devleti için iktisadi kalkınma ve zenginleşme dönemi olmuştur. Ülkenin pek çok bölgesinde Kervansaraylar ve Medreseler inşa ettiren İzzeddin Keykavus, Anadolu’daki ticaret yollarının genişlemesine de büyük önem verdi. Anadolu hattındaki ticaret yollarının en önemlisi Karadeniz Ticaret yoluydu. Bu yol Sinop’tan sonra Trabzon Rum İmparatorluğu’nun kontrolü altına giriyordu ve Rumlar Ticaret yolları üzerindeki yağma ve haraç uygulamalarıyla Karadeniz Ticaret yolunu yıpratıyordu. İzzeddin Keykavus, Karadeniz Ticaret yolunun güvenliğini sağlamak ve kontrol altına almak üzere Sinop’a sefer düzenleyerek bu önemli ticaret kentini hâkimiyeti altına aldı. Anadolu’ya bağlanan bir diğer önemli ticaret yolu da Akdeniz’di. Kıbrıs Krallığı ile yapılan anlaşma ile Antalya üzerinden Anadolu’ya bağlanan ticaret yolu güçlendirildi. Anadolu’ya gelen ticaret yollarının genişletilmesi ve güvenliğinin sağlanması tamamlanmıştı. Son olarak Anadolu’dan Suriye hattına giden ticaret yolunu engelleyen Klikya Ermeni Derebeyliği üzerine yürüyerek Anadolu’ya bağlanan tüm ticaret yollarını güvence ve denetim altına aldı. İzzeddin Keykavus döneminde Anadolu, kalabalık ticaret kervanlarının uğrak yeri ve Dünya Ticaretinin en önemli merkezlerinden biri haline geldi.
İzzeddin Keykavus, genç yaşta yakalandığı Verem hastalığı sebebiyle 1220 yılında vefat etti. Yerine ise saltanat mücadelesi içerisine giriştiği kardeşi Alaeddin Keykubat geçti (1220).
1. Alaeddin Keykubat Dönemi (1220 – 1237)
1. Alaeddin Keykubat, babasının vefatı üzerine tahta geçen ağabeyi İzzeddin Keykavus’un hakimiyetini tanımayarak baş kaldırmış, Erzurum Valisi Tuğrul Bey’inde desteğini alarak ağabeyi ile saltanat mücadelesi içerisine girişmişti. Tuğrul Bey’in sonradan İzzeddin Keykavus’a biat etmesiyle destekten yoksun kalınca ise yakalanarak mahkûm edilmiş, Malatya’daki Minşar kalesinde hapsedilmişti. İzzeddin Keykavus’un erken yaşta vefat etmesi üzerine ileri gelen komutanları ve ilim adamları ittifak halinde Alaeddin Keykavus’u hapisten çıkartılarak tahta geçirdiler.
İlmi açıdan yüksek mertebede ulaşmış olan Alaeddin Keykubat, Ana Dili’nin yanı sıra Farsça, Rumca ve Arapça bilmekteydi. Bunun yanında Yüksek İslam İlimleri ve Astronomi alanında da eğitim görmüş, Sultanların ilim adamı olarak yetiştirilmeye başlanmasına ön ayak olmuştur. Alaeddin Keykubat döneminden sonra Selçuklular ve ardılları Osmanlılar döneminde veliahtlar hem dünyevi hem de manevi ilimlerde yetişmiş ve alim Sultanlar olmuşlardır.
Alaeddin Keykubat’ın saltanat makamına geçtiğinde yıllarda her saltanat devrinde yaşandığı gibi azınlıklar ve merkezi yönetime bağlı özerk bölgeler İsyan hareketine girişmişti. Anadolu’nun güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeni Derebeyliği başına buyruk hareket etmeye başlamış, Ticaret yolları üzerinde olumsuz faaliyetler yürüterek bölge ticaretine zarar vermekteydi. Keykubat, hem İzzeddin Keykavus döneminde canlandırılan ticaret yollarının güvenliğini yeniden tahsis etmek hem de başına buyruk Ermeni Derebeyliğini kontrol altına almak amacıyla ordusunu sefere göndererek Ermeni Derebeyliği ile mücadeleye girişti. Ermeni Beyliğinin Akdeniz’e bağlantı noktası olan Kalonoros’u kuşatarak hâkimiyeti altına aldı. Bu tarihten sonra Kalonoros, Fatihi Alâeddin’in isminden esinlenilerek Alaniye (Alanya) olarak anılmaya başlanmıştır. Alâeddin Keykubat, Kalonoros’u (Alanya) Fethedildikten sonra Alanya kalesini yeniden inşa ettirip buraya bir tersane ve birde tophane kurdurarak Akdeniz üzerindeki ticarete zarar veren korsanlara karşı güney hattını kontrol almış ve Alanya’dan Antalya’ya kadar olan sınır hattını Anadolu Selçuklu Devleti sınırlarına dâhil etmiştir (1226).
Güney hattındaki tehdide benzer başka bir tehdit de Kuzey Ticaret yolu üzerinde gerçekleşmekteydi. Karadeniz Ticaret Yolu üzerindeki ticaret kervanlarına sorunlar çıkartan Trabzon Rum İmparatorluğu, İzzeddin Keykavus döneminde bertaraf edilmiş ancak saltanatın değişmesiyle birlikte tekrar aynı sorunlar baş göstermişti. Bunun üzerine Sinop’ta bir tersane kurdurarak Karadeniz Sahil Hattı boyunca görevlendirilmiş, Ticaret Kervanlarının emniyetini yeniden tahsis ederek Rumların olası müteakip eylemlerine karşı önlemler alınmıştır (1226).
Saltanat değişiminin ardından ayaklanan bir diğer beylik de Diyarbekir bölgesinde hâkim olan Artuklular’dı. Artuklu Bey’i Mesud’un Alâeddin Keykubat adına okunan hutbeyi kaldırarak bağımsızlığını ilan etmişti. Zira Camilerde okunan hutbeler içtihat gereği Caminin bulunduğu bölgenin hükümdarı olan kişinin ismi ile okunur, Hâkimiyet ve Bağımsızlığından emin olunmayan bölgelerde Cuma namazı kılınamazdı. Artuklu Beyi Mesud’un bu davranışı açıkça bağımsızlık ilanıydı. Alâeddin Keykubat, bu isyanı bastırmak üzere ordusunu görevlendirerek sefere çıkarttı. Artuklu Beyi Eyyübiler tarafından desteklenmekteydi ve Eyyübi Sultanı Artuklu Beyine yardım etmesi için müstakil bir birlik göndermişti. Selçuklu Ordusu, Eyyübilerin desteğine rağmen galip gelerek hem isyanı bastırdı hem de Çemişkezek bölgesini hâkimiyeti altına aldı.
Bu tarihlerde Orta Doğu bölgesinde yeni bir tehlike baş göstermişti. İç Asya’dan istila ve talan ile gelen Moğollar Anadolu’ya yaklaşmışlar, Anadolu Selçuklu Devleti için tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Olası Moğol tehlikesine karşı komşularıyla iyi geçinmeyi amaçlayan Alâeddin Keykubat, Eyyübiler ile iyi ilişkiler içerisine girmek için Savaş sonrasında ele geçirilen Eyyübi Ordusunun komutan ve askerlerini serbest bıraktı. Mesud Han ve ordu komutanlarını da yüksek fidyelerle salıverdi (1226).
Alâeddin Keykubat, Rum, Ermeni ve Artuklular tarafından girişilen faaliyetleri bertaraf etmişti ancak başkaldırılar sona ermedi. Bu kez Mengüçlü Beyliği ile Harezmşahlılar ile ittifak etmişlerdi. Durumu önceden fark eden Alâeddin Keykubat, Erzincan Kemah ve Şebinkarahisar bölgelerini Merkezi otoriteye bağlayarak bu bölgelerin denetim ve kontrolünü eline aldı (1228). Mengüçlü Beyliği, Selçuklu Devletine karşı Harezmşahlılar ile münasebetlerini geliştirmişlerdi ancak Harezmşahlılar’ın ittifak amacı kendilerine doğru yaklaşan Moğol Tehdidine karşı Mengüçlü Beyliğinin desteğini almaktı. Önceleri Merkezi otoriteye birkaç kez başkaldırmış olan Harezmşahlılar ise yaklaşan Moğol tehdidi nedeniyle Anadolu Selçuklu Devleti ile iyi ilişkiler içerisine girmeye gayret ediyordu. Ancak ortaya çıkan bu siyasi keşmekeş Alâeddin Keykubat’ı tedirgin etti. Bu durumdan istifade etmek isteyen Moğol Hakanı Cengiz Han, askerlerine Harezmşah askerlerinin kıyafetleri giydirerek Selçuklu Şehirlerine yağma ve talanlar düzenleyip Anadolu Selçuklu Devleti ile Harezmşahlılar arasında husumet meydana getirmeye çalıştı. Cengiz Han’ın bu hamlesi başarılı oldu. Harezmşah Sultanı Celalettin Harezm, bu yağma faaliyetlerinin kendi ordusu tarafından yapılmadığını bildirse de Alâeddin Keykubat Kendisine inanmayarak Harezmşahlıları sorumlu tuttu.
Anadolu Selçuklu Devleti ile Harezmşahlılar arasındaki husumette bardağı taşıran son damla ise Ahlât Kalesi meselesi oldu. Anadolu Selçuklularının eski Ahlât Valisi Hacip Ali, Harezmşahlıların ele geçirdiği Ahlât Kalesi’ni geri almak için harekete geçti ve geri aldı. Harezmşah hükümdarı Celalettin, bunun üzerine kaleyi geri almak için Ahlât Kalesini kuşatınca Selçuklu Hükümdarı Keykubat ile iyi ilişkiler kurmuş olan Hacip Ali, Harezm Hükümdarı Celalettin’in kuşatmayı kaldırmasını istemesini talep etti. Sultan Keykubat, Hacip Ali’nin talebi üzerine Harezm Hükümdarı Celalettin’e kuşatmayı kaldırmasını istedi. Harezm Hükümdarı Celalettin, kalenin zaten kendisinin olduğunu, Hacip Ali’nin kaleyi iade etmesi gerektiğini belirtse de Sultan Keykubat, Celalettin Harezm’in taleplerini umursamayıp Ahlât Kalesi Kuşatmasını kayıtsız şartsız kaldırmasını emreder bir üslupla talep edince savaş kaçınılmaz hale geldi. Alâeddin Keykubat, bizzat ordusunun başına geçerek tarihe “Yassı Çemen Savaşı” olarak gerçekleşen sefere çıktı.
Yassı Çemen Savaşı (1230)
Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alamettin Keykubat ile Harezmşahlılar hükümdarı Celalettin Harezm arasında giderek artan husumet, Ahlat Kalesi meselesi ile tehdit içeren mektuplaşmalarla hat safhaya ulaşmıştı. Bunun üzerine Sultan Keykubat, ordusunun başına geçerek düşman haline gelen Harezmşah tehdidindi ortadan kaldırmak amacıyla Erzincan üzerine sefere çıktı. Selçuklu taarruzuna hazırlıklı olan Celalettin Harezm, Selçuklu Ordusunu Erzincan yakınlarındaki Yassı Çemen ovasında karşıladı. Harezmşahlılar, her ne kadar güçlü bir devlet geçmişleri olsa da Moğol İstilalarıyla oldukça zayıflamışlardı. Üstelik Türk ve Müslüman olan Harezmşahlılar Devletinin ordusu, kendileri gibi Türk ve Müslüman olan Anadolu Selçukluları ile savaşmaktan kaçınıyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti ise en parlak dönemini yaşıyordu ve Anadolu’nun büyük kısmına hâkim durumdaydı. 1230 yılında meydana gelen Yassı Çemen savaşı sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Harezmşah Hükümdarı Celalettin Harezm, savaşın sonundaki ağır mağlubiyetin üzerine hem düşmanlarından hem de kendi askerlerinden kaçmak zorunda kaldı. Beraberinde kendisine bağlı birkaç asker alabilen Celalettin Harezm, savaş meydanından kaçabilse de kaçış yolunda yolunu kesen atlı hırsızlar tarafından öldürüldü.
Yassı Çemen Savaşı neticesinde Harezmşah Devleti tamamen yıkılmış ve Anadolu Selçuklu Devleti, sınırlarını Ahlât, Bitlis, Van, Malazgirt ve Tiflis’e kadar genişletmişti ancak Harezmşahlıları İç Asya’dan koparıp Anadolu’ya sürükleyen Moğollar ile karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştu. Nitekim Harezmşahlıların ortadan kalkmasıyla Yassı Çemen Savaşından 13 yıl sonra gerçekleşen Kösedağ Savaşı ile Moğollar Anadolu’ya girerek Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesine sebep olmuştur.
Yassı Çemen Savaşı sonrasında önemli bir tehdit olan Harezmşahlılar ortadan kaldırılmışlardı ancak yeni bir tehdit ortaya çıkmış, Asya içlerinden Anadolu’ya kadar uzanan Moğol İstilaları ile karşı karşıya gelmişlerdi. Moğollar, kalabalık orduları ile talan ve yağmalarla ilerliyor, İç Asya’dan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan coğrafyada kendisine karşı koyabilecek bir güç bulunamıyordu. Nihayet Anadolu Hudutlarına dayandıklarında ise karşılarına çıkacak ilk güç olan Harezmşahlı Devleti ve toprakları Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yıkılmış ve sahiplenilmişti. Bu haseple Anadolu Selçuklu Devleti Moğol istilalarıyla karşı karşıya kalmıştı.
Moğol İmparatoru Cengiz Han, Harezmşahlılar ile Selçukluların birleşmesi durumunda Anadolu’ya giremeyecekti. Zira Kadim bir Türk olan Cengiz Han’ın kullandığı savaş stratejileri ve okçu süvarileri Bozkır Savaş Taktikleri ile bu denli başarılı olabiliyordu. Bu taktikleri en iyi kullananlar ise şüphesiz Bozkır’ın en iyi savaşçıları olan Türklerdi. Bu haseple Harezmşahlılar ile Selçuklular’ın ittifak etmesini engelleyen Cengiz Han, Harezmşahlıların yıkılması ile Anadolu’ya ilk taarruzunu gerçekleştirip yağma ve talan faaliyetleri ile Sivas’a kadar ilerlediler. Moğol Saldırısından çok geç haberi olan Alâeddin Keykubat, Ordusu ile Sivas’a doğru yola çıksa da Moğollar geri çekilmişti. Moğol Ordusunu Erzurum’a kadar takip etse de yetişemedi. Moğolların fetih amaçlamayan bu yağma saldırısının Gürcü Kraliçesi Rodusan’ın kışkırtmasıyla ortaya çıktığını öğrenince ise teşkil edilmiş ordularıyla Erzurum’dan Gürcistan’a doğru yola çıkarak Gürcü Sarayını kuşattı ve Gürcü Krallığını ağır bir mağlubiyete uğrattı (1231).
Moğol Ordusu, her ne kadar Anadolu içlerine ilk taarruzunu düzenlemiş olsa da kendisine karşı koyabilecek tek güç olan Selçuklu Türklerinler ve Büyük bir hakan olan Alâeddin Keykubat’dan çekinmekteydi. Alaeddin Keykubat da Moğol Hükümdarı Cengiz Hanın kalabalık ordusundan ve gücünden çekinir durumdaydı. Bu haseple Moğol İstilalarına karşı Eyyübiler ile iyi ilişkiler içerisine girilmişti. Ancak Ermeni Krallığı saldırısından sonra Eyyübi askerlerinin iadesiyle başlayan iyi ilişkiler Ahlât Kalesi meselesinden ötürü bozuldu. Moğol Akınlarına karşı önemli bir savunma hattı olan Ahlât Kalesine sahip olmak isteyen Alâeddin Keykubat bu kaleyi zaptetmişti. Ancak bu kale Eyyübilere bağlı bir beyliğin idaresinde olduğu için Eyyübiler ile Anadolu Selçuklu Devleti arasında anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Bu anlaşmazlık üzerine Eyyübi Ordusu kendisine saldırınca Savaş kaçınılmaz hale geldi. Alâeddin Keykubat, Her ne kadar savaşı kazanıp Harput ve Urfa’yı hâkimiyeti altına alsa da olası bir Moğol Saldırısında Eyyübi desteğinden yoksun kalacaktır.
Alâeddin Keykubat, Moğollara karşı güçlü bir ittifak kuramadığı için doğrudan mücadeleden kaçındı. Ancak Moğolların siyasi baskılarına boyun eğmek zorunda kalarak Moğol Hakanı Cengiz Han’ın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Yine de gerçekleştirdiği siyasi hamlelerle Anadolu’yu Moğol istilalarından uzak tutmayı başarmıştır.
Alaeddin Keykubat, 1227 yılında vefat ederek yerini oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e bıraktı.
2. Gıyaseddin Keyhüsrev Dönemi (1237 – 1246)
Alâeddin Keykubat’ın yerine saltanat makamına geçen oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu Selçuklu Devletini zayıflama ve bölünme sürecine götürdü. Alaeddin Keykubat’ın muhtelif siyasi manevralar ve Askeri becerileriyle birliği ve bütünlüğü korunan Anadolu Selçuklu Devleti, vefatı üzerine devleti zayıf düşürecek sorunlarla yüz yüze kaldı. Moğol akınlarıyla keşmekeşe dönüşmüş olan Kuzey Batı Asya ve Orta Doğu’da yaşayan Türk Toplumları, siyasi bir birlik içerisinde idare edilemediği için kalabalık kitleler halinde Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardı. Bu kalabalık göçler Anadolu’daki siyasi ve toplumsal yapıyı derinden sarstı. Göç ettikleri bölgelerdeki siyasi yapılarını ve dini inançlarını Anadolu Coğrafyası içerisinde de devam ettirmeye çalışan Göçebe Türk Toplumları ve Anadolu’da bulunan yerleşik Türkler birbirleri ile ihtilafa düşerek toplumsal çatışmalar içerisine girdiler. Zira Anadolu Türkmenleri Ehli Sünnet inanışına itibar ediyor, ancak İç Asya ve Orta Doğu bölgesinden göç eden Türkmenler Batınilik İnanışı ve İslamiyet öncesi dönemlerden kalma Tek Tanrı (Şamanizm) inanışlarının tesirinde motiflerden oluşan bir inanç taşıyorlardı. Bu iki toplumun yoğun göçlerle Anadolu’da bir araya gelmeleri yoğun mezhep çatışmaları ve hâkimiyet mücadelelerine neden oldu.
Kontrolden çıkan iç mücadeleler Anadolu Selçuklu Devletinin hâkimiyet altına aldığı bölgelerdeki otoritesini derinden sarstı. Ortaya çıkan bu kargaşa hem Merkezi otoriteye olan itibarı zayıflatıyor hem de Anadolu Selçuklu Devleti’nin temel gücü olan Selçuklu Ordusunun içerisinde de benzeri sorunların ortaya çıkmasına neden oluyordu. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, bu ayaklanmaları bastırmakta muvaffak olamayınca hem Saltanat makamında hem de Orduda huzursuzluklar meydana gelmeye başladı. Bu durumdan istifade eden baş vezir “Saadettin Köpek”, tecrübesiz hakanı yönlendirerek inisiyatifi ele geçirmeye başladı. Saadettin Köpek, bu keşmekeşte yerleşik durumda bulunan Anadolu Türkmenlerini koruyup Mezopotamya bölgesinden gelen Büyük Selçuklu Devleti’ne tabi Göçebe Türkmenler üzerinde baskı kurunca Göçebe Türkmenler dışlanıp yoksulluğa sürüklendiler. Kendilerine kışlak ve yaylak verilmeyen, yerleşik Anadolu Türkmenleri tarafından da kabul edilmeyen Göçebe Türkmenler, Batınilik hareketine mensup Baba İlyas ve halefi Baba İshak etrafında toplanarak Merkezi Otorite ile mücadele içine giriştiler. Tarihe Babai Ayaklanması olarak geçen bu hadise de Baba İlyas liderliğinde örgütlenen Göçebe Türkmenler başkent Konya’ya yürüyünce 2. Gıyaseddin Keyhüsrev Konya’yı terk etti. Sultanın saltanat makamından kaçması kendisine olan saygıyı ve itibarı daha da zedeledi. Babai Ayaklanması nihayet kanlı önlemlerle bastırılmış olsa da Anadolu Selçuklu Devletinin idari, toplumsal ve askeri açıdan zayıf düşmesine sebep oldu (1240).
Babai İsyanı kanlı şekilde de olsa bastırılmıştı ancak Devletin zayıflaması komşu ve düşman devletler için büyük bir fırsat teşkil ediyordu. Bu fırsatı ilk değerlendirenler Moğollar oldu. Tarihe “Kösedağ Savaşı” olarak geçecek bu mücadele Moğol Ordusu önce Erzurum’a girdi. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusu’nun ilerleyişini önlemek için Sivas’a geçti ve Anadolu Selçuklu Devletinin yıkımını hazırlayan Kösedağ Savaşında karşı karşıya geldiler.
Kösedağ Savaşı (3 Temmuz 1243)
Moğollar, Anadolu Selçuklularının içine düştüğü bu zor durumdan istifade ederek Anadolu İçlerine doğru sefere çıkmak üzere İran’da bulunan Moğol ordularının komutanı Baycu Noyan’ı başa getirdiler. Baycu Noyan, Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni kuvvetlerinde desteğini kazanarak Anadolu Selçukluların üzerine sefer hazırlıklarına başladı. Babai İsyanından sonra patlak veren Baba İshak isyanını fırsat görerek 1242 senesinde Erzurum’a ilk saldırısını gerçekleştirdi. Büyük zulümler ve katliamlar yaparak savunmasız Müslüman halkın mallarını gaspedip şehirlerini yağmaladılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, bunu haber alınca 80 Bin kişilik bir orduyla Sivas’a karargah kurup Baycu Noyan’ın taarruzunu karşılamaya hazırlandı. Baycu Noyan, bunu haber alınca seferini sonuçlandırmak için ordularını Sivas’a doğru yürüttü. Gıyaseddin Keyhüsrev, babası Alaeddin Keykubat kadar tecrübeli ve kudretli bir hükümdar değildi. Yeteri kadar savaş tecrübesi olmaması sebebiyle önemli kararları ordu komutanlarının kararlarıyla verebiliyordu. Moğolların harekete geçtiğini öğrenince komutanlarına danışarak ikmal imkanları hasebiyle Sivas’da yerleşip buradan savunma yapmaları telkinini aldı. Ancak devlet erkanının tavsiyeleri taarruz etmek yönündeydi. Ordu komutanlarının tavsiyelerine değil devlet erkanında görevli siyasilerin tavsiyelerine itibar eden Gıyaseddin Keyhüsrev, ordusunu Sivas’ın 80 Km. doğusuna kadar ilerleterek Kösedağ mevkiinde sulak ve otlak bir alana yerleşti. Bu alan askeri teknikler açısından oldukça dez avantajlıydı. Zira Moğol taarruzlarına karşı savunma hatları nizami değildi ve düzen bozabilecek taarruzlara karşı yeteri kadar güvenli bir bölge niteliği taşımıyordu.
Gıyaseddin Han, geçitler ve stratejik noktalardaki hazırlıklarını tamamlayıp savunma yapar halde Moğol ordusunu beklemeye koyuldu. Ancak ordusunun gücüne güvenen ve zafere kesin gözüyle bakan erkanı, kendisine taarruz etmeyi tavsiye ve telkin edince, yeterli savaş tecrübesi bulunmayan Sultan, tedbir ve askeri nizam kurallarını çiğneyerek düşmanı taarruz ederek karşılamaya karar verdi. Moğol ordularının taarruzuna savunarak değil taarruzla karşılık veren Selçuklu ordusu, Moğol ordusunun kadim Türk Savaş Taktiği olan Turan Taktiğini (Kurt Kapanı) kullanarak geri çekilmesiyle sürek halinde Moğol öncü güçlerinin peşinden gitmeye başladılar. Bu stratejik bir hamleydi ve Kösedağ Savaşı'nın sonucunu etkileyecek ilk hata olmuştur.
Daha önce hiç savaş yönetmemiş olan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, öncü kuvvetlerin bozguna uğratılmasını mağlubiyet zannederek otağını ve hazinelerini bile yanına almadan geri çekildi. Oysa ordu yenilmemişti ve halen savaşa devam etmekteydi. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kaçmasından Ordusu henüz haberdar olmamıştı. Selçuklu ordusu hava kararana dek Moğol ordusu ile çarpışmaya devam etti. Hava kararınca geri dönen Selçuklu ordusu, Sultan’ın kaçtığını ancak günün sonunda öğrenebildi. Bunun üzerine askerlerde otağlarını bırakarak ani şekilde cepheyi terk edip geri döndüler. Gün aydınlandığında Selçuklu askerlerinin ortada olmadığını ve çadırlarını terk ettiğini gören Moğollar, önce bu durumun bir hile olduğunu sanıp iki gün boyunca taarruz etmediler. Nihayetinde sonuç almak isteyen Moğollar, çadırların bulunduğu alana kadar ilerlediğinde Selçuklu ordusunun tamamen geri çekildiğini şaşkınlıkla görmüş ve Selçuklular için utanç verici, Moğollar içinse kolay kazanılan bu savaş sonrasında Erzincan, Sivas ve Kayseri’ye kadar ilerlediler (3 Temmuz 1243).
Utanç verici bir mağlubiyete dönüşen Kösedağ Savaşından sonra Anadolu içlerine kadar ilerleyen Moğollar, istila ettikleri şehirleri yağmalayıp halk üzerinde büyük zulümler gerçekleştirdiler. Tam anlamıyla bir basiretsizlik sergileyen Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Mühezzibüddin Ali, Moğol Başkumandanı Baycu Noyan’la görüşerek daha fazla ilerlememesi için tavsiyeler, hediyeler ve siyasi eylemlerde bulunarak Moğolların daha fazla ilerlemesine engel oldu. Kösedağ Savaşı neticesinde nihayetinde sulh yapılmış ancak Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara ağır vergiler ödemeye mahkum hale geldi.
Kösedağ Savaşı sonrasında Moğollar Anadolu’da yoğun bir baskı kurdular. Ağır vergilere tabi tutulan Anadolu Türkmenleri, merkezi otoritenin aciz kalması sebebiyle Moğol Hükümdarı Baycu Noyan’ın zulmüne maruz kaldılar. Bunun yanında Devletin zayıflamasını fırsat olarak gören Ermeniler ve Bizans, Selçuklu Topraklarına taarruzlar gerçekleştirip sınır hatları boyunca muhtelif kaleleri zapt ettiler. Moğol İstilaları ve Dış tehditler, beraberinde İç Karışıklıkların ortaya çıkmasına sebep oldu. Anadolu Selçuklu Devletine bağlı beylikler ayaklanmaya başlamıştı. Saltanat varisleri Sultanı devirmeye çalışıyor, Devlet büsbütün idare edilemez hale geliyordu.
Anadolu Selçuklu Devletinin Zayıflaması ve Yıkılması
Türk Dünyasının en büyük devleti haline gelen Anadolu Selçuklu Devleti, Babai isyanı ve Moğol istilaları sonrasında zayıflamış, merkezi idare itibarsızlaşarak devlet idaresi ortadan kalkmıştı. Kösedağ Savaşı sonrasında Moğolların hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, devlet idaresini de Veziri Şemseddin İsfahani’ye bırakmış, devlet büsbütün hükümdarsız kalmıştı. Zira Moğollar, Selçuklu vilayetlerini kendi atadığı valilerle yönetmekteydi ve Selçuklu Devletinin Anadolu Coğrafyası üzerinde bir hâkimiyeti kalmamıştı.
2. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1246 yılında vefat edince saltanat mücadelesi baş gösterdi. Her ne kadar hükümdarın hâkimiyeti söz konusu olmasa ve devlet açıkça Moğolların hükümdarlığını kabul etseler de göstermelikte olsa hükümdar olabilmek için mücadele eden veliahtlar saltanat mücadelesi içerisine giriştiler. Gıyaseddin Keyhüsrev’in yerine tahta ilk çıkan isim oğlu 2. İzzeddin Keykavus oldu. İzzeddin Keykavus, babası gibi Moğol Hükümdarlığını kabul ediyordu ve Moğol Hükümdarının desteğini alarak tahta geçmişti. Ancak diğer kardeşleri Rükneddin Kılıç Arslan ve Alâeddin Keykubat ağabeyleri İzzeddin Keykavus’un hükümdarlığını kabul etmeyince vezir Celaleddin Karatay, ülkeyi üç kardeş arasında paylaştırmak zorunda kaldı. İzzeddin Keykavus Büyük Sultan oldu, Rükneddin Kılıç Arslan ve Alâeddin Keykubat’da Büyük Sultana tabi olarak ülkenin doğu ve batı bölgelerinin hükümdarı ilan edildi (1249).
Vezir Celaleddin Karatay’ın ortaya çıkarttığı ve devamlılığını sağladığı bu yönetim sistemi 5 yıl boyunca devam etti. Bu süre zarfında Moğol Zulmü artarak devam etti. Her ne kadar üç kardeşin ortak olarak idare ettikleri bu yönetim sistemi Anadolu Selçuklu Devletini yeniden güçlendirmese de kardeşler arasındaki mücadeleyi sona erdirmişti. Ancak Vezir Celaleddin Karatay’ın ve ardından kısa bir süre sonra da Alaeddin Keykubat’ın vefat etmesi üzerine taht varisi olarak kalan 2. İzzeddin Keykavus ve 4. Rükneddin Kılıç Arslan yeniden saltanat mücadelesi içerisine giriştiler (1254). Bu mücadele neticesinde ülke ikiye bölündü ve iki kardeş doğu ve batı bölgelerinde kendi hâkimiyetlerini ilan ettiler.
Selçuklular, saltanat mücadeleleri, kardeş kavgaları ve Moğol zulmü altında varoluş mücadelesi sürdürürken Moğollar, Selçukluların tekrar güçlenmesini önlemek için görevlendirdikleri devlet adamlarını Selçuklulara Vezir olarak atıyordu. Bu vezirlerden biri de Muineddin Süleyman Pervane idi. Pervane, iç karışıklıklar ve mücadelelerle boğuşan Saltanat makamında giderek söz sahibi oluyor, ülkenin idaresini Moğolların talimatlarıyla yönetiyordu. Tahta geçen veliahtların Devletin idaresinde başarısız olmasıyla giderek güç kazanan ve ülkeyi tek başına yönetmeye başlayan Pervane, saltanat makamında bulunan 4. Kılıç Arslan’ı öldürterek yerine çocuk yaştaki oğlu 3. Gıyaseddin Keyhüsrev’i tahta geçirdi (1266).
3. Gıyaseddin Keyhüsrev, çocuk yaştaydı ve devleti idare edemeyecek durumdaydı. Bu durumdan istifade eden Pervane, devletin idaresini tamamen ele geçirdi. Önceleri Moğolların desteğiyle Vezir tayin edilen Pervane, bir taraftan makamını koruyabilmek için Moğollara yakınlık gösteriyor, diğer yandan Anadolu’daki Moğol hâkimiyetine son vermek için çaba sarf ediyordu. Ancak Moğolların istekleri giderek ağırlaşıyor, karşılanması mümkün olmayan taleplere dönüşüyordu. Pervane, Moğol baskılarını sona erdirmek için bazı Anadolu Beyleri ile münasebetlere girişmişti. Bu münasebetleri geliştirerek şartların olgunlaşması ile Moğollara karşı büyük bir isyan hazırlamak ve Anadolu Selçuklularını Moğol hâkimiyetinden kurtarmak niyetindeydi. Diğer taraftan da Moğol Hükümdarı ile görüşmelerde yapan Pervane, Moğol Hükümdarı Abaka ile son yaptığı görüşme sonrasında, Moğol İsyanı hazırlıkları için münasebet kurduğu Anadolu Beyliklerinden Hatıroğulları Beyi Şerafeddin, Pervane’nin Moğol Hükümdarı Abaka ile görüşmesine hiddetlendi. Pervane ile Şerafeddin Bey arasında yaşanan anlaşmazlık neticesinde Hatıroğulları beyi Şerafeddin Saltanat makamı olan Kayseri’ye girdi. Pervane, Şerafeddin Bey’in Kayseri’ye girmesi üzerine yine iki taraflı oynayarak Abaka Han’dan destek istedi. Hatıroğlu Şerafeddin Bey, Abaka Han’ın ordularının Kayseri’ye girmesi ile kendisine destek veren beylerin ihaneti neticesinde şehirden kaçmak zorunda kaldı (1276).
Moğol Baskıları neticesinde ayaklanan bir diğer beylikte Karamanoğulları’ydı. Karamoğulları Beyliği Moğol Baskıları neticesinde baş kaldırmış, Moğol ordularının baskılarına rağmen itaat altına alınamamıştı. Kayseri’ye geri dönen Pervane ise Hatıroğlu İsyanına katılanları tespit ve tevkif etmekle uğraşmaktaydı. Diğer yandan Moğol zulmü altında eza çeken Anadolu Beylikleri, giderek güçlenen Memluklu Devleti Sultanı Baybars’ı davet ediyor, Moğollara karşı mücadele etmesi için çaba sarf ediyordu. Memluklu Sultanı Baybars, Hatıroğlu Şerafeddin Bey’in maruz kaldığı kötü muamele ve ihanetlere çok üzülmüştü. Anadolu Bey’lerinin ısrarlı davetleri üzerine Kayseri seferine çıkan Baybars, 1277 yılında Kayseri’ye doğru yola çıktı. Elbistan bölgesinde Moğol İlhanlı Ordusu ile karşılaşan Baybars, İlhanlıları yenerek Kayseri’ye girdi. Ancak Pervane, ikili oyunlarıyla Moğol yanlısı siyaset gütmeye devam edince geri dönerek Anadolu Selçukluları ile Moğolları tekrar karşı karşıya bıraktı.
Pervane, hem Moğol Yanlısı, hem de Moğol Karşıtı faaliyetler yürüterek saltanat makamını koruyor, Moğollar üstün geldiğinde Moğolların yanında yer alıyor, içeride de Moğol Karşıtı faaliyetler yürüterek Moğol zulmü altında ezilen beylikleri kendi etrafında topluyordu. Ancak Pervane’nin bu politikası ortaya çıkınca bizzat Moğol hükümdarı Abaka tarafından öldürüldü. Ordusu Elbistan’da bozguna uğratılan Moğol İlhanlı Hükümdarı Abaka Han, Elbistan’a gelerek savaş meydanında öldürülen askerlerini görünce ağlamıştı. Hıncını Anadolu Türkmenlerinden çıkaran Abaka Han, Kayseri’ye girerek 200 Bin Müslümanı öldürdü. Hesap sormak için Pervane’yi arasa da bulamayınca ordusu ile birlikte Şebinkarahisar’a kadar sefere çıktı. Bu seferde yoluna çıkan çiftçi, asker, köylü herkesi katletti. Tarih kaynaklarındaki tahminlere göre bu seferde 400 Bin’in üzerinde Türkmen Köylü öldürüldü. Nihayet Pervane’yi bulan Abaka Han, onu Kayseri’ye götürdü ve hapsettirdi. Memluklu Sultanı Baybars da Pervane’nin ikili oynadığını görüp kendisine gönderdiği gizli mektupları Abaka Han’a iletti. Tüm yalanları ortaya çıkan Pervane, yaptıklarını itiraf edince ise Abaka Han tarafından öldürüldü (1277).
Bu tarihten sonra Anadolu Selçuklu Devleti için yıkılma süreci hız kazandı. Anadolu artık Moğol Kökenli İlhanlı Ordularının istilaları, baskı ve zulümleri altında ezilmekteydiler. Saltanat makamına geçen hükümdarlar ise bu duruma karşı koyamayarak çaresizce hareket ediyorlardı. Anadolu artık bir devlet olarak değil irili ufaklı Derebeylikler ve Beyliklerle idare edilir duruma geldi. Son temsili hükümdar olan 2. Mesut Han’ın vefat etmesinden sonra ise ortada saltanat ya da devlet kalmadığı için veliaht çıkmamış, Anadolu Selçuklu Devleti resmen ve fiilen sona ermiştir (1308).